Keşke Çevrilse: B.S. Johnson'ı hatırlamak.
Litera'da yeni başlık: "Keşke Çevrilse". Unutulmuş, ihmal edilmiş ve Türkçeye çevrilmemiş yazarlara/kitaplara odaklanacak "Keşke Çevrilse"nin ilk yazısında, Fatih Balkış İngiliz edebiyatının unutulmuş yazarlarından B.S. Johnson'ı hatırlatıyor bizlere.
Fatih Balkış
B.S. Johnson’ı Hatırlamak İngiliz romancı Jonathan Coe 2004’te yayımlanan Like A Fiery Elephant: The Story of B.S. Johnson adlı biyografisinin hemen giriş bölümünde Johnson’ın edebiyat sahnesinde bütünüyle unutulmuş olmasından şikâyet eder. Romanlarının çoğunun yıllardır ikinci baskısı yapılmamıştır ve birkaç akademik makale dışında adına hemen hiçbir yerde rastlanmaz. Oysa Johnson altmışlı yıllardan başlayıp 1973’teki intiharına kadar üretim yaptığı süreçte, Beckett sonrası uzun bir suskunluk dönemine giren İngiliz avangard edebiyat sahnesini paylaştığı Rayner Heppenstall, Nicholas Mosley, Ann Quin, Eva Figes gibi figürlerin yanında tek kişilik performanslar gerçekleştiren bir militan gibidir.
Coe biyografiyi yazabilmek için Johnson’ın dul eşinden aldığı izinle yedi yıl boyunca kimi zaman haftada üç kez Johnson’ın evine gidecek ve ondan geriye kalan toplamı kırk kutuyu bulan müsveddeleri inceleyecek, notlar alacak ve edebiyat tarihinin unutulmuş yazarına bir kez daha hayran olacaktır.
Kırk yıllık yaşamına yedi roman, iki küçük cilde sığabilecek kadar şiir, oynanmamış sahne oyunları, senaryolarını yazdığı ve yönettiği bir düzine kadar kısa film sığdırmıştır Johnson. Bir yandan hayatını kazanmak için şehir şehir dolaşıp futbol maçları, tenis karşılaşmaları üzerine gazete yazıları yazarken, diğer yandan yayıncı bulduğunda polemik üreten yazınsal makaleler yayımlar, belgeseller çeker ve sendikalar için propaganda filmleri üretir. Bu militan yazar profili bulunduğu edebiyat çevresi tarafından dışlanmasının asıl nedeni olarak gösterilebilir. Johnson’a göre ana akım İngiliz edebiyatı, 19. yüzyıl edebiyatının anlatım tekniklerini kullanarak Joyce ve Beckett’ten kalan mirasa ihanet etmektedir. Bu modası geçmiş tekrar edebiyatı eskimiş ve günümüz gerçeklerini taşıyamayacak kadar yorgundur. Çağdaş yazarlar ne kadar iyi yazarsa yazsınlar geçmişe öykünmeyi bırakmalıdır. O dönemin gerçekleriyle şimdinin arasında uçurumlar vardır. İlk romanı Travelling People’da (1963) her bölümde farklı bir anlatım tekniği kullanarak ilk radikal biçim denemelerini gerçekleştirir. Hemen bir yıl sonra bu kez daha cüretkâr bir biçimde bütünüyle fragmanlar ve epizotlardan oluşan, okurun kahramanın geleceğini görebilmesi için sayfaların arasında delikler açılmış ikinci romanı Albert Angelo’yu yayımlar. Anlatının parçalanmış yapısına karşın çizgisel olarak ilerleyen olay örgüsü 161’inci sayfada bir anda kesintiye uğrar: “Sikerim bütün bu yalanları yazmaya çalıştığım şey yazmaya çalışmak üzerine sadece mimari üzerine değil yazmanın yazılması üzerine kahraman benim ne saçma bir yaklaşım bu kendim hakkında bir şey söylemek için onu kullanıyorum albert bir mimar ne anlamı var -mış gibi yapmanın ve dahası -mış -mış gibi yapmanın her şeyi onu alet ederek söyleyebilirim söylenmesinin zorunlu olduğu her şeyi...”
Yazarın sesinin anlatıcının sesinden farklı olarak duyuluşu kuşkusuz edebiyat tarihinde yeni bir şey değildir. Kaldı ki Johnson yapıtlarını Beckett’in metinleri üzerine yeniden inşa etmektedir. Beckett’in üçlemesinin son kitabı Adlandırılamayan’da anlatıcı (olası Beckett) bir anlığına o güne dek yazdığı her şeyin sahteliğine, dahası Barthes’tan çok önce yazarın ölümüne işaret eder: “Tüm bu Murphy, Molloy ve Malone’lar kandıramaz beni. Zamanımı yitirdim onların yüzünden, boş yere acı çektim, onları anlattım durdum, oysa susabilmem için kendimden, yalnızca kendimden söz etmem gerekiyordu. Ama biraz önce kendimden söz ettim, kendimden söz etmekteyim dedim. Biraz önce dediğim umurumda değil. Kendimden ilk kez söz edeceğim.” (çev. Uğur Ün, Ayrıntı, 2011) Johnson üçüncü romanı Trawl’da (1966) artık kurmaca karakterler ve mekânlar yaratmaktan bütünüyle vazgeçer. Yayıncısı dosyanın otobiyografi olduğu iddiasındadır ve romandaki kişilerin ve mekânların isimlerini değiştirmek koşuluyla dosyayı basmayı kabul eder.
“Hikâye anlatmak,” der Johnson, “yalan söylemektir.” Israrla dile getirdiği şey yazarın form arayışını sürdürürken kendi yaşamının temel gerçeklerini anlatmaya odaklanması gerektiğidir. “Gerçeği roman formatında anlatmayı seçtim, romancı kurmaca yazan bir yazar olmamalıdır” derken ilk kez yazarın da kendinden söz edebileceğini ve böylece gerçeğin bir santim uzağından söz söyleyebileceğini keşfeder. Romanlarının tümünde bir zamanlar yaşamın parçası olsa da şimdi unutulmuş ve ancak detaylarda yeniden keşfedilebilecek anıları açığa çıkarma girişimi vardır. Anlatıcı geçmişindeki travmatik bir anıya dönüp bununla yüzleşmek zorundadır. Bu girişim okura bir nevi yaşantının acı tezahürlerini göstermektir. Johnson’ın en çok ilgi gören dördüncü romanı The Unfortunates(1969) bir kutu içinde, yalnızca ilk ve son bölümün yazar tarafından belirlendiği, arada kalan yirmi beş bölümünse okurun dilediği sırayla okuyabileceği yirmi yedi bölümlük ciltlenmemiş sayfalar olarak karşımıza çıkar. Gerçeğin anımsandığı gibi yani ancak fraktal olarak anlatılabileceğini kanıtlamak ister gibidir Johnson. Bir futbol maçının haberini yapmak üzere adı anılmayan bir şehre gelmiş anlatıcımız birdenbire bu şehirde, bir zamanlar çok yakın bir dostunun ölümüne tanıklık edişini anımsar. Fragmanlar halinde, kimi zaman detayları unutulmuş, kimi zamansa detayları anımsamanın getirdiği bir yoğunluk nedeniyle sırtlanması zorlaşmış anıları taşımaktan yorulmuş bir zihni takip ederiz. Johnson romanın kutudan çıkar çıkmaz sayfalarının iskambil kartları gibi karıştırılıp okunmasını önerir. Okur ancak bu biçimde anımsamanın ve bunları kayda geçirmeyi gerçekten deneyimleyecektir. Anlatılan hikâyedeki Tony aslında Johnson’ın yirmi dokuz yaşında kansere yenik düşen, King’s College’tan yakın arkadaşı Tony Tillinghast’tır. Romanın yazıldığı yıl Johnson Observer için futbol maçı yorumları yazmak için şehir şehir dolaşıyordur.
Johnson artık tam anlamıyla okurla doğrudan konuşma fırsatınıThe Unfortunates romanıyla yakalamış gibidir. Ancak metinde de kendiyle hesaplaşmaktan geri durmaz. Olayları anlatırken dramatize etmekle suçlar kendini. Başlangıçta amaçladığı noktadan uzaklaşıyor olmanın verdiği bir tür huzursuzluktur bu. Yazar kendi kaybını soğukkanlılıkla yeniden ele alırken gerçeğin kumsu yapısına saldıran zamanın dalgalarına karşı durabilmelidir.
Okursa elindeki ayrık sayfalarda uzak bir işçi semtinde, uzun süren yağmurlu ve karanlık günlerin gölgesinde geçen bir yas hikâyesini okurken bulacaktır kendini. Birdenbire tek bir bölümle sınırlandırılmış ve bu trajediden payını almış futbol maçının anlatıldığı birkaç sayfayla karşılaştığında da sarsılacaktır.
“Yazar çalmalı, ödünç almalı... ve her şeyden önce bir iddiayla ortaya çıkmalı” diyordu Johnson, intiharından altı ay önce yayımladığı Aren't You Rather Young to Be Writing Your Memoirs?adlı deneme kitabında. Altı roman yayımlamış, yedincisini tamamlamışken ölüme çok yakın olduğunu biliyordu kuşkusuz.
Bugün Jonathan Coe’nin bıraktığı yerdeyiz hâlâ: B.S. Johnson’ın romanlarının yeni baskısı sıkça yapılmıyor ve başka dillere çevrilmiyor, ama tüm bunlar onun başka metinlere kapı aralayan bir dünyanın öncülerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Comments