Dua mı deney mi? Jon Fosse'nin Melankoli I-II'si üzerine bir meditasyon
Nilay Kaya, “söylenemez olana ses veren” Nobel Ödüllü edebiyatçı Jon Fosse üzerine yazdı: “Okuyucusundan Jon Fosse'ye cevaptır: ‘Yazıyorsun, okuyoruz, öyleyse dua ediyoruz. Tanrı her yerdeyse, edebiyatta da bir yerlerde olmalı.’"

Nobel Edebiyat ödüllerinde bir yıl geriye atlayıp 2023'e ve Norveç'e gidiyoruz. Bugüne kadar Türkçede Monokl Yayınları tarafından üç romanı (Üçleme, Melankoli ve Sabahtan Akşama) yayımlanan Jon Fosse (Türkçe telaffuz denemesiyle Yon Fosse), mentoru olduğu Karl Ove Knausgaard'ın aksine azla çok şey kotaran yazar, Nobel komitesinin ödülü verme gerekçelerindeki tabiriyle "söylenemez olana ses veren" o yazar. Müge Oskay'ın Türkçeye çevirdiği "Sessiz Bir Dil" başlıklı Nobel konuşması ya da dersinde kendisi de sessizliğe kelimeler bulmaya çalıştığını söylüyor. Özellikle tiyatro metinlerinde esler vererek bu durma anlarında sessizliği konuşturmaya çalışıyor. Kendi tabiriyle, "Bir şey söylenemeyebilir, bir şey söylenmek istenmeyebilir veya en iyisi hiçbir şey söylemeden söylenmesidir." Fosse, tiyatroda sıklıkla başvurduğu bu yöntemi başta roman olmak üzere düzyazı eserlerinde de uygulamaya çalışıyor. Kısacası "Edebiyat ve Sessizlik" konusunda hem kurmaca eserlerinden hem de kürsüde, kendisinden seminerler alınabilir. Bergen Üniversitesi'nden mezun ve master bir Karşılaştırmalı Edebiyatçı olan Fosse; Georg Trakl, Thomas Bernhard, Rainer Maria Rilke, Olav H. Hauge, Virginia Woolf ve Franz Kafka gibi yazarların meftunu. Bu isimlerden her biriyle olan edebi bağlarını kendi yazdıklarında gözlemlemek, komparatist Fosse'yi ve bu yazarları karşılaştırmalı edebiyat incelemelerinin konusu yapmak hayli mümkün ve cazip görünüyor.
Jon Fosse, Nynorsk dilinde yazarak Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan ilk Norveçli yazar. Nynorsk, iki standart Norveç dilinden biri ve büyük ölçüde kırsal alandaki diyalektlere dayanıyor. Diğer standart dil ise Bokmål, kelimeden anlaşılabileceği gibi kitabî olan dil. Bu daha ziyade, dilbilimcilerin tartışma konusu ve herkes aynı fikirde değil ama en azından kullanılma ve öğretilme oranı yüzde olarak Bokmål'a göre hayli düşük (%10-15) olduğu için Nynorsk minör dil olarak görülebiliyor. Edinburg Üniversitesi İskandinav Çalışmaları'nın bölüm başkanı Guy Puzey bu kanıda olanlardan biri. Puzey, Bokmål'ı iktidarın, kent merkezlerinin ve basının dili olarak, Nynorsk'u ise aksine çoğunlukla batı Norveç'te kırsal kesimde konuşulan dil olarak tanımlıyor ve Fosse'nin Nobel Edebiyat Ödülü'nü alması üzerine "İşte bu yüzden bugün minör diller için gerçekten büyük bir gün," diyebiliyor. Kurmaca temsil konusunda ses ve sessizlik üzerine bu kadar kafa yoran Fosse'nin dil tercihi konusunda da girişimci olması bizi şaşırtmıyor. Söyleşilerinde sıklıkla alıntılar yaptığı, Nobel dersinde de göndermede bulunduğu Franz Kafka ile ortak gibi görünen ve incelenmeye açık ilk mesele çıkıyor karşımıza: minör bir dilde yazmak.
Jon Fosse'nin ses ve sözle olan poetik problemine döndüğümüzde de Kafka'dakine benzer tutumlar gözlemliyoruz. Kafka 1910'da Max Brod'a yazdığı bir mektupta "cümlelerin düpedüz ellerinde ufalandığını, onların içlerini gördüğünü" söylüyordu. Elbette bu cümle onun yazma ve yazdıklarını yayımlatma konusundaki gelgitleri üzerinden de düşünülebilir, öte yandan onun dille kurduğu güvensiz ilişkiye dair de çok şey söylüyor. Jon Fosse'nin Melankoli I-II'sini okurken Kafka'nın un ufak olan cümleleri parçalanan ekmek kırıntıları imgesine dönüşüyor, o kırıntılar bir heybeye doluyor. Fosse o kırıntıları torbadan çıkarıyor, bir tutam kırıntıdan tekrarlarla, varyasyonlarla yeni bir anlatı kuruyor. Bu benzetmeden kasıt şudur: Jon Fosse, dili problem eden, ona baştan şüpheyle yaklaşan, dilin sınırlılığı ve imkansızlığı üzerinden söz söylemeye çalışan bir yazardır (Kafka ve pek çok modernist yazarda olduğu gibi). Melankoli I-II'de elindeki sınırlı sözcüklerden oluşan parçalanmış söz kalıplarını yeniden düzenliyor ve dört farklı anlatı kesitine ayırdığı romanı boyunca neredeyse aynı ham maddeyi kullanıyor.
Norveç'te 1995'te yayımlanan Melankoli I-II, Türkçeye 2023'te kazandırıldı. Dil konusunda bu denli deneysel işlere girişen bir yazarı Norveççe aslından maharetle çevirdiği için çevirmen Banu Gürsaler Syvertsen'in özellikle hakkını teslim etmek gerekiyor. Romanın ana kahramanı 19. yüzyılda yaşamış olan Norveçli manzara ressamı Lars Hertervig. Hertervig'in bilhassa geleneksel Ryfylke bölgesinin kıyı manzaralarından esinlendiği yarı fantastik çalışmaları, Norveç resim sanatının zirvelerinden biri olarak kabul edilir. Hertervig, yoksul Quaker (Kvekar) cemaatine mensup çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. 1852 yılında, Düsseldorf Sanat Akademisi'nde Hans Gude'nin öğrencisi olarak resim eğitimi alır. Ancak 1854'te geçici bir ruhsal rahatsızlık geçirir ve memleketi Stavanger'e geri dönmek zorunda kalır. Hayatının son otuz yılını büyük bir yoksulluk içinde geçirir ve ömrü bir fakirhanede sonlanır. Fosse, romanın merkezine ressam Hertervig'i yerleştiriyor ama bu anlatı ne bir sanatçı biyografisi ne de sadece ressamın bakış açısını yansıtıyor. Bu roman, olsa olsa bir anti-biyografi ve tıpkı Möbius sarmalı gibi, yinelenen, birbirine dönüşüp birbirinden uzaklaşan sözcük kırıntıları, farklı anlatıcıların ağzından dökülüyor. Birinci kesit, Düsseldorf Resim Okulu'nda eğitim görmekte olan genç Lars Hertervig'in ben anlatıcı olduğu; kendine, sanatına, aşkına ulaşmaya çalışırken giderek saplantılara ve sanrılara boğulan Lars'ın zihninin ultra gerçekçi bir söze dökümü. Hertervig'in zihni ve resimleri nasıl rüya atmosferine dönüşüyor, ürkütücü bir yücelik duygusu veriyorsa, Fosse de ressamın kullandığı sınırlı, birbirine yakın tonlardaki renk paletiyle gerçekleştirdiği görsel temsile paralel bir yazılı temsil kuruyor. Heybesindeki söz kırıntılarını, kimi zaman yıldırıcı, kimi zaman sinir bozucu, ama kesinlikle hipnotize edici bir şekilde diziyor.
Romanın ikinci kesitinde Lars'ın Norveç'te akıl hastanesinde geçirdiği bir dönem, ben anlatıcıdan üçüncü tekil anlatıcıya geçilerek anlatılıyor. Ardından gelen kesitte sanatçı portresi üzerine bir çifte yansımayla karşılıyoruz, zira hikâye 1990'lar başına sıçrıyor ve ressam Lars Hertervig'in romanını yazmaya çalışan bir yazara odaklanıyor. Postmodern romanla iyiden iyiye talim edilen teknik bir hamle bu ama biz yine de Melancholia I-II resimle aşık atan bir roman olduğu için gerekli açıklamayı resim sanatı üzerinden yapalım. Bir sanatçının kendi resminde kendine yer vermesi, örneğin Velázquez'in Las Meninas eserinde olduğu gibi, genellikle "resmin içinde bir otoportre" ya da "sanatçının kendini dahil etmesi" olarak adlandırılır. Bu teknik, sanatçının kendi eserinde bir karakter haline gelerek gerçeklik ile sanat arasındaki çizgiyi bulanıklaştırdığı bir tür öz-temsil biçimidir. Las Meninas örneğinde, Velázquez sadece kendini sahneye dahil etmekle kalmaz, aynı zamanda varlığıyla resim yapma eylemini, sanatçının rolünü ve izleyici, özne ve yaratıcı arasındaki ilişkiyi sorgular. Bu sanatsal tercih, bazen meta-sanat ya da sanatta öz-düşünüm olarak da değerlendirilir. Hertervig'in romanını yazmaya çalışan yazar, kendi yaratısıyla yaşadığı çatışma yetmiyormuş gibi ayrıca inanç, İncil, dini cemaat üzerinden büyük yaratıcıyla çatışmalar yaşıyor. Bu kesitte, kurumsallaşmış din yapılarında her daim bir sorun olan toplumsal cinsiyet meselesine de değinildiğini görüyoruz çünkü cemaatin başındaki sorumlu rahiple konuşma ihtiyacındaki yazar, beklemediği bir şekilde karşısında bir rahibeyi buluyor ve zaten karışık zihnine yeni sorular musallat oluyor.
Romanın dördüncü ve son kesiti, daha önce olay örgüsünde karşımıza çıkmayan bir kızkardeşe, Oline'ye odaklanıyor. Kafka'nın Dönüşüm'ünde anlatı boyunca kendisi de bir dönüşüm geçirmeseydi Gregor'u en iyi anlayan, ona en yakın kişi, sevgili kızkardeş Grete Samsa geliyor akla. Oline artık yaşlanmış, fiziksel ve mental açıdan güçten düşmüş durumda. Demanslı bir zihnin en iyi hatırladığı gibi, Lars'la dolu en eski hatıraları kimseye muhtaç olmadan yemek yiyebilmek, yürüyebilmek, altına kaçırmamak gibi şimdinin acı gerçekleriyle kesik kesik çarpışıyor. Bu bölüm, edebiyatta bunama ve yaşlılığın çeşitli boyutlarıyla en güçlü şekilde işlendiği örneklerden biri olabilir.
Melankoli I-II, Hertervig'in sisli puslu zihni ve manzaralarıyla Fosse'nin tekrarlara dayalı meditatif anlatısının yetkin bir buluşması. Romanı okuma deneyimi hipnotize edici ritmiyle, ister inançlı olalım ister inançsız, dua etmeye benziyor. Peki, Fosse'nin Nobel konuşmasında yazma eylemini dua etmeye benzetmesi ve bu yazıda tekrar tekrar adı geçen yazarı anmasına ne demeli? Diyor ki Fosse, "Bir kere söyleşilerden birinde yazmanın bir tür dua etmek olduğunu söyledim. Ve basıldığını gördüğümde utandım. Fakat daha sonra bir teselli gibi, Franz Kafka’nın da aynısını söylediğini okudum. Yani belki de – demek ki doğru olabilir?" O halde okuyucusundan Jon Fosse'ye cevaptır: "Yazıyorsun, okuyoruz, öyleyse dua ediyoruz. Tanrı her yerdeyse, edebiyatta da bir yerlerde olmalı."


Comments