“Olmak”, “Sahip Olmak”tan mı Geçer?
Nazlı Doğan Özsöz
Nermin Yıldırım’la, Mirgün Cabas ve Can Kozanoğlu’nun Storytel bünyesinde yaptıkları ‘İlk Sayfası’ podcast serisi ile tanıştım. Benim için çok geç bir buluşma olduğunu söylemek isterim. Çünkü böylesine zengin, iddialı ve muzip bir dil ile karşılaşacağımı, dertlerimizin bu denli benzer olduğunu ve bana bir kanepeden saatlerce kalkmadan bir solukta roman bitirme keyfini yaşatacağını bilmiyordum.
Dokunmadan, Adalet karakterinin “Öleceğimi öğrenince çok şaşırdım” cümlesiyle okuyucuyu ilk kelimelerden içine alan ve hatta hapseden etkileyici bir roman. Adalet, öleceğini öğrenince ilk günahını telafi etmek için bir yolculuğa çıkar. Bu da yazarın Ev romanı gibi bir yol hikâyesi aslında.
İlk günah meselesi, itaatsizliğin ilk örneği olarak kabul edilen Âdem ve Havva’nın yasak elmayı yemesiyle başlıyor. Adalet ilk günahını henüz küçük bir çocukken engelli bir çocuk olan Mahsun’un elinden zorla oyuncak bebeğini alıp, geri vermemesiyle işler. Mahsun’un annesinin bebeği sorması da gerçeği söylemeye itmez Adalet’i. Başka bir çocuk için çok şey ifade eden ama kendisinin beğenmediği tek gözlü, çirkin ayıcığı zorbaca tekeline alıp, engelli çocuğa acı çektirmesiyle yüzleşmek için yola çıkmasıyla hikâye işlemeye başlar. Hıristiyanlıkta ilk günahın tüm günahların kaynağı olduğu inanışı vardır, bu noktadan yola çıkarsak Adalet de ilk günahını temizleyerek sonraki günahlarını da telafi etmiş olmak istiyor gibi görünüyor, zaten hepsini telafi edecek zamanı da yok. Adalet’in geçmişi tek bir günahla sınırlı değil. Erich Fromm, Sahip Olmak ya da Olmak incelemesinde bağışlanmanın ağır koşullarından şöyle bahseder: “Suçlu, suçundan pişmanlık duymak, cezasına razı olmak ve cezayı kabul etmek zorundadır. Günah(itaatsizlik) → suçluluk duygusu → otoriteye teslimiyet (ve cezalandırılma) → bağışlanma süreci, insanı her itaatsizliğin daha çok itaate sürüklenmesi durumu ile baş başa bırakan kısır bir döngüdür.” (s.156) Adalet de işlediği günahın suçluluk duygusuyla cezalandırılma/cezasını çekme arzusuyla bir bağışlanma sürecine girmeyi arzulamaktadır. Yaptığı hata içini kemirir. Adalet, aslında ilk günahının bu olmadığını, çok ağır sonuçlarla yüzleşerek bir ömür geçirdiğini bilse de tamir edebileceği ilk günahını seçtiğini söylemekten de çekinmez. Zira Adalet daha küçük bir çocukken mahallenin duvarına babasını erkek arkadaşıyla öpüşürken gördüğünü yazmış ve bunu tüm mahalleliye ilan etmiştir. Hemen ardından babası bir trafik kazası sonucu, intihar mı kaza mı olduğunu bilemediğimiz bir şekilde, ölüvermiştir. Bunun bir telafisi olmadığını bildiği için ilk günah olarak babasının ölümüne sebebiyet vermeyi değil de Hülya bebeği sahibine götürmeye karar vermiştir.
Fromm aynı çalışmasında “sahip olmak” güdüsünün yapısından şöyle bahseder: “İnsanların ‘sahip olmak’ biçiminde davranmalarının nedeni, özel mülkiyet kavramının karakterinde gizlidir. Bu tür davranışta en önemli şey, sahip olmak; en büyük hak ise sahip olanı saklamak ve kendinin kılmaktır. Elde olanı tutmak eğilimindeki bu güdü, diğer bütün isteklerin ve güdülerin önüne geçer, sahip olmanın yararlı bir biçimde kullanılmasını bile engeller. Böyle bir davranış Budizm’deki ‘ihtiras’ ya da Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki ‘açgözlülük’le eşanlamlıdır ve her şeyi, kişinin egemenliği altındaki ölü ve cansız nesnelere dönüştürmekten başka bir işe yaramaz.” (s.104)
Adalet karakteri de aslında kendi açgözlülüğüyle yüzleşmektedir. Kendisinden zayıf bir çocuğa zorbalık yaparak, bile isteye canını yaktığının farkındadır, sinsi ve zalimce davranmıştır henüz küçük bir çocukken. Dahası babası beş buçuk yaşındayken ölmüş bu çocuğun tepkilerini takip ettiğimde kusmak istediği öfke ve hissettiği eksiklik duygusunun gerçeği yüzüme çarpmıyor değil. Mahsun’un oyuncağına el koyduktan bir süre sonra Müşü diye hitap ettiği nenesinin, fazla oyuncaklarını kimsesiz çocuklara verelim teklifine karşılık oyuncakları tek tek sobaya atıp yakmaya başlaması, karakterin dinmeyen öfkesine dair büyük bir ipucu veriyor. Adalet’in yaş almış hali de aksi, huzursuz, zor ve öfkeli. “Kabahatler denizinde su yutarak” geçirdiği ömrünü sadeleştirip, huzurlu bir ruhla dünyaya veda etmek son arzusu olan Adalet’in, göbek bağını kendisinden başka kesecek kimsesi yok.
Kendisini korkak hatta kötü insan olarak nitelendirdiği bir olayı da okul yıllarında yaşıyor; arkadaşı dayak yerken kimseye haber vermeyişi dahası kimin yaptığını soran öğretmenine karşı sessiz kalması onu vicdan muhakemesine itiyor. Buna rağmen gördüklerini kimseye söylemiyor. Bencil ve suya sabuna dokunmayan bir profil çiziyor yazar. Peki yazar bu profili çizerken, neden Adalet yolculuğu sırasında yeni girdiği şehirlerde rüzgârın getirdiği taciz, tecavüz, istismar, işkence seslerini duyuyor? Bir pazar yerinde kaybolan çocuğu aramak için herkes seferber olurken Adalet neden öylece duruyor? Öylece dururken kulağına gelenlerle boğuşuyor? Dahası kendisine ilginç gelen üçüncü sayfa haberlerini gazete kupürlerinden keserek bir defterde biriktiriyor, duyarlılıklarını nesneleştiriyor, adeta kanıtlıyor. Bu bilgilerle karakter için bencil ve kötü nitelemelerini yapmak zorlaşıyor. Çünkü bir insan salt iyi ya da salt kötü olmaz. Hep bu değil midir gerçek hayatta da kafamızı karıştıran zaten? Salt kötüden nefret edip yok saymak onu bir şekilde cezalandırmak rahatlatacak bir eylemken, kötülükler yapmış -aslında- iyi bir insanı, ölüme ve ilk günahını tamir etmeye giderken yargılamak pek mümkün olmuyor. Yazar bu noktada okuyucunun duygu dünyasına ustaca çomak sokuyor.
Adalet çok küçük yaşta babasını kaybetmiş, babasının kaybıyla annesi de katlanılmaz bir kadın haline gelmiş bir karakter. Babasının ardında bıraktığı günlükler, annesine büyük bir hayal kırıklığı yaşatmakla kalmıyor, onu dokunmadan yaşayan bir karaktere dönüştürüyor. Obsesif kompülsif bozukluk ile mücadele ederken kızını kendisinden uzaklaştırıyor, sevgisizleşiyor. Bu yüzden Adalet istenmeyen biri gibi hissederken, sevmenin ve dokunmanın ıstırap veren yanları olduğuna inandırmış kendisini yıllarca. Her ne kadar babaannesinden sevgi görse de bu yaşadıkları arızasız ve yarasız hayata başlamasını engellemiş. “Sevişmenin mesafeyi kısaltmadığını” düşünse de birine gerçekten dokunmayı yirmi dokuz yaşında öğrenen toy ve yorgun bir kadın Adalet.
Fromm özel mülkiyet kavramını Latincedeki anlamıyla açıklar; soymak, yağmalamak ve başkalarını o nesneden yoksun bırakmak yani cebren tekele geçirmek. Başka insanların o nesneden faydalanmasını, başkalarının da kullanmasını bir biçimiyle engelleyen bu kavram, kişinin kendisinin yarattığı mülkiyetin altını çizer. Adalet ise hiçbir şeye tam anlamıyla sahip olamamış; annesinin, babasının, sevginin, huzurun, sıcak bir yuvanın, sağlıklı ilişkilerin, mutluluğun hep uzağında, hep beyninin bir köşesinde bir azapla yaşamış bir kadın. Bu hiçbir şeye sahip olmayan karakterin, kendi isteğiyle sahip olduğu bu nesne yani oyuncak ayı, onu ömrü boyunca takip ediyor. Kitabı okumayanlar için sürprizi bu kısma saklamış gibi olacağım, bu oyuncak ayı Adalet’in onunla uzun uzun konuşan ve yanından hiç ayrılmayan tek arkadaşı. Hatta yazar, bir süre Hülya’nın oyuncak ayı olduğunu söylemeyerek bir ufak oyun oynuyor ve öğrenildiğinde okuyucuyu heyecanlara gark ediyor.
Hülya, Adalet’ten ayrı özelliklere sahip bir karakter. Bu yüzden kendi aralarındaki çatışmaları, laf dalaşları, farklı şeyleri sevmeleri minik çatışmalar yaratarak ritmi biçimli ve takip etmesi rahat bir hale getiriyor. Hülya’nın antik Yunan tragedyalarındaki koro misali sağduyunun sesi ve hatta bir doğrucu Davut olması, Adalet karakterinin de bir yanının gerçekleri görebildiğine işaret ediyor. Buradan da sürekli kendiyle çatışma ve savaş halinde bir karakter olduğu çıkarımını yapılabiliyor rahatça. Dahası Hülya izdivaç, moda gibi reality şovları izlemeye bayılan hayatın bir noktadan nabzını tutan bir karakter olduğunu ve Adalet’in de üçüncü sayfa haberlerinden kendine bir defter yaptığını unutmamak gerek. Bunlar ölüme giden bir karakterin yaşamla kurduğu bağlara birer örnek niteliğinde.
Ölümle burun buruna gelmek Adalet’i bir anlam arayışına sürüklüyor ve varoluş sıkıntısı doğurtuyor. Yok olmasına az zaman kalan varlığına bir anlam ve bir amaç inşa etme arzusuyla dolduğunda, Mahsun ona bir yol çiziyor ve bir amaç veriyor. Bu durum ona upuzun sürecek, bir süre yanlış istikamette gidilecek bir harita çizmiş olsa da yolun sonuna gitmek için tüm gücünü kullanıyor. Yolculuğun ve aslında romanın sonuna geldiğimizde yine Erich Fromm’un cümlelerinden destek alacağım. Fromm diyor ki, “bir şeye sahibim” demek cümledeki özenin ve nesnenin sonsuzluğuna işaret eder. Fakat bu bir yanılgıdır ne nesne ne de özne sonsuz değildir. Özne ölebilir, ya da ona statü kazandıran toplumsal yerini yitirebilir, nesne kırılabilir ya da bir şekilde değerini yitirebilir. Herhangi bir şeye ebediyen sahip olma fikri bir hayalden ibarettir. Buradan hareketle yüzümü romana çevirdiğimde, Adalet karakterinin girdiği sorgulama sonucunda zorla sahip olduğu nesneyi (oyuncak ayıyı) sahibine geri vermek üzere çıktığı bu yolculuk, öznenin ve nesnenin süreksiz ve değişken olduğunu göstermiyor mu? “Kendi denetimi altına alma imkânı bulduğu için” oyuncak ayı Adalet’tedir ve artık gerçek sahibine doğru yola çıkmıştır. Böylece “olmak” kavramının yolunun “sahip olmaktan” geçmediğini okuyucuya, Adalet’in ilk günahını telafi etmeye karar vermesiyle nakşediyor yazar.
Nermin Yıldırım üretken, felsefesi ve yaraları olan bir romancı. Zengin dili, nüktedan karakterleri ve yarattığı küçük oyunlarıyla okuyucusunu kendisine hızlıca bağlayan, çok okuyan ve çok yazan bir yazar. Daha nice romanlarında buluşmak ümidiyle.
Comments