top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıSemrin Şahin

Yaratıcılık Ritüelleri 27/ Nurhan Şahinkaya: "Kalıcı öyküler, gerçeğin yeni dilini bulan metinler olacak"

"Balzac günde mutlaka elli sayfa yazarmış. Tamamlayamazsa döner yazdıklarını bir kez daha yazarmış. Tolstoy, Savaş ve Barış’ı yedi yılda yazmış. Dizgide bile değiştirmeye devam etmiş. Demek ki yazı üstüne çalışmak hem de çok çalışmak gerekiyor. Tutkulu ve çalışkan olmak. Kendi edebiyat anlayışım için bunu söyleyebilirim."

Yazarların yaratım ve yazma süreçlerine odaklanan Yaratıcılık Ritüelleri söyleşi dizisinde Semrin Şahin'in bu haftaki konuğu Nurhan Şahinkaya.



Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?

Gözlem ve hayal gücü istediğiniz zaman tetiklenip yazıya dönüşüyor diyemem. Benim için hazırlık aşaması yazmaktan daha zor olan kısım. Diyelim bir öykü yazacağım, genelde kafamda belirlediğim bir ana tema oluyor. Bunu açığa çıkarabilecek hani o meşhur ilham dediğimiz türlü tetikçiler olabilir. Genellikle ilham gelmesini beklemiyorum, ilham gelmez ona gidilir bence. Hayatın içinde olup dünyaya bu gözle, bu arayışla bakıyorum. Karşılaştığım bir olay, yaşadığım herhangi bir duygu, karşılaştığım biri, duyduğum cümle, okuduğum kitap, izlediğim film, dinlediğim şarkı kafamda bir hikâye belirmesine yol açıyor.


Diyelim bir imge beni heyecanlandırdı, bunu nasıl yazacağım? Onu sorarım kendime. Ama hemen yazmaya başlamam. Önce biraz düşünürüm. Kafamda bir hikâye kurarım, genellikle sonu bellidir. Hikâyeyi anlatmaya nasıl başlayacağım, karakteri nasıl canlı kılacağım, merak unsurunu nasıl koruyacağım, yani elimdeki hikâyeyi nasıl öykü haline getireceğim, ona karar veririm. Elbette bu zaman alır. Yaş bir dalı çekiştirir gibi zorlamam, kuruyup kucağıma düşünce yazmanın zamanı gelmiştir.


Rollo May Yaratma Cesareti’nde, havuza atlamak isteyen yüzücü nasıl vücudunu denetim altına alırsa sanatçıda da kendini böyle bir disipline almalı, demiş. Buna yürekten inanıyorum. Balzac günde mutlaka elli sayfa yazarmış. Tamamlayamazsa döner yazdıklarını bir kez daha yazarmış. Tolstoy Savaş ve Barış’ı yedi yılda yazmış. Dizgide bile değiştirmeye devam etmiş. Demek ki yazı üstüne çalışmak hem de çok çalışmak gerekiyor. Tutkulu ve çalışkan olmak. Kendi edebiyat anlayışım için bunu söyleyebilirim.


Masa başına oturmadan önce kesin sessizlik istiyorum, evdekiler uyumuş olmalı veya uyanmamış olmalı, pencereler ve oda kapısı kapalı, perdeler çekili. Bu sessizliğe müzik de dahil, o da olmuyor. Sağımda, solumda mutlaka şiir kitapları oluyor, bir de kahve. Yazarken açık ve canlı bir zihne ihtiyaç duyarım. Yazmaya başlamadan önce mutlaka şiir okurum. Masamın kenarında iki, üç şiir kitabı hep durur. Böylece ses ve ritmi daha kolay yakaladığımı düşünüyorum.


Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz? 

Tam tıkanma değil ama yavaşladığım zamanlar oluyor. Bu durumda aklıma hemen şu söz geliyor, ‘durma, düşersin.’ Ayrıca insanın içindeki yeteneğin ancak çalışmakla ortaya çıkacağına inanırım. Sonuç gene aynı kapıya çıkıyor, üstüne düşünmek ve çalışmak. O zaman ilhamın gelmesini bekleme, ona git. Peki ben ilhama nasıl gidiyorum. Yaşamın kendisi bazen de okuduklarım tetikliyor beni, bizden önce yazılanlar, öteki yazarlar. Bu çok büyük bir kabul noktası. Mesnevi olmasaydı Hüsn’ü Aşk olmayacaktı mesela. Zaten doğadaki her şey birbirini etkilemiyor mu? Daha önemlisi birbirinden doğmuyor mu?

Atölye çalışmaları beni çok tetikliyor. Usta, çırak, tezgâh, enerji, ses, üretim. Orada her şey var. Fotoğraf ve sinema önemli kaynaklar benim için. Zamanında fotoğrafçılık, felsefe ve sinema dersleri almıştım. Sinema derslerine hâlâ devam ediyorum. Sonuçta sanat insanı sanata yaklaştırıyor.


Bence yazmak güçlü bir empati yeteneği istiyor. Empati her şeyin başı yani. Yarattığım karakterle ne kadar iyi empati yapabilirsem sonuç o kadar iyi olacakmış gibi geliyor. Hayal gücüm yazacağım karakterin içine girip dolaşıyor bir süre ve o kurmaca dünyasında kalıyor. Onunla birlikte yiyor, içiyor, uyuyor, konuşuyor. Yani bolca hayal kurup o dünyayı bir fanusa koyuyorum, sokaklarında, odalarında, pencerelerinde bazen karakterle bazen yanındakilerle dolaşıp duruyorum.


Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu? 

Genel geçer yargılara bakarsak edebiyatla uğraşanlar için biraz avare biraz da bohem bir hayat biçiliyor. İlhamla çalışan ve sonunda yeteneğinin getirilerini yiyen kişiler bunlar, öyle düşünülüyor. Asıl mesleği hekimlik olan biri için yazmaya başladığım ilk yıllarda böyle bir önyargı beni ürkütüyordu. Dolayısıyla kimseye edebiyat ve yazıyla olan ilgimden söz edemezdim. Ayrıca ülkemizde tatsız bir önyargı daha var. Birden fazla mesleği olanlar yaptıkları işi layıkıyla yapamazlar. Gene yazmaya başladığım ilk yıllarda bu patolojik düşünceye yenildiğimi itiraf edeyim. Bundan yirmi yıl önce, demek ki daha çok gencim. Sonra düşüncelerim değişmeye başladı, belki zamanla daha olgunlaştı. Hekimliğin edebiyatı, edebiyatın hekimliği beslediğini görmeye başladım. Üstelik çevremden bu yönde destek gördükçe rahatladım. Artık gururla iki mesleğim var diyorum. Tıpkı Çehov gibi, hem yazar hem doktor, ne mutlu bana.


Bunun yanında kitabınızın değer görüp okunması için neredeyse ilk koşul iyi yayınevi tarafından basılmış olmalı. İyi yayınevleri iyi kitaplar yayımlıyor. Bu düşünceye katılıyorum. Ayrıca kendinizi okur yerine koyun, o kadar çok kitap var ki ilk eleme olarak böyle bakılması oldukça mantıklı. Tabii bu yayınevlerinin sınırlı sayıda kitap basabilme özelliğini düşününce kitabınızın yayımlanması zaman alıyor. Ancak bu noktada sayın Semih Gümüş’ün bana söylediği bir sözü hiç unutmam. Her şey değerini bulur, olsa olsa biraz gecikir.

Sartre insan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır, demiş. Belli biçimde söylemeyi seçmiştim çünkü güzel olan oydu. Edindiğim tecrübe bunu söylüyordu. Kötü yazarlar metinlerine kıyamaz, kötü metinler yazarlarına kıyarmış. Bunu bildiğim için yazdıklarımı epeyce ince bir elekten geçiriyorum. Hiçbir şey için acele etmiyorum. Temelde bu noktadan hareketle oluşturduğum dosya içime sinen şekle gelince de Notos’ta yayımlanma şansı buldu. Mutlu ve gururluyum.


Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?

İlk yazılarım için, duygusal arka planı güçlü, daha çok kuramsal yaklaşıp gerçekliği bu şekilde kurmaya çalışan metinler diyebilirim. Şimdiki edebiyat anlayışımda dolaylı anlatılmış yazıları, sembolik bir dili daha derin ve estetik bulduğumu söyleyebilirim. Hayata daha iyi sızan, arka planı güçlü ve dolayısıyla katmanlı öyküleri çok daha kalıcı buluyorum. Kalemi daha derinlere saplama ve katmanlı bir yapı oluşturma yani. Böyle de yazmaya çalışıyorum.

Anlatı biçimi, anlatı evreni, karakter ve dil üstüne epey kafa yorduğumu söyleyebilirim. Kalıcı öyküler gerçeğin yeni dilini bulan metinler olacak bence. Her dönemde gerçeğin sesi, tonu, biçimi, rengi değişiyor çünkü.


Derinlikli ve içinde iki, üç hikâyenin anlatıldığı katmanlı öyküler kurmak şimdiki edebiyat anlayışım. Bunun yanında özellikle dil meselesi üstünde bir arkeolog titizliğiyle çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Öykünün incelikli, rafine ve estetik yanı tartışılmaz. Öyle her şeyi açık etmeyen tarafı, dilin imbikten süzülmüş hali, sembolik yüklü, satır araları beni büyülüyor. Kısıtlı alanda dünyalar kuran, karakterler yaratan, incecik bir sözcükle güçlü duygular oluşturan yapısıyla edebiyatın en zarif yanı olmuş işte. Bir de öykünün taşıdığı anlam yanında zevk verdiğini de düşünüyorum. Bu zevk sözcüklerin sesi ve ritmiyle yakalanabiliyor bence. Böyle metinler okumayı sevdiğim için bu anlayışla yazmaya çalışıyorum.


Elbette yazmak birikimle ilerleyen bir süreç. Yazı konusunda isteğim, hangi türde olursa olsun o türün hakkını vermek ve nitelikli ürünler ortaya koymak. Niyette tevazu olmaz derler, açıkçası kalıcı metinler peşindeyim. Olup olmayacağını elbette zaman gösterecek. Tutkuyla ve zevkle çalışmaya devam ediyorum. Büyük öyküleri, romanları okuyunca gücüm kesilir gibi olsa da onların insanı kışkırtan bir yanını inkâr edemem. Neden olmasın.

 

Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tutuğunuz kitaplar var mı?

Okumak ve yazmak hayatımın önemli bir yerinde duruyor. Haftada dört, beş gün mutlaka yazarım. Az veya çok. Bir ölçü koymuyorum. Dönüp baktığımda iyi ki bu disiplini kendime katmışım diyorum. Zira yazılanların epey bir kısmı eleniyor. Üstüne düşündükçe, okudukça, yazdıkça iyi şeyler ancak zamanla ortaya çıkıyor. Rilke Duino Ağıtları’nı on yılda yazmış. Bir dize yazabilmek için kıvranıp dururmuş.


Daha çok gece yazarım. Ama az önce söz ettiğim gibi muhakkak sessizlikte. Bir de her sabah erken uyanıyorum, hafta sonu işe gitmediğim için daha dünya uyanmadan yazmaya zamanım oluyor. Her gün yazıyorum diyemem, genellikle yavaş yazarım, bir öyküyü bir oturuşta bitiremem.


Taslak bittikten sonra birkaç hafta kenarda tutarım. Çünkü henüz biten bir öyküde zihnim hâlâ o kurmaca dünyasındadır. Bana öyle görünen, fırından taze çıkmış mis gibi kokan, göz alıcı pide soğumalı ve biraz sönmeli. Üstünden zaman geçince daha objektif bir bakış açısı kazanılacağını düşünürüm. Sonra tekrar önüme alır yavaş yavaş yeniden okurum. İşçiliği önemserim, hem de çok. Ayakları yere basan bir aklın niteliği epey değiştirdiğini düşünüyorum.


Sesin akışını yakalamaya çalışırım. Bunun için ince işçiliği yaparken sesli okurum. Unutmadan söyleyeyim, yazmaya başlamadan önce mutlaka şiir okurum. Masamın kenarında iki, üç şiir kitabı hep durur. Böylece ses ve ritmi daha kolay yakaladığımı düşünüyorum. Ayrıca yazmaya başlamadan önce dil işçiliğini önemsediğini düşündüğüm yazarların kitaplarından rastgele paragraflar okurum. Sonunda malzemeyi inşaat alanına döktüm demektir. Ama olmuş mu? Mutlaka güvendiğim kişilerden görüş alırım.


Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…)  var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?

Sözcüklerle bir hayat kurmak çok heyecan verici ama yazdıklarımın bunun ötesinde anlamları olsun istiyorum. Edebiyatın ölümü, insanlığın, uygarlığın, ruhun ölümü demektir, demişti Mungan. Bir konuşmasında dinlemiştim. Aynı düşünceyi paylaşıyorum. Edebiyat öyle önemli yani. Onun için evrensel ve zamansız çatışma temalarını, örneğin, askerlik, toplumsal isyanlar, göçmenlik, yasadışı örgütler, etnisite, çocuk köleler, gibi hemen her ülkenin geçmişinde, bugününde veya geleceğinde olabilecek sorunları metnin ilk bakışta görülmeyen bir yerine yerleştiriyorum. Asıl insan tabii. Onu psikolojik boyutlarıyla ele almak. Bunların yanında epifaniyi de önemsiyorum. Böylece yazılanlar felsefi bir derinlik de kazanmış oluyor. Sonunda içinde çok anlam barındıran, katmanlı metinler yazmaya çalışıyorum. Nihayetinde hangi sanat dalında olursa olsun bu anlayışa uygun eserler beni çok heyecanlandırıyor.


Gelelim sorunuza, cevabım hemen ilk aklıma gelen değil elbette. Zaten üstüne çok düşündüğüm, düşündükçe heyecanlandığım hatta keşke ben de buna benzer şeyler üretebilsem diye öykündüğüm bir sinema yapıtı. Sözünü ettiğim film, The Shining. Büyük yönetmen Stanley Kubrick tarafından sinemaya uyarlanan şahane bir film. Kubrick’in “Geçerli ve hakikatli fikirler öylesine çok yönlüdür ki, kendilerini kolay kolay ele vermezler. Fikirleri seyirci keşfetmelidir. Seyircinin bundan duyacağı heyecan, fikirleri daha güçlü kılacaktır,” sözünü hatırlatarak başlamak isterim. Elbette heyecanım filmin baştan sona sembolik yanı, tıpkı öyküdeki estetik yapı gibi.


Kubrick’in bu dili kurarken Stephen King tarafından kalem alınan romanı epeyce değiştirdiğini söylemeliyim. Yoksa sadece bir gerilim filmi izliyor olacaktık. Fazla ipucu vermeden, izleyecek olan kişilerin de tadını kaçırmadan kısa örnekler vereyim.

The Shining’de nesneler, renkler, müzik ve diğer her şeyin bir anlamı var. Yönetmen bu ipuçlarını filme yerleştirir ve izleyici için sembolik bir dil oluşturur. Mavi görmezden gelmeyi, kırmızı, kanı, yani Kızılderili soykırımını sembolize ediyor. Sarı da yaklaşan ve mevcut tehlikeyi sembolize ediyor ki bu öğeler filmin her karesini durdurup üzerine saatlerce analiz yaptıracak kadar mükemmel bir şekilde yedirilmiş.Filmin başında sarı bir arabayla dağları tepeleri aşıp otele giden Jack, Amerika kıtasına giden beyaz adamı temsil ediyor. Kızılderili motiflerini filmin çoğu yerinde, duvarlarda, şöminenin etrafında, kadının kıyafetinde, halı desenlerinde, konserve kutularında, vitraylarda, hemen çoğu yerde görüyoruz.


Kadın tipinden de anlaşılacağı gibi Kızılderilileri, adam onları baltalarla doğrayan Amerika’yı, çocuk da Amerikan neslini sembolize ediyor. Filmin ana mekânı Overlook Otel Kızılderili mezarlığı üzerine kurulmuş. Overlook, sözcük anlamı olarak hiçe saymak demek. Otelin altı bir Kızılderili mezarlığı ve bu mezarlığı hiçe sayıp üzerine bir otel inşa ediliyor. İnşaat sırasında yerliler yapımını durdurmaya çalışıyor ancak sonunda büyük bir katliam oluyor.

“Over look” sözcüğünü ayırıp okuduğumuzda, ‘daha iyi bak, daha yakından bak, daha güçlü bak’ mesajının izleyiciye verildiği görülüyor.


Adler bir Alman markası, yani daktilo bir Alman daktilosu. 42 sayısı ve Nazi soykırımında listelerin yazıldığı Adler daktilosunu yan yana koyarsanız Yahudi soykırımına ulaşırsınız.

Adler sözcük anlamı Kartal. Hem Amerika hem de Nazi Almanya’sının sembolü. 42 sayısı, 1942 Nazilerin yok edebilecekleri bütün Yahudileri yok etmeye karar verdikleri tarihtir. 42 sayısı ve kartal semboliği oldukça fazla yerde vurgu alıyor. Amerika’nın tıpkı Naziler gibi katliamcı yapısını daha nasıl söylesin. Filmde edebiyat göndermeleri de güçlü. Örneğin Wendy’nin okuduğu kitap. Çavdar Tarlasında Çocuklar. Yazarı J.D.Salinger bu romanını İkinci Dünya Savaşı sırasında cephede yazmış. Ayrıca roman uzun zaman yasaklı kitaplar arasında kalmıştır, sebebi romanın beyaz karşıtı olması. The Wish Child, gene ikinci dünya savaşına gönderme. Filmde, doktorla anne konuşurken aralarında duran kitap.

Otelde kullandıkları oda numarası 237 (Ay Odası). Ayın dünyadan uzaklığı tam 237.000 mil. “237 numaralı odada gerçekte nelerin olduğunu hiç kimsenin bilmesine izin veremez,” diyaloğunun elbette bir anlamı var. Danny odaya giderken üzerinde Apollo 11 kazağı var. Kilerde astronot içeceği olan Tang. Sonuçta Amerika’nın Ay’a gidiş görüntülerini çeken Kubrick’in içinde sıkışan itirafı diye yorumlandığını da söylemeliyim.


Ensest teması bir yanda, Jung’un gölge sembolizmi öbür yanda. Filmin insan psikolojisi üstüne kurduğu güçlü bir katmanı daha var. Onu burada anlatmak oldukça fazla zaman alır. Bu konunun psikoloji, sinema ve edebiyat meraklıları için kapı açmasını dileyerek söyleşinizi burada bitirelim. Sevgi ve teşekkürlerimle.

Comments


bottom of page