“Kerpiç evlerde yaşanan gerçek hayatlara ayna tutmak istedim”
Gizem İris, Nagehan Kruç Şeremet ile ilk romanı Kerpiç Reçeli kitabı özelinde söyleşti: "Hayat bizi yaşadığımız evle aynı kimliğe büründürüyordu. Onun kokusu bize, bizim kokumuz ise yaşadığımız evlere siniyordu. Ülke gündemindeki dizilerde lüks hayatlarla zihinler doldurulurken ben, kerpiç evlerde yaşanan gerçek hayatlara ayna tutmak istedim."
Gizem İris
Yarım kalmışlıklar, bitmeyen bir özlem ve geriye anı olarak kalan hüzün dolu nice hikâyeler... Yaşattığı tüm duygular ve bıraktığı travmalarla Türkiye'nin en acı gerçeklerinden olan Balkan göçü, yazar Nagehan Kruç Şeremet'in kaleminden çıkan “Kerpiç Reçeli” ile tekrar hatırlanıyor.
Göçle birlikte hayat çizgileri İstanbul'a doğru kırılan bir ailenin, savruluşunu ve tepetaklak olan aile bağlarını çarpıcı şekilde gözler önüne seren Kruç Şeremet, anılarından yola çıkarak okuruyla buluşturduğu romanı ile kerpiç evlerde yaşayan gerçek hayatlara ayna tutmak istediğini ve ne olursa olsun yola devam eden umutlu insanların hikâyelerini anlattığını söylüyor. “Edebiyatımızın hacimli sayfalarına ‘evler yazarı’ olarak kazınmak isterim.” diyen Şeremet ile Destek Yayınları etiketiyle raflarda yerini alan ilk romanı Kerpiç Reçeli’ni konuştuk.
Üsküp’ten Türkiye’ye savrulmalarıyla birlikte hayatları darmadağın olan bir ailenin hikâyesi Kerpiç Reçeli… Temelleri ailenizin köklerine uzanan, yaşanmış gerçeklere dayanan bu hikâyeyi anlatmaya nasıl karar verdiniz?
İstanbul’un yavaş yavaş değişen yapısı neticesinde eşimle Trakya’ya yerleşme kararı almıştık. Aslında bu sürecin başında tüm hikâye zihnimde uykudaydı. Ancak pandemi ile şehirler arası yolculuklara kısıtlamalar getirilmesi ve bu kısıtlamaların, İstanbul’da ikamet eden anne ve kardeşlerimi görmeme engel olması içimdeki özlemi artırdı. Ben de bu süreçte Üsküp’ten Türkiye’ye göçerken bir daha annesini göremeyeceğini bilerek ardında bırakan anneannemin, zaten annesiz bir çocuk olarak Türkiye’ye göçen ve anne eli olmayan hayatıyla küçük yaşında yüzleşen babaannemin anılarını duyumsadım. Güçlü bir özlem duygusu içimde çağıldadı ve bir kitaba doğru taştı.
“Hep hasret ve kavuşma ikileminde geçti ömrüm.” diyen Ender’in de vurguladığı gibi yarım kalmışlıklar ve bekleyişlerle örülü bu romanda, hüznün yanı başında hep umut duruyor. Yazarken nasıl kurguladınız bu ikilemi?
Hayatımızın başrolüne oturttuğumuz bir duygu hâlini aldı artık, teselli. Öyle şeyler yaşar olduk ki ruh sağlığımızı korumak adına sık sık kendimizi telkin ediyoruz. “Yaratılmışlığın en sistemlisiyim ama benim de gücümün bir sınırı var,” diyoruz. İşte o süreçte devreye “umut” giriyor. Zihin ister istemez kendisi ile gerçekleşen durumlarda hayatta kalmak adına daha iyisine kavuşmayı arzuluyor. Ne yaşarsa yaşasın hayra yoruyor ve yoluna devam ediyor. Kendi iç sesiyle devamlı umut etmek, gerçek yaşam hikâyesini okurda duyumsatmak adına sık sık başvurduğum bir yöntem oldu.
Göç gibi toplumsal hafızaya kazınan travmalar, yaşandığı anda kalmıyor ne yazık ki kuşaklar boyunca aktarılıyor. Tezer Özlü’nün, “Kendimi genellikle yeryüzünün her yerinde sürgün sayıyorum. Ve hiçbir yerinde göçmen saymıyorum.” şeklinde tanımladığı göç gerçeğini, siz yaşamış biri olarak nasıl tanımlarsınız?
J. Jacques Rousseau’nun sevdiğim bir alıntısıyla başlamak isterim. “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘Burası benimdir’ diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu.” Bununla beraber Tezer Özlü’nün de duruma benzer bakış açısıyla yaklaştığını düşünüyorum. Tarihselden moderne göç, hayatımızdan eksik olmayacak bir gerçek. Göç olgusuyla örülmüş travmalarımızın da aslında henüz ana rahmine düşmeden talihimize işlendiği gerçeğini düşünecek olursak, var olduk ve kısa bir hayat sürdürüyoruz. Mühim olan bu duruma, tarih bilgisine hâkim olarak hoşgörü ile yaklaşmak derim. Bu noktada deneyimlediğim bir süreci de dile getirmek isterim. Günümüzde biz Balkan göçmenlerinin ülkeye savaşmadan gelen sığınmacı topluluklarla kıyaslanması ve hatta bir tutulmasını hayretle karşılıyorum. Çünkü bizler Rumeli’ye iskân ile yerleştirilmiş bir toplumuz, yani zaten bu milletin bir uzvuyuz. Bunu sorgulayan kimselerin, tarih bilgilerine güvenilir kaynaklardan ulaşmasını tavsiye ederim.
Adı gibi ender bir karaktere sahip olan “Ender”den dinliyoruz tüm hikâyeyi. Ne kadar yara alsa da güçlü duruşuyla hayatta kalma mücadelesi veren, kendine yetmeyi öğrenmiş Ender’i yaratırken nasıl bir kadın çizmek istediniz?
Günümüz şartlarında ötekileştirilen, psikolojik olarak yıldırmaya çalışılan, adeta bir savaş içinde ömür sürdüren tüm kadınlara: “yalnız değilsiniz, bu benden size bir dost eli, düştüğünüzde kaldırmaya uzanan” demek istedim… Hayatta ne yaşarsak yaşayalım üstesinden gelebilme gücü yine sizin elinizdedir. Karşı taraf oyunun tüm kurallarını koyarak hareket ediyorsa sizler de manevra yapabilecek kabiliyete sahipsiniz ve yenilmeme gücü de her zaman sizin elinizde, yeter ki kendi içinizdeki gücü yitirmeyin mesajı vermek birincil hedefimdi. Bu sebeple işittiğim ve birlikte büyüdüğüm tüm anılar yeniden güçlü bir kadının bedeninde can buldu. Benim mücadele sever karakterim ve kurgumla da bir roman hâlini aldı.
Roman boyunca okur; Samatya, Üsküdar, Ayrılık Çeşmesi ve Kapalıçarşı’ya gidiyor, bazen rutubetli bazen de kerpiçten evlerde buluyor kendini. Geçmiş, şimdi ve geleceğin iç içe geçtiği akışta mekânlar da önemli tamamlayıcılar olarak karşımıza çıkıyor. Mekânın ve ev kavramının, roman özelinde anlatımınızdaki yeri nedir?
Behçet Necatigil edebiyatımızda “evler şairi” olarak tanınır. Ben de edebiyatımızın hacimli sayfalarına “evler yazarı” olarak kazınmak isterim. Çocukluğumdan bu yana bir evin dış görünümüne bakıp içindeki hayatı hayal etmeyi oldukça severim. Bunun etkisi göz ardı edilemez ancak burada asıl değinmek istediğim konu, köyde eğitim vermiş bir öğretmen olarak fakir yaşamların göz ardı edilemez gerçeğiydi. Hayat bizi yaşadığımız evle aynı kimliğe büründürüyordu. Onun kokusu bize, bizim kokumuz ise yaşadığımız evlere siniyordu. Ülke gündemindeki dizilerde lüks hayatlarla zihinler doldurulurken ben, kerpiç evlerde yaşanan gerçek hayatlara ayna tutmak istedim.
Ender’in bir dileği vardı: “Güneş bir gün kendi kararlarımı alabildiğim bir dünyaya doğacaktı ve o gün her şey bambaşka olacaktı.” Sizin bu dünyaya dair dileğiniz ne olurdu, sizce dünyayı ne kurtaracak?
Başkalarının boyunduruğu altında yaşamak durumunda olan genç bir düşünce, aslında hayattaki en büyük prangasını yiyor. Günümüzde de deneyimli ancak köhne kalmış birçok beyin, genç zekâların gün yüzüne çıkışını etkileyen kalın bir perde görevi görüyor. Bu sebeple yarınlarımızı kurgulayacak olan taze zihinlerin, düşünce boyutunda serbest kalmasını ve hedeflerini birilerinin kurgusuna feda etmeksizin, özgürce hayata geçirmelerini dilerim. Yaşanabilir bir dünyayı vicdan ve iyilik kuracak.
İlk kitabın heyecanı apayrıdır elbette ancak yakın dönem için anlatmayı planladığınız yeni hikâyeler var mı?
“Kerpiç Reçeli” dosyasını noktalamam itibarıyla içimde çok değişik bir his oluştu. Uyku uyutmayan cinsten. Dilerim bu heyecanım tüm romanlarımda aynı dozda tazeliğini korur. Kitap takip ederken eş zamanlı gitmeyi sever hatta aynı anda birkaç kitap okurum. Bu durum yazın hayatıma da nüksetmiş olacak ki şu an ikinci romanım da taslak hâlinde. Yakın zamanda onu da tamamlamayı ve yayınlamayı yürekten istiyorum. Sıradaki romanımda, bu kez üç farklı nesli bir arada yaşamaya mecbur kılan bir durumu konu edineceğim.
Comments