Kılavuz’unu takip et İstasyon’da bekle!
Yavuz Arkın, Bilge Karasu'nun Kılavuz, Birgül Oğuz'un İstasyon adlı kitaplarını karşılaştırarak, Literaedebiyat için kaleme aldı: "Her ikisinin de koyduğu sınırlarını kırmak için bir fırsat çıkıyor karşılarına; ikisi de iş teklifi alıyor ve yaşadıkları şehirden başka bir şehre gitmeleri gerekiyor. Bulundukları güvenli ortamı terk etmeleri bir nevi kendi sınırlarını bir kenara bırakıp adım atmaları anlamına geliyor."
Eski Yunan’dan günümüze Ethos ve Pathos kavramlarıyla hatipler, izleyicileri yaptıkları konuşmaya ikna etmek için çaba göstermişler. Günümüzde bu, daha çok yazıyla olmakta ; Ethos zihinlere, Pathos yüreklere seslenir. Yazarlar için Pathos daha büyüleyici bir hal alır; hedefte duygular vardır nasıl olsa, karşıtlıkları kullanarak sürece katkı sağlarlar. Yazmak büyülüdür; sözcükler, duygular, düşünceler uçuşur.
Pathos, Homeros'un İlyada'sında yer alır; Truva kralı, Priam’ın oğlu Hektor’un cesedini vermesi için duygulara başvurmuş, Aşil’i ikna etmiş, Hektor’un cesedini teslim etmesini sağlamıştır. Yazımın konusu olan Bilge Karasu’nun“Kılavuz” ve Birgül Oğuz’un “İstasyon” kitapları, buna benzer bir tavır sergiler.
George Campbell, arzuları harekete geçiren yedi durum üzerinde durur, bu iki kitap için de geçerlidir
1- Olasılığı artırmak
2- Eylemin olmakta veya olmuş olduğuna dair akla yakınlık
3- Tehlikeli olan şeyin abartılması
4- Zamanın yakınlaşmasının yarattığı aciliyet duygusunun ve stresin arttırılması
5- Okuyucuyu mekâna bağlama
6- Yazar ve okuyucunun bu etkilerini ilişkilendirmek
7- Tehlikede olma hissiyatını artırmak
Birgül Oğuz “İstasyon” adlı romanında bilinmez bir kapı açıyor bize; aklımıza birçok olasılık getiriyor. Karakterin ismini bile sonraları söylüyor, mekanların da kısmen distopik olduğunu belirtelim. Yaşadığı ve iş bulup taşındığı ülkenin ya da şehrin ismini bilmiyoruz, bir başkentten bahsediyor yazar. Bu ülkenin bir adasında bulunan, kadınları korumak üzerine kurulmuş, ismine İstasyon denilen yerde buluyoruz kendimizi. Puslu bir atmosferi var kitabın, atmosfere karakterler ve olaylar da hizmet ediyor ve bir de dinmeyen kar. Diğer taraftan Bilge Karasu’nun “Kılavuz” romanı,benzer şekilde olasılıkları oldukça fazla bir açılış yapıyor ve bu belirsizlik roman boyunca devam ediyor. Kılavuz’da, iş arayan Uğur fazla kolay bir şekilde iş bulur, ve o da bu iş için, evini bırakıp başka bir evde yere taşınmalıdır. .
Toplumda kadın olmak ile bir derdi var İstasyon’daki karekterlerin, zaten kitaptaki karakterlerin hepsi kadın, öyle ki Arkadaş isimli köpek bile dişi. Kılavuz’da ise karakterler erkeklerden oluşuyor, kitap da ağırlıklı olarak toplumsal cinsiyet temeli üzerinde ilerliyor. Queer edebiyatın ülkemizdeki ilk örneklerinden olduğunu söyleyebiliriz.
Uğur da, Deniz de kendilerini var etmek hatta dönüştürmek için toplumsal engelleri aşmak zorunda kalıyor. Tek bir kitap gibi düşünebilirsek bu iki kitabı; ülkemizde kadınların ve eşcinsel bireylerin İstanbul Sözleşmesi ile kazandığı hakların kazanımı / kaybı açısından da okuyabiliriz. Kitaplar vasıtasıyla dünyalarına girip neleri hangi zorlu şekillerde yaşadıklarını gözlemleyebiliriz.
İstanbul Sözleşmesi deyince otoriteyi anmadan olmaz; İstasyon’da sürekli devriye gezen polislerle otoritenin varlığını bulanık olsa da hissediyoruz; o hep orada ve bizi gözetliyor ve asla yalnız bırakmıyor. Kılavuz’da ise otoritenin tam içindeyiz; hep olduğu gibi eril bir beden bu. Emreden, gücünü sınamak isteyen, itiraza asla tahammül göstermeyen otorite, elbette ki insanların nasıl ki zihinlerine kadar girmeyi kendine hak kabul ediyorsa, cinselliklerine neden girmesin.
Modern öncesi iktidar, erk için otorite olmaya ve hiyerarşiye ihtiyaç duyardı. Modern iktidar ise hiyerarşi olmasına rağmen illüzyon yaratmak zorunda. Kitaplardaki karakterler de böyle bir illüzyon içerisinde kendilerine bir üçgen yaratıyorlar; bir köşesinde sınır çizmek bir köşesinde bunun sonucu olan iletişimsizlik, son köşede nihai varış noktası; yalnızlık.
Deniz, -İstasyon'un baş karakteri-İstasyon’a gitmeden önce koyduğu katı ve aşılmaz sınırlara rağmen iş teklifini kabul eder ama kendini dışarıdan korumak adına ördüğü duvarların ilerde alanını daraltacağını bilmez. Kılavuz’daki Uğur’un sınırları tam tersi, kendisi ile ilgili, içe doğru tanımlanır. Bu iki karakterin koyduğu sınırların neticesinde Deniz dışarıya karşı iletişimsizlik içine girerken, Uğur da bunu kendine karşı yapıyor, kendi kimliğinden uzaklaşıp inkâr ediyor da diyebiliriz.
Bunlara rağmen her ikisinin de koyduğu sınırlarını kırmak için bir fırsat çıkıyor karşılarına; ikisi de iş teklifi alıyor ve yaşadıkları şehirden başka bir şehre gitmeleri gerekiyor. Bulundukları güvenli ortamı terk etmeleri bir nevi kendi sınırlarını bir kenara bırakıp adım atmaları anlamına geliyor. İkisinin de yaşadığı iki büyük travma var; birisi üniversiteden atılıyor diğeri ise sevgilisinin intiharını yaşıyor. İkisi de yaralı ikisi de kendi varlıklarını tamamlamak için çare arıyor, güvendikleri ortamlarından ayrılış bunun ilk aşaması oluyor.
İstasyon'da Deniz aynı zamanda Uğur’un yaşadığına benzer bir terk ediliş yaşamış; önce babası sonra annesi tarafından. Bu da kendisinde öncelikle anne olma duygusuyla ilgili ağır bir baskı oluşturuyor; romanda annesinden görmediği yakınlığı başkalarında görüp bu sorunu atlatmaya çalışıyor kendince. Gittiği ada bir nevi test merkezi onun için ve oradaki yaşam; önce Arkadaş isimli köpek ile yakınlık kurmaya çalışıyor. Onun yerine kendini, kendini de annesi yerine koymaya çalışıyor. Güvenli bir barınak veriyor köpeğe onun için, düzenli bir şekilde besliyor, birlikte yürüyüşe çıkıyorlar. Bu annelik testinin tek eksiği Arkadaş’ın onunla konuşamaması ki bu büyük eksiklik çünkü testi geçebilmek için onunla iletişime kurması, sorgulaması, yüzleşmesi gerek
Sevgilisinin intiharı da Uğur için bir tek ediliş, gerçek hayatta çözemeyeceği bir problem onun için. O da bunu gündüz gördüğü düşlerle dile getiriyor daha doğrusu getirmeye çalışıyor. Çünkü içinde bir pişmanlık taşıyor, ölümü seçmesinin nedenini bir türlü çözemiyor;
Onlarla birlikte beklemeğe başladım. “Öldürenler ölmeli, değil mi ama?” diyorlardı arada bir; değişik sesler, değişik vurgular arayan, deneyen oyuncular gibi. (Sayfa.10) diyerek burada da kendine pay biçiyor Uğur, çok sert bir soru sorarak.
KAR HER ŞEYİN ÜZERİNİ ÖRTER
Birgül Oğuz, İstasyon'da kar imgesini kullanıyor, kitap boyunca kar sanki romanın bir karakteri gibi her yerde karşımıza çıkıyor. Adada yaşayan bütün canlıları etkiliyor bu durum; yaşayanlar için bir baskı unsuru oluyor. Doğa ve insan ilişkisini görüyoruz burada; ne kadar müdahale ederse etsin insan, asla doğaya hâkim olamıyor, her zaman mahkûm kalıyor yaşananlara. Her şeyin üzerini örten bu beyaz tabaka da Deniz’in ortaya çıkarmaya korktuğu sorunlarını örter gibi örtüyor hayatını.
Kar imgesi, aklıma James Joyce’un bilinen öyküsü "Ölüler"i getirdi. Ölüler'de kar, imgesi yoğun bir şekilde kullanılıyor olaylar her ne kadar bir evin içerisinde geçse de.
Birkaç hafif pıtırtı sesi işitince dönüp pencereye baktı. Kar yeniden başlamıştı. Lamba ışığında yatık yatık uçuşan gümüşi ve karanlık tanecikleri uykulu uykulu seyretti. Batıya doğru yola çıkmasının vakti gelmişti. Evet, haklıydı gazeteler: bütün İrlanda kar altındaydı. Merkezdeki karanlık ovanın her yanına yağıyordu, ağaçsız tepelere, yağıyordu yavaşça Bog of Allen’a ve daha batıda, karanlık isyankâr Shannon dağları üstüne yavaşça yağıyordu. Michael Furey’nin gömüldüğü̈ tepedeki bir başına kilise mezarlığının her köşesine de yağıyordu. Çarpık çurpuk mezar taşlarının, haçların arasında, küçük kapının sivri parmaklıklarında ve çıplak dikenlerde birikip bir kalın örtü oluşturmuştu. Ruhu yavaşça bayılır gibi oldu işitince karın hafifçe yağdığını evren boyunca ve yağdığını hafifçe, nihai sonlarının inişi gibi, bütün yaşayanların ve ölülerin üzerine. (Sayfa.231) İstasyon'a dönersek Deniz de adaya gelmeden önce başına gelenleri hatta daha öncesinde ailesinin içinde yaşadığı travmaların üzerini örtmüş, hiçbir şekilde çözüm aramamış. Bu umursamaz tutum Bilge Karasu’da kedi imgesiyle karşımıza çıkıyor, kitabın içinde belli belirsiz yer alıyor Gümüş, ama buna rağmen Uğur’un yaşadığı travmanın onda yarattığı etkiyi çok önemsemediğini ortaya koyuyor.
HEPİMİZ BİRER ADADAYIZ!
İstasyon kitabında Birgül Oğuz bizi bir adaya davet ediyor, Deniz aslına gideceği yere varmadan bu psikolojiye sahip. Doğuştan bir adalı; öncelikle ailesinden bir kopuş yaşamış sonra insanlardan sonra da işinden, hepsi birer talihsizlik gibi görünse de içten içe bunun kendisinin bir seçimi olduğunu hissediyoruz.
Kendisine adada yaşamak için edilen teklifi hiç düşünmeden (aslında böyle bir şey yok bilinçaltı buna hazır) kabul etmesi de fiziksel olarak adalı yapıyor kendisini. Adada olma hissi otorite imgesini de ister istemez hatırlatıyor bize, her otoritenin olduğu gibi göz önünde olmasa da Kılavuz’da başkent imgesi İstasyon’da polisin devriye atması ile gerçekleşiyor.
Diğer taraftan Kılavuz kitabında Bilge Karasu bunu fiziksel adadan ziyade zihinsel bir ada imgesi ile karşımıza çıkarıyor. Uğur zihninin içindeki adanın içerisinde bulunuyor, okurken biz bile ne olduğunu bilmiyoruz. Görmüş olduğu gündüz düşleri ile az buçuk tahmin edebiliyoruz, kitabın sonunda bile her şey açıklığa kavuşmuyor.
GÜNDÜZ NİYETİNE GÜNDÜZ DÜŞLERİ
“Gündüz düş görenler, sadece gece düş görenlerin kaçırdığı pek çok şeyin farkındadır.” Edgar Allen Poe
Gündüz düşleri (daydreaming) hepimizin gün içinde yaşadığı bir durum.
Davranış bilimcileri, psikologlar uzun zamandır insan beyninin bu başıboş gezintileri ile ilgileniyor. Psikoloji bilimine göre gündüz düşleri, zihninizin o anda yapmanız gereken işlerden, fiziksel ya da duygusal olarak kaçınmak için, tamamen sizin olan bir yere yolculuğa çıkması olarak tanımlanıyor. Konuyla ilgili yapılmış araştırmalar, bir insanın günlük yaşantısının %30-47 oranında gündüz düşleri ile geçtiğini kanıtlıyor.
Gündüz düşleri iki şekilde hayat buluyor. Pozitif-yapıcı olanlar ve disforik (hoş olmayan duygu durumu) olanlar.
Araştırmacılar gündüz düşlerinin, insanın var olan sorunlarını ve fikirlerini bilinçaltları ile kaynaştırmalarını sağladığını ve yeni çözümler, olasılıklar yaratabilmelerinin yollarını açtığını söylüyor. Gündelik hayatımızda bağlantı kuramadığımız pek çok şeyle gündüz düşleri aracılığı ile bağlantıya geçebiliyoruz.
Düşünceler sınırsız bırakıldığında yaşanılan özgürlük, yeniliklere açılan kapıları destekler. Ayrıca hayal kurabilmek, kendinize dair gerçekleri de öğrenmenize yol açar. İçinizde derinlere gömülü kalmış pek çok isteğiniz, yeteneğiniz gündüz düşleri ile daha çabuk yüzeye ulaşır.
İçimizdeki çocuk oynamak, denemek ve keşfetmekten asla yorulmamıştır ama bizler onu zamanla susturmuşuzdur. O çocukla yeniden tanışmanın yoludur hayal kurabilmek. Yaşam, zorlu zamanlarda daralır ve kalıplara sıkışır; önümüzü göremediğimiz, çözüm bulamadığımız pek çok konu çıkartır karşımıza.
Gündüz düşleri kurmanın çok önemli bir faydası daha vardır. Eğer kendinizi bir başkasının düşüncelerini ve kararlarını anlamak için onu hayal eden bir pozisyonda bulursanız, o hayali asla terk etmeyin. Anlayışlı, açık fikirli ve empati yeteneği gelişmiş bir birey olmayı kim istemez ki? İnsanlarla olan etkileşimlerinizi ve ilişkilerinizi geliştirmek için de harika bir fırsattır bu.
Böyle bir gerçeği bulunan gündüz düşlerini ağırlıklı olarak kullanan Bilge Karasu olmuş; Uğur kitap boyunca gündüz düşleri kuruyor. Kitabın girişinde görmüş olduğu üç düş de bunlardan sadece biri, bu sayede Uğur’un içinde bulunduğu psikolojik durumu tahmin etme şansımız doğuyor.
Birgül Oğuz’da ise sadece bir sahnede görüyoruz bunu; adada annesi ile karşılaşması sonrası kısa bir yüzleşme yaşamasına neden oluyor.
KADIN KADINA ERKEK ERKEĞE
Her iki kitapta da karşımıza çıkan ilginç bir benzerlik de İstasyon’daki karakterlerin hepsinin kadın olması, öte taraftan Kılavuz’da bu durumun erkeklerden yana olması. Yazının başında da belirttiğimiz gibi iki kitabın da güçlü olan benzerliklerinden biri toplumsal cinsiyet olgusunun ağırlığının hissedilmesi.
Arada ufak nüanslar var elbette; İstasyon’da karşımıza kadınların hepsi Deniz dışında güçlü karakterleri olan kadınlar. Aralarında kesinlikle bir sınıf farkı bulunmuyor farklı meslek guruplarında olsalar da. İstasyon’un genç misafiri bile zayıf bir karakter özelliği göstermiyor. Bir açıdan baktığımızda bu durum kitabı ütopik bir kitap sınıfına da sokabilir.
Kılavuz’daki erkekler için söyleyebileceklerimiz; aşağı yukarı hepsinin de bir sırrının olması ve karanlık taraf diyebileceğimiz noktaların kitap boyunca devam etmesi diyebiliriz. Aralarında patron-hoca işçi, taksici müşteri gibi sınıfsal farklar bulunuyor, bu farklar yeri geliyor birbirine çok yaklaşıyor yeri geliyor mesafe açılıyor. Bilinmezin bu kadar çok olması da kitabı okuyucu açısından bir polisiye okuyormuş havası veriyor.
GOYA BİZİ ÇAĞIRIYOR
“Usun uykuya dalması canavarlar üretir”
Francisco Goya
Kılavuz kitabında Uğur’a verilen Goya tablosunun da anlamı derindir; aklın sesini dinleyen ve batıl inançları kovan insan hayatını daha yaşanılır kılar. Burada Bilge Karasu aklı yüceleştirme yoluna giderek hayat karşısında daha rasyonel kalmanın sorunların çözümünde bize olan katkısını dile getirir. Duygusallık biraz daha arka plana itilmektedir, kitapta bir kayıp vardır ve kayba karşılık insanın takındı tavrın akılcılıktan çok uzak olduğu vurgulanıyor.
Kitap boyunca süren bir uyku hali de gözümüze çarpmakta; gerçek ile rüya arasında gidip gelerek olayların hangisi gerçek hangisi gerçekdışı bunu anlamakta zorluk çekmekteyiz. Bu da yazarın bilinçli olarak algımızla oynayarak yazma sürecini bir oyun sahasına çekme girişimlerinden biridir. Bu açıdan postmodern bir metin ile karşı karşıya kalmaktayız. Yazılan metnin bir kurgu olduğu kitabın sonlarında yazar tarafından itiraf edilir.
KILAVUZ
Bilge Karasu
Metis Yayınları, 2006
İSTASYON
Birgül Oğuz
Metis Yayınları, 2020
Comments