Öykü: Arayış
Adı konulmamış kıskançlıklar, yokmuş gibi davranılan bağımlılıklar, grubumuzun asıl dinamiğini oluşturuyordu bana kalırsa.
Ali Nurdoğan
Odam yorgun gözlerimi zorlayacak kadar aydınlıktı. Keşke perdeleri geceden çekmiş olsaydım. Basit unutkanlıklarıma son zamanlarda daha fazla öfkeleniyordum. Kapıdan gelen sesi duymamla uyanmamın nedeninin gün ışığı olmadığını anladım. Geleni defetmek üzere sinirle ayağa kalktım. Eski alışkanlığımdan olacak açmadan önce kapı deliğinden baktım; oysa kapıdakine dair ihtimallerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi.
Ellerini yelpaze gibi kullanarak serinlemeye çalışan, alnından ter damlaları süzülen Özge, bir bacağı sabit diğer bacağını sallayarak kapıyı açmamı bekliyordu. Üzerindeki ince yazlık elbiseye rağmen sıcakladığına göre koşturmuş olmalıydı. Kapıyı açar açmaz, “Neredesin sen, kaç kez aradım neden duymuyorsun?” dedi. Bana ulaşamayınca, beni azarlayabileceği bir hukukumuz yoktu; hiç olmadı. Evime ikinci gelişiydi. Genellikle ben onun evine giderdim ancak tümü önceden planlanmış ziyaretlerdi. “Uyuyordum.” dedim. İçeride kimsenin olmayacağından emin, peşimden girdi. “Bu kadar içersen uyanamazsın tabii!” dedi. İçki konusunda onun da benden aşağı kalır yanı yoktu; ancak çenemi kapatıp dilinin altındaki baklayı çıkarmasını beklemeye karar verdim.
İçeri geçti ve salonda üzerinde kıyafet olmayan tek koltuğa oturdu. Dağınıklığım için özür dilemeye gerek duymadım. Çoğu kişi gibi ben de dağınıklığın kendi içinde bir düzeni olduğuna inandığımdan, onun yadırgayan bakışlarını anlamsız buluyordum. Bakışları bir yandan başka bir kadına dair ipucu ararken aklı buraya gelmesine neden olan sorundaydı. “Haydi hazırlan, bir an önce çıkmamız lazım.” dedi. Daha sonra da bakışlarını televizyonda geceden açık kalan filme, Bande à Part’a sabitledi.
Açıklama yapmasına dair beklentimi önemsemiyor gibi görünüyordu. Bir süre sessiz kaldım. Azarlar gibi konuştuğuna göre beni başka bir sebepten suçluyor olmalıydı. “Sinemaya mı?” diye sordum çekinerek.
Evet anlamında başını salladı. Karşısındaki sehpaya baktı. Buraya gelmeden önce buna karar vermiş gibi sehpanın üzerindeki geceden kalan bardağa uzandı ve yere attı. Bu salonda her şey akşamdan kalmaydı ve bugüne ait değildi. Belli ki Oya yine kayıptı. Bir müddet cam kırıklarına baktık.
******
O, elini temizlemeye tuvalete gitti; ben ise giyinmek için yatak odama yöneldim. Bir yandan ne giymem gerektiğini bir yandan da Oya’nın nereye gitmiş olabileceğini düşünüyordum. Salondaki kıyafetlerimi almaktan nedense çekindim. Alışılmış olan iyidir dedim kendi kendime. Sıklıkla giydiğim şort ve tişörtüm yatak odamdaydı ve onları üzerime geçirirken aramaya da her zamanki gibi Kadıköy sinemalarından başlarız diye düşündüm. Bunu sesli söylemiş olmalıyım ki Özge arkamdan, “Ne dedin?” dedi Oda kapısını kapatmamıştım; fakat yine de arkamda durup beni izlemesi garip gelmişti. İlişkimizin biçimine henüz karar vermemiştik. Daha önce birkaç iyi gece geçirmiş, birbirini epey zamandır tanıyan dostlardık. Yavaş yavaş birbirimiz için tehlikeli saplantılar haline geldiğimizin farkında olsak da bu konuda bir önlem alma gereği duymuyorduk. Özge’nin bana kıyasla daha fazla kayıtsızlıkla yaklaşabildiği, diğer insanlara benzeyen rutin bir yaşamı vardı. Oya, şu anda bizim için her şeyden daha öncelikli bir konuydu.
Herkesin hayattan sıkıldığında kaçtığı, düşleri sayesinde kendisini daha iyi hissettiği yerler vardır. Bunaldığımda beni ya evde kitaplarımın arasında ya da başka bir şehirde tenha bir kütüphanenin okuma salonunda bulurlardı. Çoğunlukla birincisi olsa da ikincisini gerçekleştirdiğimde de Özge ve Oya’nın beni farklı şehirlerde bulup eve geri getirmişliği vardı. Dönmek istemediğimde beni ikna edene kadar orada benimle birlikte kalırlardı. Arkadaşlığımızın başlangıcı üniversite yılları sayılabilirdi; ancak birbirimizden ibaret kalmamız çok daha sonra oldu. Hayat istediklerimizi vermedikçe birbirimize yaklaştık.
Özge için kaçış yönü müzikti. Onu, Harbiye Açıkhava’da ya da Glastonbury Festivalinde bulabilirdiniz. O kaybolduğunda, havayolu firmalarının dünya genelindeki festivallere, konserlere yer verdiği dergilerinden bir sayıyı derhal edinmek gerekiyordu. Bir keresinde kaçabilmek için yeterli parayı temin edemediğinde baterisini satmıştı. Evinde bilgisayarı hariç satabileceği değerli bir eşyası kalmamıştı. O da zaten iş yerine aitti. Oya ise hayatını filmlere doğru kaçırırdı. Herhangi bir sinemada, açılıştan kapanışa kadar oturur; kimi zaman karşısına ilginç birisi çıkarsa onunla filmlerdeki gibi bir aşk yaşamayı hayal eder kimi zaman ise ilginç hiçbir şey olmaz ve sinema değiştirirdi. İstanbul’da sayıları giderek azalan sinema işletmecilerinin tümü onu tanırdı. Oya, filmlerden ziyade sinemanın atmosferiyle ilgili gibiydi, filmler onun için detaydı. Birbirimizin gündelik hayatlarımızı terk ederek farklı yönlere kaçma arzusunu dizginlediğimiz ölçüde besliyorduk da. Kaçma arzusunu basit şeyler tetikleyebildiği gibi bazen son derece karmaşık kişisel sorunlar da söz konusu olabiliyordu. Oya, eğer geçen akşam pek iyi tanımadığımız insanlardan müteşekkil bir grubun içinde, restoranda onu alaya aldığımı hissettiği için kaçmışsa; yani tek nedeni bu ise, bu kez işimiz çok zor değildi.
Acele etmemizin ve telaşımızın bir nedeni ise şuydu. Kaçışlar sembolik değildi. Sözde zararsız, hatta faydalı denebilecek kültür sanat etkinliklerine yöneliyor olsak da aslında o sırada bilinen kişiliğimizin oldukça dışında, normal şartlar altında asla yapmayacağımız işleri yapıyorduk. Şunu idrak etmiştik ki beden iştirak etmediğinde ruh zavallı ve acizdir. Elbette son yıllarda bu oyunu daha sık oynadığımızdan düzenli işlerimizle de bir noktada vedalaşmak durumunda kalmıştık. Özge’nin işi görece serbest olduğundan o işini bırakmak zorunda kalmamış, maaş kesintileriyle hayatına devam ediyordu. Kaçılan yerde, kurulan yeni hayatta, günübirlik ne iş bulunursa o iş yapılıyordu. İş bulunamazsa, bundan açıkça söz etmekten hoşlanmasak da hırsızlık dahi yapıldığı oluyordu. Yaşamak için gerekli olan, akla gelen her şeyi yapabilirdik. Yola çıkmadan önceki durumdan daha fazla parayla eski hayatımıza döndüğümüz oluyordu. Sosyal çevremiz birbirimizden ibaret olmuştu. Hayatlarımızdan esaslı dedikodu malzemeleri çıkıyordu. Kişiliğimizle beraber ahlaki yargılarımız da kaçışlarda uykuya dalıyordu. Uyurgezer birinin ne yaptığını bilmediği geceler gibi bahsediyorduk bu zamanlardan; fakat içimizde bir şeyler hasar görüyordu. Ben’in içinden kaç adet ben çıkarabileceğimizin peşinde arayışlardı bunlar. Yarışır gibiydik.
Özge, evden çıkmak üzereyken portmantonun köşesinde duran valizimi gördü. O kadar sık kaçma ihtiyacı hissediyorduk ki artık kaçışlarımız birbirleriyle zamansal olarak çakışabiliyordu. Yolculuğa çıkamadan beni yakaladığı için kızgındım Özge’ye.
“Yok bir şey, bir arkadaşın yazlık evine gideceğiz.” dedim. Yorum yapmadan dışarı çıktı ve kapı önünde beni beklemeye başladı. Birlikte kaybolmak diye bir şey olsaydı belki de Oya ile birlikte kaybolacağımızı kuracaktı. Adı konulmamış kıskançlıklar, yokmuş gibi davranılan bağımlılıklar, grubumuzun asıl dinamiğini oluşturuyordu bana kalırsa. Oya, bize göre daha gözü karaydı. Binlerce sayfalık bir Dickens romanı beni, saatler süren bir müzikal Özge’yi sakinleştirebilirken, Oya seyrettiği filmlerle yetinmiyor; filmi yaşamaya çalışıyordu. Bir keresinde Beyoğlu’nda Rüya sinemasında onu bulduğumuzda etrafı sürüsüne bereket tekinsiz adamla çevriliydi, elbiseleri ve saçları berbat haldeydi ve onu oradan çıkarmamız epey zor olmuştu. O, sürekli kıyıya geri getirilemeyecek kadar uzağa açılıyordu ve aramızdaki mesafeyi birkaç hayat boyuna çıkarıyordu. Ona deli demeye çekiniyor olsam da kuşkusuz aramızdaki en deli oydu. Delilik tehlikeli bir oyundur, tabii oynayanlar için.
Geçen gece, onu herkesin içinde alaya almam da biraz bu durumdan kaynaklanıyordu. Özge ile benim aksime, onun ailesi oldukça zengindi. İçine girdiği durumlardaki cesaretinin, sınıfsal konumuyla ilgisi olduğunu düşünüyordum ve bunu açıkça söylemekten de çekinmiyordum. Aslında Özge de söylediklerime hak veriyor olsa da şu an her şeyin sebebi benim söylediklerimmiş gibi davranıyor. Sözlerime içerleyip kendisini babasının onu kurtaramayacağı durumlara sokmuş olmalı diye düşünüyorum.
Eve döndüğümüzde İstanbul’da gezmediğimiz sinema kalmadığını anlıyoruz. Farklı şehirlere gidilecek demek ki. Özge’ye, “Bana gel bu gece, sabah yola erken çıkarız.” diyorum. Duymamış gibi “Ben artık eve gideyim” diyor.
“Aramayacak mıyız kızı?”
“Yoruldum ben, ailesi bulur nasılsa. Boş ver sen de.” diyor.
Bu da bir kıskançlık oyunu mu? Karşımdakinin Özge olup olmadığına emin olamıyorum. Başka bir şey söyleme gereği duymadan çantasını alıp gidiyor.
******
Bana bile uzun gelen bir süre, Oya’yı arayıp durdum. Ülke içinde bakmadığım sinema kaldıysa da sürekli dolaşmak için artık bütçem yetmiyordu. Yurt dışı ise şu an için zaten söz konusu değildi. Sinemaları telefonla arayıp öğrenmeyi denediysem de sorduğum sorularla, konuyu onlara anlatmayı başarmam mümkün değildi. Genellikle, “Ne kızı kardeşim? Burada kız mız yok.” deyip kapatıyorlardı. Daha kaba olanlar, “Biz pezevenk miyiz, ne kızı?” diye soruyordu. Ayda bir haftayı bu işe ayırıyordum. Özge ile görüştüğümüzde bu konuyu açmamaya özen gösteriyor, açıldığında ise bana Oya’nın peşini bırakmamı tavsiye ediyordu. Hatta bir gün, bence bir tatile çık sen dedikten sonra onunla da görüşmeyi kestim.
Evden çıkma isteğimin olmadığı bir sabah, kendimi epey zorlayarak sahilde yürüyüşe çıktım. Gölge bir bank bulduğumda buna gerekenden daha fazla sevinen yaşlı biri gibi koşarak banka oturdum. Keyiflendiğim şey bir yandan acınası geliyor, bir yandan ise oldukça gerçek hissettiriyordu. Yıllarca çalıştığım reklam sektöründe kazandığım tüm başarılardan daha önemli gözüküyordu. Bunu reklam sektörünün sahteliği nedeniyle söylemiyorum ki muhtemelen tüm sektörler benzerdir, başarının mutlulukla dolaysız ilişkisi bu banktı. İş yaşamında başarı parayı, para alışverişi, satın alınan mallar ise mutluluğu getiriyor ya da mutsuzluğu engelliyordu. Üçüncü dereceden türev almalı böylesine mutluluklardan sıdkım sıyrılmıştı. Bank iyiydi, gölge ve serin. Bir gazete alıp almamayı, hâlâ gazete almanın yaşlılara mahsus olup olmadığını uzun uzun düşünüyordum ki yağmur başladı. Islanmamak için mecburen kalktım. Caddeden gri bir Range Rover geçti. Şoför koltuğunda Oya vardı. Bir an ne yapacağımı bilemeden öylece durdum. Aradığım çözüm aklımdan önce gözümün önüne geldi, genellikle böyle olmaz. Boş bir taksi hızla geliyordu, el edince durdu. “Öndeki arabayı takip et!” diyerek şoförün tepkisini görmek istiyordum; ancak önde araba filan yoktu. Neyse ki Moda sokakları dardı ve araçlar hızla gidemezdi. Onun aracına kısa sürede yetiştik ve cümlemi kurdum. Taksici anlık bir duraklamanın ardından, “Bütün rahatsızlar da bizi buluyor hasbinallah!” dedi. Böyle dese de Allah’ın yetip yetmeyeceği konusunda şüpheleri olacak ki “Başımıza bir iş gelirse ben karışmam bak!” diye tehdit tonlu konuştu. “Yok abi, ne ilgisi var. Sür sen.” dedim. Dur kalk trafikle Kalamış’a geldik. Marina’dan sonra lüks villa sıralarından birinin garajına girmek için arabasının sinyal lambası yandı. Taksiciden sağa çekmesini istedim. Ne yapacağımı tam bilemeyerek evine doğru yürüdüm ve biraz bekledikten sonra zili çaldım. Evin içinde, kapıda kılığı bozuk bir adam seni soruyor, diye konuşulduğunu işittim. Berbat günlerimde bile kıyafetlerime dikkat ettiğimden bu tanımlamaya gücenmiştim. Bozuntuya vermemeye çalıştım. Birkaç dakika sonra Oya kapıdaydı. Hiçbir şey olmamış gibi bana sarıldı. Bir yandan orada bulunuşuma anlam vermeye çalışıyordu. “İçeri gelsene, nasılsın? Nasıl sevindim seni gördüğüme!” dedi.
“Öyle mi?”
“Tabii.”
“Neler yaptın, Özge nasıl?”
“İyi sanırım, bilmiyorum. Onun adına konuşamam.”
“Ah sen yok musun? Hep aynı!”
Genç bir kız, önümüzdeki masaya su ve kahve bıraktı. Dışarıdaki bahçe göz alabildiğine yeşildi. Yeşilden gözlerim kamaştı. İstanbul’da böyle bir yer bulunmasına hayret ettim. Aylardır seni arıyorum desem, düşeceğim aptal konumun derinliğinden sarsıldım. Bu kadarı benim için bile fazlaydı. Onun yerine;
“Gidiyor musun hâlâ sinemaya?” diye sordum.
“Epeydir gitmedim, neler var bu aralar? Sen de sıkı takip ediyordun festivalleri.”
Delirmemek için deli taklidi yapmak gereken anlar vardır, bu da o anlardan biriydi.
“Kırılmadın değil mi bana o gece?”
“Hangi gece? Son görüştüğümüz geceye mi takıldın sen?”
Bir şey söylememe fırsat vermeden devam etti.
“Neden kırılayım? Doğruydu söylediklerin. Beni kendime getirdi.”
“Öyle mi?”
“Öyle tabii. Boş verdim ondan sonra her şeyi. Hayatın tadını çıkarmaya başladım.”
“Benim demek istediğim bu değildi tam olarak.”
“Kim kimi tam anlıyor ki canım benim? Boş ver. Özünde babama güvendiğimi söyledin, bense bunu gizlemeye çalışıyordum. Hakkın vardı. Ben de neden alternatif bir hayat arıyorum ki dedim. Teşekkür ederim sana.”
Birlikte bir şeyler yaptığım insanların beni yarı yolda bırakması benim için yeni bir şey değildi. Vaktin geldiğini anladım. Kahvemi bitirip müsaade istedim. Ayrılırken, “Mutlaka görüşelim. Özge’ye de selam söyle. Haftaya nişanlanıyorum, ikinizi de beklerim.” dedi. Oya artık aynı Oya değildi. Taksi çağırma teklifini reddettim. Yoğurtçu Parkına kadar boş taksi bulamadan yürüdüm. Hangi nokta olduğuna emin olamadığım bir noktada, bu kadar yürümüşken Kadıköy’e kadar da yürürüm dedim ve eve kadar yürüdüm. Soyunmadan kendimi yatağa bıraktım. En son, Oya’nın müstakbel nişanlısını tanıyor muyum acaba diye düşündüğümü hatırlıyorum.
******
Odam yorgun gözlerimi zorlayacak kadar aydınlıktı. Keşke perdeleri geceden çekmiş olsaydım. Basit unutkanlıklarıma son zamanlarda daha fazla öfkeleniyordum. Paslı bir makineyi harekete geçirmeye çalışır gibi bedenimi güçlükle harekete geçirmeye çalışarak başlıyorum her güne. Keşke Özge yine kapıyı çalsa diye kuruyorum. Yaşam, şikayetçi olduğu münasebetsizleri aratır insana. Onu aramam gerektiğini hissediyorum. Oya’yı içten içe merak ediyordur. Görüşmek istediğimi söylediğimde bunu hiç beklemiyor gibi şaşırıyor, ardından evine çağırmak yerine Erenköy’de bir kafenin adını söylüyor. Şaşkınlığımı belli etmemeye çalışıyorum.
Her zamanki gibi gerekenden daha önce varıyorum kafeye. Garsonların ve müşterilerin buluşmasına ne kadar da erken gelmiş demeyeceği bir süre kadar dışarıda oyalanıyorum. Artık sigara içmiyorum, mağaza vitrinleri zor da olsa beni oyalamayı beceriyor. Özge’nin geç kalacağı süreyi ve benim erken gelmiş olduğum süreyi hesaplayıp makul bir bekleme süresi yarattığıma inandığımda içeri giriyorum. Garson hemen geliyor, menüyü istiyorum.
Özge şık, günlük bir elbiseyle geliyor. Hava epey sıcak. Bir süredir içeride onu beklediğim halde benim alnımda ter damlaları var, onda ise hiçbir şey yok. Kilo vermiş, saçlarını kısaltmış ve daha dik duruyor. Sabah makyajına epey vakit harcamış bir iş kadını görüntüsünde. Kötü şeyler yaşamış olmalı. Hemen üzmemek için söylemiyorum, onun yerine;
“Nasılsın?” diyorum.
“İyiyim, çok sevindim seni gördüğüme. Ne var ne yok bakalım?” derken gözü aynı anda garsonu arıyor. Elindeki araba anahtarını ve telefonunu masaya koyuyor. Ben de üzerimdeki en değerli şey olan kol saatimi çıkarıp masanın üzerine koyuyorum. Nihayetinde zaman herkes için en değerli şey değil midir? Anlamıyormuş gibi suratıma bakıyor.
Anlatmaya başlayacakken lafımı kesiyor; aç olduğunu, buradan işe geçeceği için kahvaltı etmesi gerektiğini söylüyor. Ardından işini değiştirdiğini, yeni iş yerinin biraz uzakta olduğunu ama iyi kazandığını, taşıt kredisi kullandığını anlatıyor. Özge hep hızlı ve çok konuşurdu; fakat artık bir şeyleri, mutsuzluğunu, umutsuzluğunu ya da her neyse onu örtbas etmek ister gibi konuşuyor. Konuyu değiştireceğinden emin olduğum bir çıkış yapıyorum.
“Oya’yı gördüm.”
“Öyle mi? Neredeymiş?”
“Evinde. Haftaya da nişanlanıyormuş.”
Garson önümüzdeki masayı üzerinde boşluk kalmayacak şekilde doldururken, “Harika!” diyor Böyle masalar boşluk tanımaz. Bacak bacak üstüne atıyor ve ne demesi gerektiğini bilemeden yüzüme bakıyor. Elindeki çatalın ucundaki peynir kadar anlamsız geliyor yüzü birden.
“Gidecek miyiz?”
“Bilmem ki canım, ne zamanmış? Gelmen, damadın hoşuna gitmez ama seni anlattıysa.”
“Ne ilgisi var?” diyorum. Yanıtlamıyor. Hâlen Oya ile aramda önemli bir şeylerin yaşanmış olduğu konusundaki fikirleri sabit. Önündeki portakal suyuna uzanıyor, aynı anda çay da geliyor.
“Kahve eksik kalmış.” diyorum.
“Bitireyim söyleyeceğim.” diyor.
“İkimiz kaldık.”
Neden bahsettiğimi anlamıyor olsa değişmiş diyeceğim, ilgilenmiyor gibi duruyor. Peçeteyle ağzını silerken etrafı kesiyor. Renkli lensleri bakışlarındaki kıvılcımı silmiş.
“Sen neler yaptın? Sadece Oya’yı aramadın herhalde bunca zaman?”
“Sadece Oya’yı aradım.” diyerek tedirgin bir sessizliğin girizgahını yapıyorum. Bu durum hoşuma gidiyor. Garson, henüz önündekileri toplamadan kahvesini getiriyor. Orta şekerli içerdi, sadeye geçmiş.
“Damak tadın mı değişti?” diyorum.
Sorumu, etrafı keserken duyduğu için bunu cinsel bir bağlamda yorumluyor.
“Ne ilgisi var ya? Ne diyorsun?”
“Kahveyi diyorum, orta şekerli içmiyor muydun?”
“Hayır, ben hep sade içerdim. Oya’dır o.”
İki kişiden birisinin diğerinin de bildiği ve yaşadığı ortak bir geçmişi değiştirme çabası, karşısındakini deli yerine koymayı gerektiriyor. Herkesin, her gün başka biri gibi davranabilme lüksü var. Öyle olsun. Zaten bütün dünya insana bunu yapmaya çalışıyor; her gün, her an, geçmişi ve bugünü siliyor ve yeniden biçimlendiriyor. Karakter bırakmıyor kimsede. Geçmiş bu kadar amorf bir maddeden oluşmuyor bana kalırsa. Ayağa kalkıyorum. Tuvalete gideceğimi düşünen Özge umursamıyor. Ardından onun portakal suyu bardağını elime alıyorum. Yüzüme buna cesaret etme der gibi bakıyor, bardağı yere bırakıyorum. Telaşla ayaklarını çekiyor. Daha gerçek bir tepkiye ihtiyacım var. Eskiden kalabalık ve şık restoranlarda dahi kimsenin bakışlarını umursamadan, kendini kötü hissettiğinde eline gelen her şeyi kırardı. Bu davranışı, aramızda çocukça bir yakınlık oluşturacağını düşündüğüm için mi yoksa bir şekilde ruhsal durumunu bana aktardığı için mi yaptığımı bilmiyordum.
Etraftaki insanların yüzü bize dönerken çay bardağını elime alıyorum. Onu da sakince yere bırakırken garsonun bana doğru geldiğini görüyorum. “Napıyorsunuz beyefendi?” diyor. Bir esnaf lokantasında olsaydım, “Napıyorsun lan sen?” diyerek çoktan saldırmışlardı. Özge bir an önce kalkmak için çantasını alıp cüzdanındaki paralardan bir demet atıyor ortaya. Oldukça tedirgin, boynunda ter damlaları görüyorum. Yetip yetmeyeceği konusunda garsonla bir bakışla mutabık kalıyorlar. Para konusundaki soğukkanlılıklarını takdir ediyorum. O giderken tam anlamıyla yalnız kaldığımı ve artık özgür olduğumu düşünüyorum. Masada hiçbir bardak kalmadığını görünce kalan her şeyi kırmak için masanın üstündekileri deviriyorum. Bu sırada izbandut gibi birkaç kişi koluma giriyor. Sakinleşmem için biri kafama vuruyor. Polis arabasına bindirilirken, karakola mı yoksa akıl hastanesine mi götürüleceğimi ve hangisinin benim için daha işlevsel olacağını düşünüyorum. İnsanın ne kadar çok seçeneği olduğuna hayret ediyorum.
Comments