top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıBarış Özdemir

Karanfil ve Yasemin: 'Karakter'e, 'Aşk'a ve döneme ilişkin bir okuma

Aşk’ın Roman’ı*


Asırlar boyunca sanatın başat temalarından biridir aşk. Sanat, aşkın anlatısını üzerine koyarak ve zenginleştirerek büyütmüş, kendi nirvanasına da yine aşkın büyülü gerçekliğiyle ulaşmıştır.


Edebiyatta, tiyatroda, sinemada, resim, heykel ve daha nice sanat türü/eserinde ne anlatılar, ne söylenceler dile getirilmiştir aşk bahsinde!

Edebiyatta aşkın taçlandığı türlerden biri de romandır – şiiri, hikâyeyi, tiyatroyu ve Shakespeare’i, ayrıca kadim anlatıları unutmamak kaydıyla. Bunda belirleyici olan, okur da olsanız yazar da, aşkın insana değerli, güzel, ürpertici, sarsalayıcı, (…) dehşet duygular yaşatabilme erkidir. İnsanı şu hayatta böylesine sarsan, kendinden geçiren, insana “öteki/karşı ben”i “kendi ben’in”den daha önemli kıldıran eşsiz bir yaşantıdır aşk: travma, hiç dinmeyen acı, uyku tutmayan geceler, hayatın/akıbetin artık büyük bir çıkmaza girdiği o son noktada çözümü intiharda gören/bulan müntehirler ya da o hiç sonlanmayan mutluluk – hani şu “bir yastıkta kocayan mesut insanlar”… Ve bu kimi zaman ömür uzatan, kimi zaman da ömür kısaltan, öldüren, hayatı zehir eden ve ama hiç, hiç solmayan, yakıcı etkisi ve cazibesiyle “âşık’ı” “maşuk’un” tutkunu hatta esiri yapan aşk, romanda da krallığını ilan etmiştir asırlar öncesinden daha.


Anlatıcı’nın Romanına Dokunuşu…


Bir romanın yazılma sürecinin en başında, o romanı roman yapacak ana unsurlarından biri de “konu”nun ve giderek “izlek”in belirlenmesidir. Romanda ele alınacak dönem, olayların geçeceği zaman, örgüdeki iniş çıkışlar, karşılaşma ve çatışmalar, kurmacanın evrileceği akıbet hep bu konunun etrafında şekillenecek, belirlenmiş olan konu evreninde roman karakterleri doğup ölecek, büyük büyük laflar edeceklerdir okura ve hayata karşı. Romanı için konu/izlek seçiminde muhtemeldir ki asıl belirleyici unsurlar yazarın/anlatıcının yaşadıkları, görüp geçirdikleri, kendisinde iz bırakan, kalbini/ruhunu etkilemiş, hatta mizacında belirleyici olmuş yaşantı ürünleri ile beynini, zihnini meşgul eden kimi gerçek ya da hayal ürünü meseleler, düşünce ve tutkulardır. Tabii yazarın yaşadığı döneme etki eden, o dönem sosyolojisinin belirleyicisi olan ana akım niteliğinde toplumsal yönelimler de yazarlara yön veren, onları etkisi altına alan nehrin akışı gibidir. Zaten o sosyolojinin karakterini belirleyen toplumun üyelerinden biri de “anlatıcının beni” değil midir? Zira içinde bulunduğumuz şu günlerde etkisini çokça yaşadığımız, bir yılı aşkın zamandır dünyayı sarsalayan ve artarak büyüyeceği duygusu/önsezisi ile derin bir kaygı yaratan, ürpertisi henüz geçmeyen Covid-19 pandemisi daha şimdiden ne belgesel, film, kısa film, müzik eseri, deneme, makale, şiir, hikâye, roman gibi sanat türlerine, anlatılara tohum oldu ve nicesine de olacak; belki de henüz bir yıl önce yaratıcılarının hiçbirinin aklında dahi yokken… Böyledir dönem, böyledir yaşanan; halk, halklar, giderek sınırların ötesindeki insanlık, beynelmimel böyledir; bir insan ömrü, bir lokma ekmek, böyle…


Servet-i Fünûn İklimi


Roman türünü odağımıza alarak edebiyat tarihimize baktığımızda; Servet-i Fünûn edebiyatının kısa süreli ama etkili, kısa süreli ama yoğun ve derin bir işlevinin olduğunu görüyoruz. Tabii bunda Tanzimat sanatçılarının “kardeş/öğrenci yazarlar” üzerindeki etkisi, eğitici yönleri önemli bir paya sahiptir. Servet-i Fünûn yazarları; rahatlıkla öğretmenleri sayabileceğimiz Tanzimat yazarlarının tedrisatından geçerek, en azından yazılarını, eserlerini okuyup edebi sohbetlerinde bulunarak öğrendikleri –batı edebiyatı okumalarını göz ardı etmemek kaydıyla; bilhassa!– modern edebi türleri kendi çağdaş anlayışlarıyla modernize edip geliştirerek edebiyatımızda iz bırakan, daha yetkin, tekniği daha başarılı romanlar kaleme almışlardır.


Tanzimat Edebiyatının ülkemizde kurmaca türler açısından ne denli mühim, etkili ve doğurgan olduğunu biliriz: Tanzimat yazarları; roman, hikâye, tiyatro türlerinin ilk örneklerini yazabilme iradesi ve edebi başarısı göstererek edebiyat dünyamızı yepyeni bir çehreye, kimliğe kavuşturmuşlardır. Tanzimat sanatçılarının şiir türünde başardıkları yeni imajın, yeni sesin, Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âti edebi dönemlerinde, bilhassa da Ahmet Haşim’de çok yetkin, Divan şiiriyle kıyaslanamayacak denli yeni, modern bir şiire kaynaklık edebilecek düzeyde yetkin bir zemin oluşturduklarının ayrıca değerlendirilmesi gerektiği notunu da ekleyelim.


Üstatları saydıkları Tanzimat yazarlarının ürettiği edebi eserlerle büyüyen Servet-i Fünûn sanatçıları, bir yandan bu yazarlardan devraldıkları edebi türleri teknik açıdan olgun, yetkin bir yapıya kavuştururken, bir yandan da dönemin değişen şartlarının etkisiyle –Tevfik Fikret’in “âşiyan” metaforuyla imleyebileceğimiz– melankoliyi, hüznü, topluma yabancılaşan aydın tipini öne çıkarmışlar, “bireysel edebiyat” tanımıyla ifade edilen bu sanat anlayışının ilk önemli örneklerini kaleme almışlardır. Bir çeşit “bunalım edebiyatı”dır onların yaptıkları. Servet-i Fünûn sanatçıları, edebi türlerin edebiyatımıza kazandırılması, modern eserlerin kararlılık ve heyecanla üretilmesi bahsinde Tanzimatçıların devamı, mirasçısı iken, sanat yapma amaçları açısından onları küstürecek, kızdıracak bir “bireye yönelen, toplumdan/toplumsaldan kaçan edebiyat anlayışı”na yönelmişlerdir. Adeta köşeye sıkışmışçasına, ürkek, geleceğe dair karamsar, renksiz, flu bir hayattan dem vururlar eserlerinde: Bu köşeye sıkışmış olma durumunun onlarda yarattığı kaygı ve karamsarlıkla eserlerinde toplumsal konulara bir o kadar yabancılaşmış, Tanzimatçıların dillerinden/kalemlerinden düşürmediği vatan, millet, hürriyet (…) gibi kavramları –Tevfik Fikret’in sanat hayatının bir döneminde keskin çıkışı ve gür sesiyle koyduğu tavır gibi somut, idealist ve etkili kimi örnekleri unutmamak kaydıyla– Servet-i Fünûn sanatçıları öksüz bırakmışlardır.


Servet-i Fünûn edebi döneminin genel karakterini belirleyen unsurlar; bu melankolik, karamsar, içli duygu ve temalar etrafında gelişir. Fakat bir edebi oluşum, bir yazar, şair, bir edebiyat eseri hiçbir toplumda ve hiçbir dönemde tek bir karakterle, tek bir yönelimle açıklanamaz, açıklanmamalıdır; ki bu genellemeyi bozan, bu genel eğilimden ayrı bir yönde akan nahif ve/veya daha kararlı kimi eserler, kimi sanatçılar vardır. Hatta bir şair, bir yazar bile kendi sanatçı kimliğini ters yüz ederek farklı eğilimler gösterir kimi eserlerinde, kimi dönemlerinde.

Gölgede Kalan Eserler


Kimi yazarlar vardır ki, kendi adı da yazdığı diğer eserleri de tek bir eserinin altında, gölgesinde sıkışıp kalmıştır. Çoğunluk Madame Bovary romanı ile bildiğimiz, hatta hep o eserini sevip okuduğumuz Gustave Flaubert’in sadece bizim dilimize çevrilip basılmış daha nice eseri var oysa. Bu bahiste dünya edebiyatında –ve bizde– örnek verilecek yazarlar hiç de az değil. Tıpkı Mehmet Rauf gibi. Liselerde Türk Dili ve Edebiyatı derslerinde öğrencilere sunulan okuma listelerinin vazgeçilmez eserlerindendir Eylül, tıpkı Aşk-ı Memnu gibi, Mâi ve Siyah, Kürk Mantolu Madonna, Sinekli Bakkal, Çalıkuşu, Yaban, Tütün Zamanı (…) gibi.


İçinde bulunulan edebi dönemin bir-iki kuşak gerisindeki bazı yazarların ve kimi eserlerinin gölgede kalmasının nedenleri arasında; yayın politikası ile entelektüel/sanatçı/aydın kesimin emek, özveri, sorumluluk iradeleri belki sorgulanması gereken ilk hususlardandır… Bu tespite ayrıca toplumsal okuma kültüründeki eksikliği de eklememiz gerekir. Tüm eserlerini ortalama 100 yıl önce yazmış olan Mehmet Rauf’un neden en çok ve hep Eylül romanı ön plandadır ve hatta çoğu okur Rauf’u sadece bu romanıyla tanır? Sanıyorum sorumluluk alanı bu bahiste çok geniş ve teferruatlı…


Mehmet Rauf’un, Eylül dışındaki roman ve hikâyelerinin tekrar ve artarak yayımlanmasına –belki de yıllar yıllar sonra yayımlanmasına, edebiyatımıza adeta yeniden kazandırılmasına– bilhassa son yıllarda ağırlık verildiğini görüyoruz. Mehmet Rauf gibi vefat etmiş diğer yazarlarımızın eserlerinin de uzun, çok uzun bir zaman sonra, bilhassa günümüzde gün ışığına çıkmasında, öncesinde yayımlanıyorsa bile uzun bir zaman sonra farklı yayınevleri tarafından artarak, çeşitlenerek yayımlanmasında muhtemeldir ki sanatçıların telif yasalarına ilişkin madde –olasılıkla bağlaç ile: madde de– belirleyici oluyor.


Romanını Aşan Karakterler


Bir roman; karakterini ister sevin ister ondan nefret edin, o karakterin sizde yarattığı duyguların yüceliğiyle –okurda oluşan üstün beğeni ya da nefret derecesine uzanan eleştiri, hatta tiksinme duygusuyla– ayrı bir yetkinliğe erişir; bir romanı ölümsüz eserler arasına katacak önemli unsurlardan biri de anlatıcısının bu türden unutulmaz bir karakter yaratabilme gücüdür. Suç ve Ceza, Don Kişot, Madame Bovary, Çalıkuşu, Dava, Değişim/Dönüşüm, Sefiller, Tutunamayanlar, Anayurt Oteli, İnce Memed, Murtaza, Aşk-ı Memnu, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Aylak Adam, Huzur romanlarını bu denli zaman ve hatta sınırlar ötesi kılarak kuşaklar sonrasına ulaştıran en önemli pay, yazarlarının; Raskolnikov, Don Kişot, Emma Bovary, Feride, Joseph K., Gregor Samsa, Jean Valjean, Selim Işık-Turgut Özben –Olric, en çok Olric–, Zebercet, İnce Memed, Murtaza, Bihter, Hayri İrdal, C., Mümtaz karakterlerini var etme biçimleri, bu karakterleri hayatın öz suyuyla gerçek birer insana dönüştürebilmeleri değil midir!


Samim de Karanfil ve Yasemin romanında nev’i şahsına münhasırlığıyla başta ve sonda değerli, çok değerli bir başkarakter olarak çizilirken, onun aşka bakışı, aşk mevzuunda ters köşe oluşu, travma derecesinde yaşadığı acı dolu zamanlar Samim’i aynı zamanda bir tip’e de dönüştürür: Ah Samim! Bir insan kendi kör kuyusuna, zulmetine, mecazi ölümüne –ama öyle bir ölüm ki, hani şu, insanın ölümlerden ölüm beğeneceği türden bir yaşamak nasılsa, öyle; çırpınış, travma (…)– bu kadar mı hızla koşar, bunda bu kadar mı istekli olur! Başlarda çok biliyordur Samim, hayatı, aşkı, kadınları… Tercihini yine kendi aklıyla, iradesiyle yapar/yaptığını düşünür:


Yezdan, Pervin, daha başka kızlar, daha başka kadınlar, tebessüm, neşe, saadet idiler. Fakat Nevhiz’de bir başka hususiyet vardı ki, onu bütün diğerlerinden ayırıyor, kendisine yegâne bir mümtâziyet [seçkinlik] veriyordu. Onda zulmet [karanlık] vardı, esrar vardı, uçurum ve elem vardı… Ötekiler sevmek ve mesut etmek için dünyaya gelmişlerdi; Nevhiz de elbette sever ve sevince yakarak, öldürerek, kahrederek mesut ederdi. Samim kendi kendine: “Ben mutlak pervane ruhlu bir adam olacağım ki, onu tercih ediyorum, adeta bile bile, isteye isteye yanmaya, kavrulmaya âşıkım…” diye mırıldandı.



Dehlizler…


Mehmet Rauf, aşk romanı, hatta “yasak aşk” romanı Eylül’le edebiyatımızda taçlanmış önemli yazarlarımızdandır. Eylül, teknik altyapısıyla başarılı ilk psikolojik roman olarak da tanımlanır ve değer görür. Karanfil ve Yasemin ise Mehmet Rauf’un gölgede kalmış romanlarından. Yayımı öncesi son okumasını yapma vesilesiyle okudum bu romanı. Son okuma işi –düzeltmenlik– biraz da böyledir, okumayı akıl dahi edemeyeceğiniz ya da okuma listenize bir türlü ekleyemediğiniz kimi eserler düşer önünüze, editörünüz mail’inize göndermiştir son okumasının yapılması için ve bakarsınız bir cevher; bir yandan işinizi yapar, diğer yandan o değerli eseri tadına vararak okumuş olursunuz.


Saplantılı karakterinin psikolojik tahlillerini canhıraş anlatımıyla sunabilen, karakterinin içinde bulunduğu durumdan psikolojik tespitlere evrilebilen, okurda istihza, beğeni, ünlem duyguları bırakabilecek düzeyde yetkin bir roman Karanfil ve Yasemin. Teknik açıdan yetkinliği, konunun işlenme biçimi, dildeki akıcılığı, özgün anlatımı ve karakterlere biçilen rollerin gözü karalığı ile göz ardı edilemeyecek bir roman. Samim’e yüklenen ihtiras duygusu, bir kalpte/sevgilide karar kılamama gibi karakteristik özellikleriyle romanın örgüsüne eklenen ve tadına doyum olmayan entrika, dildeki akıcılık, döneme özgü anlatımıyla örülen tasvirlerindeki başarı ve çatışmalarındaki gerilim ile Karanfil ve Yasemin’de başarılı, çok başarılı bir anlatı sunuluyor okura: psikolojik tahlilleriyle gerilime evrilen ve yer yer ürpertici bir anlatı.


Rauf, bu romanında aşk, yasak aşk teması etrafında ördüğü Samim karakteri ile; kendine ve hayata güvenen, toplumun değil kendi ahlak anlayışının, işine geldiği gibi kullanabileceği şekilde düzenlediği öğretilerinin peşinden giden; ancak hayatın o her daim en büyük öğretici olmasının esrarengiz üst-aklıyla aşkın hiç hesap edilemeyen dehşetli tuzağına, kramp geçirten korkulara kapılmanın, tutulmanın –aşka, kadına tutulmanın– romanını yazmıştır, diyebilirim. Aldatma, örgünün belirleyicisi niteliğinde; entrika da buradan doğuyor. Romanın başarısı da özellikle Samim’in aşk sancısı çektiği anlatımlarda saklı en çok; ama değil, bununla hiç sınırlı değil…

Karanfil ve Yasemin’de gördüm ki; yazarlara/edebi dönemlere ilişkin o basmakalıp kimi tanımlamalar, yukarıdaki ilgili paragraflarda da değinmeye çalıştığım o genelleme ifade eden karakteristik etiketler yanıltıcı olabiliyor, eserin dehlizlerine ulaşırsanız göreceğiniz türden.


“Servet-i Fünûncular dönemin toplumsal koşullarına sırt çevirmişlerdir; ülke, millet hatta dünyanın içinde bulunduğu şartlara, tarihsel gerçekliklere eserlerinde gözlerini kulaklarını kapatmışlardır” türünden görüşlere, edebi tespitlere adeta bir itiraz sunuyor Rauf bu romanında, ancak şaşırılmayacak düzeyde nahif, kısık sesli bir itiraz. Samim’in ve diğer karakterlerin de eşlik ettiği kimi bölümlerde geçen cemiyet toplantılarında geçen diyaloglarda bu itirazı görüyor okur: O döneme ayna tutan alaturka-alafranga ikiliği, dönemi etkisi altına alan harp ve sonuçları karakterlerin konuşmaları, hatta kimi görüş ayrılıkları üzerinden ele alınıyor. Rauf’un 1920’lerde kaleme aldığını bildiğimiz Karanfil ve Yasemin, o dönemin henüz birkaç yıl öncesinde ülkece yaşanan Kurtuluş Mücadelesi’nin ve/veya hemen yanı başındaki 1. Dünya Savaşı’nın ve etkilerinin İstanbul cemiyet hayatında nasıl karşılık bulduğunun da fotoğrafını sunuyor adeta.


Evet, Karanfil ve Yasemin de bir aşk romanı, hatta tıpkı Eylül gibi yine bir “yasak aşk” romanı. Ve ama, bu romanı özel, etkili, değerli kılacak olan da; yazarının, bağlı olduğu edebi dönemin ilkelerini, yönelimlerini yansıtacak şekilde ben’den, bireysel temalardan, o hiç eskimeyen aşk’tan beslenirken, bu genel atmosferin içine İstanbul sosyolojisini ekleyebilme maharetinde gizlidir: Tahsil görmüş, daha ziyade varlıklı –seçkin– İstanbul insanının cemiyet toplantılarında, balolarda modaya, hayata bakışı ve yaşama şekli yer yer ürpertici etkisi ve kimi tarihsel bir fotoğraf belgeselliğiyle farklı okumalar sunuyor.






*Yazarın kendi imlası korunmuştur.

KARANFİL ve YASEMİN

Mehmed Rauf

Ayrıntı Yayınları

İstanbul 2018

336 s.

Comments


bottom of page