top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

"Dünyanın en geniş çalışan kitlesini oluşturup hiçbir sınıf oluşturmayanlar"

Zeynep Tütüncü Güngör, gazeteci ve televizyoncu Aysun Öz ile ilk kitabı Ofistike Şeyler üzerine söyleşti: "Dünyanın hali ortadayken bu halin orta yerinde bulunanlar, yanıtsız sorular sorup duruyorsa ben de elbette “bizi” gözüme kestiririm. Beyaz yakalılar ve ofis insanlarının büyük bölümü, bu durumun bir ölçüde sebebi ama tümüyle mağduru… İşte bunlar “ofistike” şeyler."



Başarılı gazeteci ve televizyoncu Aysun Öz’ün ilk kitabı “Ofistike Şeyler”, yayımlandı. Dünyanın en geniş çalışan kitlesi olmalarına rağmen bir sınıf oluşturamayan ofis insanlarının bilinç krizindeki tutumunu ele alan Öz; sanattan edebiyata, bilimden Türkiye’yi Türkiye yapan ve dünyaca ünlü isimlerle yaptığı sohbetlerin ışığında bir araştırma, yorumlama ve sorgulama kitabı sunuyor okura… Karakarga Yayınları’ndan çıkan kitabın tüm ayrıntılarını, yazarı Aysun Öz ile konuştuk.


Öncelikle Ofistike Şeyler'i yazmaya nasıl karar verdiğinizi dinlemek isteriz. Bu fikir nasıl doğdu, “ofis insanları”nı ve “beyaz yakalıları” nasıl gözünüze kestirdiniz?

Hemen hiç kimse gözüne kestirmediği için… Dünyanın en geniş çalışan kitlesini oluşturup hiçbir sınıf oluşturmadıklarına, yasal olarak hiçbir tanımı bulunmadığı halde en çok onlar sızlanıp çare aradıklarına göre neden pek kimse onları gözüne kestirmiyor? Bu kitapta anlatılanları konuşan hepimiz, bu kümeye dahilken üstelik… Dünyanın hali ortadayken bu halin orta yerinde bulunanlar, yanıtsız sorular sorup duruyorsa ben de elbette “bizi” gözüme kestiririm. Beyaz yakalılar ve ofis insanlarının büyük bölümü, bu durumun bir ölçüde sebebi ama tümüyle mağduru… İşte bunlar “ofistike” şeyler.

“Ofistike” kelimesini de böylece dilimize kazandırdınız. Bu kelimeye nasıl bir tanım yüklüyorsunuz?

Bu, bir iltifat aslında. “Sofistike” kelimesi farklı dillerde, farklı anlamlara geliyor. Mesela Fransızca’da son derece karmaşık, farklı ve incelikli demek. İngilizce’de ise gelişmiş, ileri, çok yönlü, kültürlü, tecrübeli, bilge, düşünceli ve komplike anlamlarını içeriyor. “Ofistike” derken, bu ortamların sofistike olduğunu da söylemeye çalışıyorum. Bugünkü şartlar, sorumluluk almalarını gerektiriyor. “Sorumluluk almaları lazım, alsınlar madem” dememin sebebi bu.


Kitabın hemen başında “Burada okuyacağınız bazı cümlelere kızacaksınız” diyerek okuru peşin peşin uyarıyorsunuz. Düşünülmeyeni düşündürterek, bazı gerçeklerin altında yatanları ayyuka çıkararak günümüz insanını ve çalışanları başka bir pencereden tanıttığınız bu kitapta okura asıl hissettirmek, düşündürtmek istediğiniz neydi?

Okur dediğimiz insanlar, bu kitabın konusu da olan insanlar olduğuna göre düşündürtmek istediğim şey “kendileri” ya da kendimiz… Sürekli “kendini düşün” diyen bir piyasa her yere hakimken, herkes kendini düşünüyor gibi gözükürken aslında en yapmadıkları şey gerçekten kendilerini düşünmek, kendileri olmak. Kitap baskıya gittikten sonra yeni bir söyleşi yaptığım yazar Hakan Günday, bunu müthiş açıkladı: “İnsanı yöneten hafızayı yöneten kim? İnsanın kendisi mi, başkaları mı, yoksa hafızayı yönetme sektörü diye bir sektör mü var? Hafızayı yönetme endüstrisi mi var, yani neyi unutup neyi hatırlayacağımıza karar verme sanayisi mi var acaba? Biz farkında olmadan onların müşterileri miyiz?” Peki kendimiz bu durum karşısında neredeyiz, kendimizde miyiz?


Ofistike Şeyler’in içinde gazeteci kimliğinizle dünyanın pek çok ünlüsüyle yaptığınız özel röportajlardan alıntılara, kitaplardan filmlere, bilimsel gerçeklerden araştırma haberlerine kadar pek çok bilgi mevcut. Bu haliyle kitabın tam bir “araştırma kitabı” olduğunu söylemek mümkün. Bununla birlikte yalın ve eğlenceli anlatımınızla gündelik hayatın da içinde olan bir kitap. Bu anlamda kitabınızı nasıl yorumlarsınız?

Sizden daha iyi yorumlayamazdım! Yazan ben olduğum için yorumlamam zaten zor. Ama söylediklerinize “sorgulama”yı da eklemek isterim. Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki benim söyleşi yaptığım, alıntı yaptığım, sözlerinden ders çıkardığım ünlüler, “ünlü”den bizim memlekette anlaşılan neyse, pek öyle isimler değiller.


Deneyimli bir gazeteci ve televizyoncu olarak gazetecileri “beyaz yakalı” olarak mı tanımlarsınız “mavi yakalı” olarak mı? Yoksa gazetecilerin yakaları da tıpkı “inci bejinin tatlı bir tonu” gibi yeni bir renge mi bürünüyor?

Bu konuda bir fikrim varsa bile söylemek benim haddim değil, bu sorunun cevabını muhataplarının uzun uzun düşünmesi, karar vermesi gerekir. Yine de ısrar ediyorsanız, belki şu an için “yakasızlar” diyebilirim.


Aslında ofis ahalisinin gerçeklikten kopuk yaşadığına dair bir eleştiriniz var. Elbette bunun altını dolduran gerçekleri kitapta derinlemesine okuyoruz. Kısaca bu eleştirinizin zemininde bulunan nedenselliklerle ilgili neler söylersiniz?

Gerçeklikten değilse bile insanın doğasından epey kopuk diyebilirim sanırım. Gerçeklerden en kopuk olanlar onlar değil zaten, dahası hemen herkes kopuk. Öte yandan en kopuk olanların onlar kadar acı çektiğini de zannetmiyorum. O nedenle bir ölçüde de mağdurlar. Kitap, aslında içten içe buna ilişkin bir merhamet arayışı…


Sektörleri, ülkelerinin gelişmişlik düzeyi, cinsiyetleri ve teknolojik gelişmeler gibi birçok etken çalışan kesimin bilinç düzeyini şekillendiriyor. Sizce Türkiye’deki çalışanların bilinç düzeyindeki en temel sorunlar ve zorluklar neler? Bu bakımdan dünya geneliyle ayrıştığımız noktalar var mı?

Saydığınız unsurlar mı çalışanların bilinç düzeyini belirliyor, yoksa çalışanların bilinç düzeyi mi saydıklarınızı belirliyor; bir yandan da kitapta “bunu düşünmek lazım” demeye, bunu sorgulamaya çalışıyorum.


Sanata yönelimin ofis insanları için oldukça işe yarar olduğuna dair bilgiler okuyoruz Ofistike Şeyler’de. Yaka rengi fark etmeksizin hepimizin aradığı mutluluğu yakalamada sanatın nasıl bir etkisi olacaktır?

Sorunuzdaki mutluluk aramanın en uygun yolu, tarih boyunca hep sanat olmuş. Sanatçı için her zaman değilse bile sanat izleyicisi açısından öyle... Geleceği en çok ön görebilen, kendi kötümser olsa bile garip şekilde en çok umut veren, fikir veren şey sanat çünkü. Bunu sanat tarihi söylüyor. Dünyanın içinde bulunduğu kâbusu, kitabın başında yazdığım gibi “tuhaf zamanlar” diye küçümseyen de sanat.

Son olarak kitaptaki bir cümlenizle bitirmek istersek; “Teknolojide, diplomaside, siyasette, sanatta olan biteni çok hızlı, uzaklara gidilen bir yolculuk gibi düşünün şimdi. Ruhlarımız nerede kaldı, biz nereye gidiyoruz? Bir felakete mi yeni bir aydınlanmaya mı?” Sizin bu soruya yanıtınız ne olurdu, felakete mi yoksa aydınlanmaya mı gidiyoruz?

Kitap yayınlandıktan sonra yaptığım üç söyleşide, üç ünlü insan Sarkis, Hakan Günday ve Agniezska Holland, buna umutsuzca cevap verdiler. Sanılanın tam aksine yeni bir aydınlanmadan bahsetmiyorlar. Bu insanların dediklerinin üstüne canınızı çok sıkmayayım. Hakan Günday’dan zaten biraz önce bahsettim. Yine kitap baskıya gittikten sonra söyleşi yaptığım yönetmen Agniezska Holland; yoksullaşmadan işsizliğe, iklim krizinden eğitimsizliğe, gerileyen özgürlük ve demokrasilerden kadın haklarına kadar çaresizce sorunlarımıza çare ararken çarenin, çok kolay olduğunu söyleyip herkesi kolayca kandıran ama dünyanın hiçbir yerinde neredeyse tek çare üretmeyen popülizmin eline düşmemizi şöyle açıklamıştı: “Değişimleri, insanların kavraması zor. Nasıl başa çıkacaklarını bilmiyorlar. Demokrasiyse sorumluluk demek. Sorumluluk da aynı zamanda şu anlama geliyor: Karmaşık sorulara kolay cevaplarınızın olmadığı durumları temkinli düşünmek! Sorunları çözmek için çaba sarf edip fedakârlıklar yapmak gerekiyor. İnsanlar kestirme yollar istiyor. Ama yok. Sonra popülistler geliyor, demokrasi bitiyor.”

Çağdaş sanatçı Sarkis de epey umutsuz konuştu.

Comments


bottom of page