Dağınık değil parçalı bir zihnin anlatısı: Kızılağaçlar Cinayeti
Figen Alkaç yazdı: "Kitaplarının neredeyse hepsinde aile, inanç, dil, ölüm, toplum ve diğer ötekiler üzerine kafa yoran Abdo, Kızılağaçlar Cinayeti’nde bunlara bir de erken ötekiler olarak masalı da ekler. Ali ve Ayşe’nin masalına dâhil olan dört çocuğunun (Fatma, Mehmet, Zeynep ve Ahmet), gerçeklerin üstesinden gelememeleri, kendilerine yeni bir gerçek ya da hayatlarına dair karar alma gücü bulamamalarının anlatısıdır."
Bora Abdo “Ben, korkuya öfkeliyim en çok” der bir söyleşisinde. Günleri açmak istemediği bir koyulukta geçen yazarın son romanı Kızılağaçlar Cinayeti Aylak Adam Yayınları tarafından yayımlandı. (Şubat/2023)
Romanın yol haritası ve hatta açıklaması niteliğinde olan giriş paragrafında Abdo, ressamı tespit edilemeyen bir tabloda, üzerinde bir masal kitabı duran ahşap bir masaya oturmuş altı kişinin bir nesneye ya da bir şeylere bakarken çıldırdığı anı resmettiğini, resme bir kez bakanın ömür boyu büyülü bir baş dönmesiyle yaşadığının rivayet edildiğini ve romanın, bu tablonun ve tablonun içindeki masal kitabının romanı olduğunu söyler.
Kitaplarının neredeyse hepsinde aile, inanç, dil, ölüm, toplum ve diğer ötekiler üzerine kafa yoran Abdo, Kızılağaçlar Cinayeti’nde bunlara bir de erken ötekiler olarak masalı da ekler. Ali ve Ayşe’nin masalına dâhil olan dört çocuğunun (Fatma, Mehmet, Zeynep ve Ahmet), gerçeklerin üstesinden gelememeleri, kendilerine yeni bir gerçek ya da hayatlarına dair karar alma gücü bulamamalarının anlatısıdır. Ama sadece bu kadarla yetinmez yazar bir de bilindik ve içine doğulan bir masalın imkânıyla yetinmeyen kendi masalını arayan, o masalı kurmakta ısrar eden, seçimlerine göre masalı hizaya getiren bir de Cüneyt vardır. Öteki olan oğul Cüneyt. Ölen, öldürülen ya da öldü sanılan Cüneyt’in varlığından bile emin değilizdir. Masala eklemlenmeyenin, dile, sisteme, söze, cümleye ilişmeyenin koparıldığı ve hatta belki de yoktu’ya dönüştürülen varlığının sembolik halidir Cüneyt. Sadece çocukların değil baba Ali ve anne Ayşe’nin isimleri kadar kolay olmayan hikâyeleri, rolleri üzerine de çok şey anlatılır romanda.
Birçok disipliner alanın içinden seslenir okura Abdo. Resmin içinden, kutsal kitapların, felsefenin, psikanalizin, en çok da varoluşun içinden seslenir. Kitapta bahsedilen büyülü baş dönmesi, yabancılaşmanın hem ötekinde hem de karakterlerdeki tezâhürüdür. Varlığın özüne, insanın hakikatine sözün, dilin ve zamanın müdahalesinin yıkıcılığının parçalı anlatısıdır roman.
En yakından tanıdığına öfkelenir insan. En iyi bilip anlatamadığına, kaçtığına. Öfkelenir. Bu nedenle korkmak ile korkuyu reddetmek arasındaki sonsuz tekrarın devinimiyle yazılmış bir romandır diyebiliriz Kızılağaçlar Cinayeti için.
Okur dikkatini her daim diri tutmak için hatırlamanın silik ve karışık hafızasından tek tek ve özenle seçtiği kelimelerle yazılan Kızılağaçlar Cinayeti’nde yazar, zor konulara kafa yoran anlatıcılarla seslenir okura. Ailenin ne menem bir şey olduğunu, kutsalla kurulan ilişkiyi, varoluşun ve dile gelmenin imkansızlığını bilindik okuma deneyiminden çıkararak sunar.
Okur bu derinlikli ve çoklu aklın peşinden gider, evet ama bu gidiş, parçalı bir bütünün çalkantısız, kendi akışını bulmuş gidişidir. Bilindik çatı hikâyeyle sürüklenip kendinden geçen değil, metnin aklının bilinçdışı deneyimleriyle heyecanlanan okurlara seslenir. Sadece bununla kalmayıp tür olarak Roman’ın da yapısının değiştirilerek anlatı sınırlarının zorlandığı dikkatten kaçmaz.
Kızılağaçlar Cinayeti’nin kanaatimce en dikkat çekici yanı bedenin de hikâye gibi bir bütünlüğün içinde ama parçalı olarak kurgulanmış olmasıdır. Kuru ve çatlak yanaklara, nasırlı ayak tabanlarına ve hatta sırtta beliren irinli çıbanlara bile söyleyecekleri olan karakterleri ile roman oldukça farklı bir okuma pratiği sunar okura.
“ ‘Düşünmek mi?’ diye sordum karıcığımın kuru ve çatlak yanaklarına. (s.81);
“ ‘Neden olacak,” diye fısıldadım kocacığımın sırtında beliren irinli çıbanlara,” (s.14);
“ ‘Gülmemi anlamıyorlarmış,’ dedim kocacığımın nasırlı ayak tabanlarına” (s.84);
“ ‘Hep böyle peşin peşin düşünüp çabucak da yanılıyorsun,’ deyip dilimin ucunu gezdirdim karıcığımın belinde” (s.65);
Erken ve farkındasız temas sonucu oluşan hafızanın imkânı
Kitapta karakterlerin her biri başka bir hafızadan ve hatta kendi düşüncelerini bile çeldiren bir hafızadan konuşurlar. Hafızanın imkânlı kıldığı sahnelerin içinden geçer ve sayıklarlar.
Sayıklarlar kimi zaman
“ ‘ Mehmet karanlik bir dalgınlığın içerisinde yeniden sayıklamaya ve sayıkladıklarını can kulağıyla dinlemeye başladı./Hiçbir şekilde konuşmaya değmez bu kainat, diye zihninde dolandırdığı sözcükleri sayıklıyordu kendi cümlelerinden” (s.60);
karakterler bir bütüne eklemlenme zorunluluğu hissetmeseler de son kertede aynı hikâyenin parçasıdırlar. Çünkü bütüne ihtiyaç duyarlar yaşadıklarına ikna olmak için, konuşmaya, fark edilmeye ihtiyaç duyarlar.
“ ‘kardeşler nadiren de olsa konuşurlar ancak birileri isterse yaşadıklarının farkına varıp nefes alıyorlar.” (s.81);
Bir rüyanın içindedirler sanki bir büyük rüyânın. Dünya denen rüyânın. Bir şeyleri sora sora anlamak için uğraşan karakterle ilerleyen roman,
“ ‘Sözcüklerin bir suçu yok ama biliyorsun, değil mi kocacığım? Bütün günah çağrışımlarda” (s.78);
diyen anne Ayşe’nin son nefesinde bile sırlarını söylemediği, ne kadar çabalarsa çabalasın sözcüklerin, dilin ancak imkânsızı anlatabileceği düşüncesinin altını çizer.
Abdo’nun sadece kişisel ve toplumsal düzlemdeki bilindik hafızayla değil, erken ve farkındasız temas sonucu oluşan hafızayla bir perdeyi aralar gibi konuşturduğu karakterlerine alışırız okurken. Elbette çok zorlanırız çünkü karakterlerin anlattıkları neticesinde hafızanın tecrübeyi şart koşmadığını fark ederiz ve bu bizi şaşırtır. Sanki bir imkânsız anlatının içindeyizdir artık ve Kızılağaçlar Cinayeti bire bir yaşanmasa da görülen, duyulan yahut şahit olunan olay ve durumların da hafızamızda yer ettiğini söyler bize. Fark etmesek de kulağa ilişen bir askerlik anısının, dayak yiyen arkadaşımızın gözyaşlarının ve hatta sokağın tehdidin de hafızaya dahil olduğunu ayırt ederiz.
Aynı evde, aynı şartlarda yaşayan kardeşlerin hatırladıklarının ve hatırlama yöntemlerinin farklı olması dikkat çekicidir. Koku ile hatırlayan (Mehmet), düğmelere hayranlık besleyen (Zeynep) örnek olarak verilebilir. Diğer kardeşlerin de kelimelerin sonsuz ama her defasında varlığı, şeyleri değiştiren tekrarı ile ve bazen kendi düşüncelerini de çeldirerek konuşmaları kitabı farklı kılar. Dağınık değil ama parçalı bir zihnin anlatısıdır Kızılağaçlar Cinayeti. Elbette sürüklenerek okunamaz. Dura-düşüne, parçaları birbiriyle ilişkilendirerek ve Cüneyt’in ölü mü değil mi’siyle okunur kitap. Cüneyt’in ölü olduğuna inanmaktan başka çaresi olmayan okur için ölünün dedikleri ile mevcut dünya algımız arasında bağ kurmakta zorlandıkça da geriye dönüşlerle sürer. İlerlemez ama. Bir solukta bitirilmeyecek anlatıdır Kızılağaçlar Cinayeti. Bu iyi bir şeydir. Bir solukta bitmeyen anlatılar yeni bir okuma, düşünme, anlama pratiğine imkân sağlar çünkü. Yeniden okuma, merak etme arzumuz aslında belirsizliği ortadan kaldırmak içindir. Romanda bile belirsizliğe tahammül edemeyen okurun cesaretine ihtiyacı vardır romanın. Bir başka türlü anlatının bir başka türlü okuru oluruz. Yeni bir okuma tecrübesine alan açar roman.
Çağrışanların ve sonsuz tekrarın imkânı
Kelimelerin bilindik, alışılagelmiş yapısı yerine kelimeler ve anlamları, çağrışanların imkânı ile yazan Abdo, yeniden ve tekrar düşünmeyle değişen, dönüşen yapı içinde sürdürür anlatısını. Sonsuz tekrarın ve onun olanağı olan çoklu anlamın imkânına sürüklediği kelimelerden biri merhamettir örneğin.
Merhamet kelimesini yapıbozuma uğratır. Sadece üzüntü ve acı karşısında hissedilen bir duygu değildir artık merhamet. Harekete geçiren ama bilindik hareketin aksine acı ve varlığın esaretten kurtarılması olarak harekete geçen bir duygudur artık. Bu durum kitapta şu sözlerle belirtilir.
“Başımı, her iki yandan müthiş bir zevkle bastıran mengeneyi artık
atıp yerinden söküp yerlere çalmamın ve anne ve babamın hayatlarına son vermemin, /..sebebi hepsine ve herkese karşı duyduğum merhametti.”(s.117);
Bu farklı bakış, kelimenin her kişide yeniden tecrübe edilmesinin bir sonucudur. Bu nedenle anlatmak, anlamak bitmeyen bir süreç olarak verilir Kızılağaçlar Cinayeti’nde. Kelimeler an, mekan, zaman, hâl ile ve uğradığı kişiye, hafızasına ve duygularına göre yeniden biçimlenir. Anlatılanlar hep yeniden tekrar ile ve her tekrarda anlatılanların yeniden başka bir hatıraya sıçraması bu nedenledir.
Kitap 121. sayfadan başlar bana göre. Anlamak için başlangıcın şart koşulmadığı kitaptır elimizdeki. Kitabın hikâyesi bize beklenen ipuçlarını vermez. Her karakterin anlatısında onun hikâyesinin bir yerinden başlarız ki bu hikâyenin neresidir biz hikâyenin aslında neresindeyizdir bilemez, merak eder, yeniden döner yeniden okuruz. Belki de yeniden başa dönüp anlamak için okumak ihtiyacı hissettikçe ve her okuduğumuzda birleştirmeye çalıştığımız parçalarla karşısında yenildiğimiz bir anlatının içinde buluruz kendimizi. Belki de bu süreçte biz de değişmişizdir. Anlayamayan okur ile yeniden dönüp okuyan okur olarak aynı anda değilizdir çünkü.
Çocukları önce kendine yabancılaştıran masal: Aile
Bağımsız masal mümkün mü?
Anlamını ve bizde nereye tekabül edeceğini bilmediğimiz anlatılar olarak masalların gerçeklik ve temsil ilişkisindeki yeri ve etkisi kitapta şöyle anlatılmıştır.
“ ‘Kalbur saman içinde de demiştiniz”, “ ‘Develer, demiştiniz, tellal iken”, “ ‘Bu masalı bir tren vagonunda bize anlatırken, siz, yani bizim kahrolası anne ve babamız, siz bizim, masalınızı yaşayacağımızı biliyordunuz” (s.81);
Ayrıca doğmuş olmanın koşulu olarak dayatılan yaşamak (deri ile sembolize edilen) ve nihai son olmayan ölümün, (taş ile sembolize edilen) kaybolma ve arayışın sınırları içinde süren masal hikâye edilir kitapta.
“ ‘Annemin sırıtarak beklediği babamın ise büyük bir sır veriyormuş gibi gizemle söylediği şeyin gerçekleşmesini bekliyorum” der Zeynep ve devam eder “Hatta bazen o küçük deri parçasını taşımayı sürdürebilmek için yaşıyorum.”, “ Ve çoğu zaman ben deri parçasına, ağabeyim de o taşa bakıp, saatlerce inceleyip, ne yapacağımızı bilemeden çok uzun süreler geçirirdik. O taş ve deri parçası neredeyse yaşama hünerlerimizi etkiler ve bizi dondururdu. Bulduğumuz ve yıllardır taşıdığımız bu şeylerin gerçekte ne anlama geldiklerini bilmiyorduk. (s.85);
Peki Cüneyt?
Onun hafızası tüm romanın hafızasına işlemiştir ve Cüneyt’in deneyiminin unutmak için değil hatırlamak için olması hikâyeyi belirsizliğe açar.
“ ‘Çoğu zaman unutmak için değil de hatırlamak için yaşadıklarına ve bundan da inanılmaz bir zevk aldıklarına inanmaya başladım.” der. (s.33);
Kitapta Fatma ve Mehmet’in kazmalarla aradığı taş ve derinin neye sahip olduklarını bilmedikleri halde saklayan diğer iki kardeş Ahmet ve Zeynep’e anne babası tarafından verilmesi, saklanan, aranan olarak dört kardeşe pay edilen yaşam ve ölümün sorgulanan daha diğer birçok şey gibi kardeşliği de sorgulaması açık ve sert bir biçimdedir.
“... elbette aradığın en ölümcül şey muhakkak kardeşindedir. İhtiyacın olduğunu bile bile vermez ve saklarlar onu.”(s.40);
Kitap boyunca aile kimdir sorusu tüm çıplaklığıyla ve cevaplarıyla karşımızda durur. Aile, çocukların kendi aralarında konuşmaları ve hatta bazen kendi kendine konuşmalarını bile duyabilecek kadar muktedir olarak verilmiştir. Öyle ki kitap karakteri anne baba çocukları hakkında fikir yürütmekte o kadar ileri giderler ki roman kendilerini arayan çocukların masalına evrilir. Kendilik bilgisinin arayışındaki çocukların ve çaresizliklerinin romanıdır.
“ ‘Fatma dalgınca merdivene oturdu. ‘Onlar bizi gerçekten görüyorlar mı sence? Duyuyorlar mı? Aklımızdan geçeni dahi anlıyorlar mı? Gerçekten şah damarımızdan da yakınlar mı bize?’ diye sessizce sordu.” (s.65); “ ‘Ne konuştuğumuzu duyacaklar mı yine, konuşursak? Düşünürsek?”(s.66);
Kitapta muktedir, her şeye gücü yeten, olduran da öldüren de olarak verilen aile de tekrarın süregenliğinde düşünsel parçalılığa uğrar. Kelimeler gibi tıpkı. Aileyi anne, baba gibi rollerden bağımsızlaştırarak birey olma idealine sürükler ve parçalar Abdo.
“ ‘Ben sadece dört harflik bir sözcük değilim. Ben bir baba değilim. Ben, benim. Hepsi bu kadar.”, (s.73);
“ ‘Sayenizde çok yalnızım. Sayenizde çok yalnız bir hayat sürüyorum. Yapayalnız bir ömür tüketiyorum. Siz, bana en küçük bir katkı sağlamıyorsunuz ya hani, bilerek isteyerek hani, domuzuna domuzuna hani, artık ben de size en ufak bir katkı sağlamayacağım, çocuklarım.” (s.73);
Düşünsel İhlâlin Bedeli: Ölüm giyinerek ölmek
Romanda kardeşlerinin aksine kendi masalından seslenen Cüneyt, kaybolan ama hep aranan kardeştir. Öyleyse kalabalıklara uymaya çalışan bir deli midir Cüneyt?
“ ‘gitmek istiyordum. nereye olursa olsun gitmek. yine akıl hastanesine bırakıp terk ettiğimdeki gibi gitmek. //neden buradayım, bu tuhaf, bu sıkışmış zamanın içinde.” (s.126);
“ ‘..benliğimi orada bırakıp gitmek varken neden bu halimle uymaya çalıştım bütün kalabalıklara anlayamıyorum.” (s.127);
Cüneyt bir kayıp mıdır? Belki de içinden geçerken yazılan bir masalın, gerçeklerin üstesinden gelinemeyen bir masalın, kimbilir?, yeni bir gerçeğin kimsenin ilgisini çekmediği bir masalın karakteri olduğu için kaybolan mıdır Cüneyt? Ailenin diğer fertlerinin anlatısından farklı bir form ve düşünsel akışla verilir Cüneyt’in anlatısı. Belki de bu nedenle Cüneyt dışında herkesin anlatısı büyük harfler ve birkaç kısa cümlelik girizgah ile başlarken, Cüneyt’in ki metnin zamanını, niyetini ve hatta hafızasını gerçek zamanın dönüştüren, bütüne entegre eden çarkından korunmuş, girizgah olmadan verilmiştir.
Karışık ve anlaşılması zordur Cüneyt’in masalını anlattığı bölümler. Belki yaratılışın, varoluşun bilinen hikâyesini bozan Cüneyt, kendi hikâyesini her şeye, dilin kifâyetsizliğine, yıkıcılığına rağmen yeniden anlatmak için kendine hafıza notları düşmüş gibidir. Yazarın, metnin sınırlarını ihlâl eden bir karakter olarak Cüneyt şöyle der:
“ ‘Babama, yazı yazmanın lanetli bir şey olduğunu mu kanıtlamak istiyordum tam emin değildim. Bizim masalımızı bize sormadan yazdığı için kızgın mıydım?” (s.117);
Kimsenin görmediği ama her şeyi görendir Cüneyt. Gerçeklerin üstesinden gelinemeyen bir dünyada gerçekleri kabul etmiş kalabalığa uyamayan, uymayan hazin olaylar yaşayandır:
“ ‘Benim gibi insanlar hayatlarında hep buna benzer birtakım hazin olayların başına gelmesiyle düşünmeye ve anlamaya başlarlar çünkü.” (s.82);
Herkese göre ölmüş, öldürülmüş sanılan ama (kitabın son sayfalarından ancak anlayabildiğimiz) aslında anladığı, düşünmeye başladığı için yok sayılan ve söylenenleri tekrar etmekten başka çaresi olmayanların diline pelesenk olan bir kelimedir Cüneyt. Piçtir. Piç kelimesi de bilinen anlamının dışında deneyimlenmiştir.
“ ‘O gün, pikniğe giderken trende son yazdığım masalı size de anlatmıştım hani, siz de zayıf insanlar gibi oturup hüngür hüngür ağlamıştınız. Ben size dememiş miydim en küçük kardeşinizi bu orospu anneniz başka birinden peydahladı.” (s.105);
“ ‘O piçti, Cüneyt piçti, derim ben.”
“ ‘Piç, diyeceğim ona.”
“ ‘Piç, diyorum ben.”
“ ‘Piç, demeliyim ben de.” (s.112);
Belki de ölmeyen, öldürülmeyen, deliren ya da delirtendir Cüneyt:
“ ‘Benim öldüğümü sanmasalar da delirmeye meyledeceklerdi. Bazen belki de neden ölmeyip de yaşadım diye delirdiklerini düşünürdüm. Yaşadığım için delirdiler onlar.” (s.91);
Düşüne düşüne belleği ve ömrü elinden alınan ve bu yüzden her bir kardeş tarafından ayrı ayrı ölümü anlatılan, imgelem olarak kurulan gerçeklikle öldürülendir Cüneyt. Her kardeşin başka biçimde anlattığı ölümler giydirilen, ölüm giyinerek ölendir. Birinden kaçsa diğer anlatıda ölüme yakalanacak olandır. Kelimelerle öldürülendir Cüneyt.
“ ‘iri mi iri elli, büyük mü büyük gözlü ve babama benzeyen bir devin, üzerinde anlayamadığım dilde ve tuhaf harflerle bir şeylerin yazıldığı kurtlu kolları ve ateşler fışkıran avuç içleriyle kardeşimin yüzünü tuttuğunu, kısa kısa, iki sözcüklük berbat cümlelerini kardeşimin yüzüne savurup geçmişini ve kaderini dağıtarak un ufak ettiğini görmüştüm.” (s.114);
“ ‘..anneme benzeyen bir cadının uzun uzun parmakları ve keskin sivri tırnaklarıyla Cüneyt’in üzerine eğildiğini, ..dilini kardeşimin ağzına sokup belleğini ve ömrünü aldığını görmüştüm.” (s.114);
Kelimelerin soyunduğu şey olarak anlatı
Dile gelemeyen gelse de mevcut dilin imkanlarına sığamadığı için hep çaresizce “allahım” ya da “hani nasıl desem’lere muhtaç ve bu muhtaçlığın ne diyeceğini bilmemekten değil, nasıl diyeceğinin mevcut dilin imkân ve katmanlarının yetmemesinden ötürü başvuran Abdo, anlatmaya dili varsa konuşacak çocukların romanından şöyle seslenir okura.
“ ‘Bedenleri ve zihinleri durmak nedir bilmiyor, boyuna düşünüyor ve boyuna, nasıl söylesem, böyle deliler gibi bir şeylerle meşgul oluyorlardı.” (s.50),
“ ‘hani derler ya, Allah’ım, bebekler gibi inleye inleye uyuduk.” (s.124);
“ ‘ve uzakta ama Allah’ım, deli gibi bir kuş, nasıl desem baştankara mı işte öyle bir kuş çığlık çığlığa havalandı da havalandı.” (s.118);
“ ‘Onlara çoğu zaman hep gözüm gibi, nasıl derler hani, Allah’ım, deliler gibi, deli gibi, böyle bir bebek gibi, bebekler gibi baktım.” (s. 70);
Sembolik sistemde mümkün olmayanın anlatısı olur mu?
Kitap, 113. sayfadan sonra seyrini değiştirir. Kardeşler homurdanmaya, hesap sormaya, anlatmaya başlarlar ve Cüneyt çıkagelir.
“Elim, kendiliğinden pantolonumdaki kemer niyetine kullandığım urgana gitti. /..vagona tırmanıp anne ve babama yaklaşmaya başladım. Yine beni görmüyor ve duymuyorlardı sanki yaşamıyormuşum gibi. Orada, yüzyıllar öncesinde bir piknikte öldürülmüş, o saniyede de unutulmuştum onlar için. Babamın arkasına geçip urganı birden boynuna dolayıp sıkmaya başladım.”
Anne babasını öldürdüğü fötr şapkalı masalından çıkıp gelen Cüneyt. Romanın devamında anne-babasının uzuvlarını parça parça edip pişirdikten sonra kardeşlerine yedirir ve sembolik sistemde mümkün olmayanın yazıda, anlatıda mümkün olduğunun altını çizer.
“ ‘Mehmet ağabey, nasıl güzel miydi annemin kulağı,’ dedim. “ ‘Yediğin annemin buruşuk, kuru ve asla seni duymayan kulağıydı./ “ ‘Fatma abla, sen de diğer kulağını yedin.” (s.119);
“ ‘Ahmet ağabey, sen de babamın dilini yedin, nasıl lezzetli miydi?” diye sordum. Zeynep ablama baktım sonra: “Abla,” dedim, “babamın asla bizi görmeyen gözleriydi onlar.”,“Evet,” dedim, “artık her şey bitti.” Mehmet ağabeyim gülümsedi önce, “Neredeler onlar, artık yoklar mı?” diye sordu. (s.120)
Ölümün ayrılık değil aksine tam bir bütünleşme olduğunun,
“İçimizde onlar. Artık midemizde ve her yerimize sinecekler, onlardan yediğimiz küçük et parçası artık sadece bizim bir parçamız olacak. Bize dönüşecekler,” (s.121);
Her şey o kadar gerçektir ki hava kararana kadar oturup okuldan, derslerden, öğretmenlerden, diğer öğrenci çocuklardan, televizyondaki çizgi filmlerden bahsederler ancak sonra sonsuz tekrar ve sarmal yeniden başlar. Yine parçalanır bütünlük.
“ ‘Akşama doğru birdenbire korkunç bir patlama sesi geldi bir yerlerden. Sonra dehşetli bir çığlık atarak sokağa fırladı Fatma ablam.” ” (s.124);
“ ‘Cüneyt,” diye bağırıyordu. İyice sokuldum yanlarına. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Dördü de kazma küreklerini aradılar sanırım bir süre. Bulamayınca insanları kollarından tutup yollarından ettiler, sordular da sordular:
“Cüneyt nerede?”
“Cüneyt miydi o?”
“Yedi yaşında bir ormanda kayboldu.”
“Kırk yıl önce, gördünüz mü?”(s.125);
Kızılağaçlar Cinayeti yeni bir anlatının mümkün olabileceğini gösteren bir roman. Mevcut formların dışında birbirini çelerek ilerleyen, iç içe geçtiği için parçalı, parçalı olduğu için de aslında ayrı hikâyelerin anlatısı. Edebi metin okurları için yeni bir yolculuk olarak okunsun isterim.
Arka kapaktan:
Güzel kokan, iyi insanların var olduğunu sanıp bazen düşünüyoruz ya, nereye gitti bu iyi insanlar diye, aslında nasıl oldu da inanabildik bu yalana diye düşünüyorum yıllardır. İyi insanların var olduğuna kimler inandırdı acaba bizi. İnsanları tanımadan, görmeden ve bilmeden geçirdiğimiz onca yılda sanki kocaman bir hacimsizliğin içindeydik, zamanla onları tanıdıkça, bu dünyada iyi insanların hiç var olmadığına ve olamayacağına inandım ben. Bir yere gitmediler iyi insanlar, çünkü zaten hiç var olmadılar.
KIZILAĞAÇLAR CİNAYETİ
Bora Abdo
Aylak Adam Yayınları, 2023
Tür: Roman
128 s.
Yorumlar