top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Aram'ın Kasketi

“Babam, ‘ölenler de bizim, korkulacak bir şey yok,’ dedi.”

Sibel Kaya


Su çok soğuk, ayaklarımı hissedemiyorum. Aram'la dereye dökülen erikleri topluyor kıyıya biriktiriyoruz. Ağacın dibindeki dikenli çalılar yüzünden tepesine çıkmaya cesaret edemiyoruz. “Ne yapacaksın oğlum bu kadar eriği?” Kasketini düzeltiyor, “Babam seviyor onun için. Bu gece karanlık ay var, kesin gelir.” Yediği eriğin suyu ağzının kenarından akıyor. Konuşurken yüzündeki çiller yer değiştiriyor. Kaç tane çili olduğunu soruyorum, “Bilmem ki,” diyor. Donuma kadar ıslanmışım, yine çişim geliyor. Arkasını dönerek, “İşe gitsin,” diyor. İşerken etrafı kolluyorum. Kıkırdıyor, “Korkma, şunlardan başka kimse yok.” Yamaçtaki eski mezarlığı gösteriyor. Sonunda bitiyor işimiz, üstümüzdekileri çalılara serip otlara uzanıyoruz. Bulutlar hareket ediyor mu karar veremiyoruz. Oturup erikleri sayıyoruz, seksen bir tane, “Yuvarlak olsun,” deyip küçüklerinden birini bana uzatıyor. Eliyle saçlarını arkasına yatırıp kasketini düzeltiyor.

“Mezarlığa gidelim mi?”

“Kırmızı bir yılan bekliyormuş orayı.”

“Yılan olsaydı babam içinden geçmezdi.”

“Yoldan geçse ya.”

“Geçse de jandarmalar mı alsa? Hem mezarlıktaki türbede ne var bakarız.” 

Kurumuş otların arasında kayboluyoruz, mezarların bazısı o kadar uzun ki şaşırıyoruz. Kararmış taşlarını okumaya çalışıyoruz, bilmediğimiz bir dil. “Bir tek dedem anlıyor bu yazıyı, biraz da babam,” diyor. Kimisi yosun tutmuş, kimisi bozulup toprak yığıntısına dönüşmüş. Kimisi de yere dikilmiş yassı bir taş sadece. Mezarlarda kimlerin yatmış olduğunu tahmin ediyoruz. 

“Bence buradaki tüccar,” diyor Aram.

“Tüccar ne?”

“Sen de hiçbir şey bilmiyorsun oğlum.”

“Sen nereden biliyorsun?”

“Babamdan, çok kitabı var.”

Yamaca tırmanırken kan ter içinde kalıyoruz. Ayaklarımın altında yuvarlanan taşlar yüzünden dengemi kaybediyor düşmemek için Aram’ın sırtına yapışıyorum. Terliklerimizin içine giren toprağı ve dikenli otları silkelemek için sık sık duruyoruz. “Şu sarı çiçeklere dokunma sakın,” diye uyarıyor. Tozu gözlerimi yakar, sabaha kadar her yerimi kaşındırırmış. Arada dönüp arkasına bakıyor geride kaldığımda durup bekliyor beni. Tepedeki türbeye yaklaştıkça aşağıda bıraktığımız her şey küçülüyor, dere artık görünmüyor. Ağaçların arasından çatılar seçiliyor, bir de derenin üstündeki taş köprü. Yukarı çıktıkça her şey sararıp kuruyor. Karşıdaki dağın bize bakan yamacına gölge düşmüş, akşam yakın demek ki. Annem buraya geldiğimi öğrenirse azarlamakla kalmaz. Ama az kaldı türbeye, içeriye bakıverir döneriz hemen. Geç kalmadan gidersek kimse bir şey sormaz. Nefesi kesile kesile konuşuyor Aram.

“Ölülerimiz birbirine karışmasın diye ayrı yapılmış.”

“Türbede tabut var mıdır gerçekten?”

“Vardır vardır.”

“Uzun pantolon giyinseydim keşke.”

“İnince derede yıkanırız.”

“Sen bir şeyden korkmaz mısın?”

“Meydanda gezinen bir köpek var, Postal. Sadece ondan.”

“Ya ölülerden?”

Kasketini düzeltip sesini kalınlaştırarak,

“Babam, ‘ölenler de bizim, korkulacak bir şey yok,’ dedi.”

Konuştukça gözümde büyüyor Aram. Kısa bacakları uzuyor, koca bir adama dönüşüyor. O önde ben arkada. Türbe mezarlığın tepesinde. Ezdiği otlardan çıkan sarı tozlar üstümde. Tepeye vardığımızda türbenin gölgesine geçiyoruz. Ellerimi dizlerime koyup ağrısının geçmesini bekliyorum. Aram da toprağa çöküyor, kasketinin altından yüzüne kirli kirli terler akıyor. 

“Çıkarsana şu kasketi, yanmadın mı?”  

“Babamın, çıkarmam.” 


Biraz soluklanınca türbeyi inceliyoruz, “Kapısı ne kadar da küçükmüş.” Cevap vermeden gözleriyle ölçüp biçiyor. O girerse ben girerim, yoksa yalnız olsam arkama bakmadan gerisin geriye kaçarım. Kim bilir içeride ne var. Arkasındaki tozu silkeleyip bir tur dönüyor türbenin etrafında. Kafasını eğip giriyor. 

“Aram.”

“Gelsene.”

İçeride ne varsa rahatsız olmasın diye ninemin mırıldandığı dualardan okuyup omuzlarımı öpüyorum. Beklediğim kadar karanlık değil. Kubbeye dizilmiş pencerelerden ışık giriyor. Duvardaki taşların bazısı düşmüş. Yakılmış mumların kalıntıları taşların çıkıntılarında üst üste birikmiş. Toprak eşilmiş, zemin irili ufaklı oyuklarla dolu. İki tabut var yerde birinin kapağı açık ama içi karanlık. Korkumdan Aram’ın omzunu tutuyorum. Ahşapları çatlamış, boyaları atmış tabutlara bakıyor. Ayağıyla kapağı ittiriyor, ittirmesiyle altından bir şey fırlıyor. Ne olduğunu göremiyorum ama korkuyla dönüp koşuyorum. Alnımı duvara vurduğumda hatırlıyorum girişin alçak olduğunu. 

Elimi iyice bastırıyorum ama kan parmaklarımın arasından sızıyor. Geldiğimiz yoldan hızla inerken üstüme damlıyor. Mezarlıktan toprak yola indiğimizde iki cip geçiyor. Arkalarında tozun içinde kalıyoruz. Hasan, elimden tutup koşmaya başlıyor. Ne olduğunu anlamıyorum ama bu defa o da korkuyor. Uzaktan bir köpek havlıyor, sesi gittikçe yakınlaşıyor. “Postal bu,” diyor Aram elimi sıkarken. “Kestirmeden gideceğiz,” meyve bahçesine sapıyor. Koşarken yüzümüze çarpan dallara aldırış etmiyor. “Ne oldu ne oldu,” diye bağırıyorum. “Koş,” diyor. “Jandarmalar geliyor.” Alnımdaki yarayı unutup ona ayak uydurmaya çalışıyorum. İki kez tökezleyip düşüyoruz hemen kalkıp koşmaya devam ediyoruz.

Bahçeden evin arkasına çıkıyoruz. “Yat,” diyor Aram. Bir ağacın altına uzanıp evlerini izliyoruz. Askerler kucaklarında kitaplarla çıkıyor. Aram’ın dedesiyle ninesi evin önünde oturuyorlar. Ninesi anlamadığım bir dilde ağıt söylüyor. Annesi askerlerle birlikte eve girip çıkıyor, telaşla bir şeyler anlatıyor. Dışarıda bekleyen komutana dönüp onunla da konuşuyor. Komutanın elleri ceplerinde öylece duruyor. Kitaplar kucak kucak çıkmaya devam ediyor. Komutan iki askeri aşağıya, ahıra gönderiyor. Askerler koşarak iniyor, koşarak çıkıyor. Aram’a bakıyorum, ağlamıyor ama gözlerini sıkıp sıkıp açıyor. İşleri bitince çıkardıkları kitaplardan koca bir ateş yakıyorlar. Aram’ın annesi konuşmayı bırakıp eşiğe çöküyor. Herkes ateşi izliyor. Ben, Aram, annesi, dedesi, ninesi, komutan, askerler. Alev azaldıkça askerlerden biri elindeki sopayla ateşi karıştırıp yeniden canlandırıyor. Alevler büyüdükçe kararmış sayfalar etrafa uçuşuyor, her şeyi kirletiyor. Postal’ın havlama sesi uzaklaşıyor. Ateş sönünce cipler homurdanarak çalışıyor. Komutan camdan başını uzatıp bir şeyler söylüyor sonra gidiyorlar. Olduğumuz yerde sırt üstü yatıyoruz. Dalların arasından batan Güneş’in kızıllığını izliyoruz. Aram kasketini yüzüne kapatıyor, “Babam bu gece gelmez,” deyip ağlamaya başlıyor.

Comments


bottom of page