Öykü: Bir Çamaşır Makinesi Meselesi
"Gelip geçerken selam veriyoruz, bazan hatır soruyor, ufak tefek işlerinizi görüyoruz diye, ben sizi nüfusuma geçirtmedim ya."
Fatih Altınbeyaz
“Kara Haydar; tasarruf edecek diye akşamları lambaları bile yaktırmıyor, eşi Ayşe Kadın’ı zifiri karanlıkta oturtuyormuş. Nekes herif… Ama kınamayalım, alimallah tam da onun gibi oluruz.”
Bizde bu ahmaklık olduğu sürece işimiz harap. Bizim gibilerin mezarda huzuru olur ancak. “Neden böyle bir yakınmada bulundum?” diye soracaksınız. Durun, her şeyi en baştan anlatayım. Çünkü başlangıçlar, gönlü kanmış ve emin kılar.
Kasım ayının güneşli bir öğleden sonrası, evimde oturmuş güzel güzel, bir Fyodor Dostoyevski romanı okurken, Kezban Sultan telefon etti. Uzatmadım, sonra eline fırsat geçtiğinde türlü çeşit zehirli laflar sokmasın diye zamanında açtım ve derhal söylediklerine dikkat kesildim. Anlamadığım bir şekilde, Kezban Sultan’ın heyheyleri üstündeydi.
Komşusu Ayşe Kadın’ın yeni alınan çamaşır makinesini, nihayet çalıştırmışlar bu gün. Ben de ne zamandır sorup duruyordum. İyi yapmışlar. Haydi bakalım, vatana millete hayırlı olsun.
Gerginliğini bir nebze yatıştırmak için, “Konu komşunun yiyeceği kadar keşkek, pilav da yapsaydınız bari,” dedim. Ondan gelecek itirazı beklemeden, “Açılış için kurdele kestiniz mi? Çiçek, çelenk yaptırmadınız mı?” diye sordum.
“Kültürlü Kâtip, makara yapmayı bırak şimdi, zaten canım burnumda,” dedi Kezban Sultan.
“Pişmanlık ve ölçülü öfke ruhun ilacıdır,” diye kahkaha attım, yine araya girerek.
“Uzatmaaa!” diyen tarazlı sesi yankılandı. Mecburen, susmayı bir görev bildim. Çünkü hesapta olmayan, büyük bir sorun çıkmış. Mahallelinin toplanması, polisin hadiseye müdahale etmesi an meselesiymiş. Şöyle olmuş: Masaldereli Kara Haydar, “Kapatın şu uğursuz mereti, çok cereyan yakacak,” diyerek rahat vermemeye başlamış. İlkin oralı olmamışlar, Balıkesirli Nine’yi de çağırıp kendi aralarında koyu, mahrem bir sohbete dalmışlar.
Bu defa da, “Bir saat oldu, hâlâ yıkamayı neden sonlandırmadı bu? Cihazdan anlayan varsa şuna bir baksın,” diye haykırıp gelene geçene dert yanıyor, küflü demir pencereyi açıp hiç tanımadığı kimselerden yardım istiyormuş. Fesüphanallah, olacak iş değil... Bu şahsiyet, iyice kafayı sıyırdı mı yoksa?
Yaptığının doğru olmadığını söyleyen, âkil insan Balıkesirli Nine dâhil kim ne dese dinlemiyor, zavallı karısına zıtlanıyormuş. Ayşe Kadın, bu sistemle sudan tasarruf edeceklerini söyleyerek, kendisini savunmaya kalktığında, “Sus, kına çiçeği. Sen geçirdin bu aygıtı başımıza, o uzun boylu kâtibin aklına da senin komşun olacak, o çokbilmiş soktu. Bu yaştan sonra, senin neyine lazım gavur aleti?” deyip çıkışmaya devam ediyormuş hanımına.
Kezban Sultan da “Hangi devirde yaşıyoruz. Yazık değil mi? Bu mazlum, yaşta yağmurda, elde kılık kıyafet yıkamaya mecbur mu?” diye sorunca, “Dış kapının mandalı, sen karışma, haddini bil, senin anlayacağın işler değil bunlar,” deyip ocak bardağı gibi kararmış bir suratla başka tarafa bakıyormuş.
Beni de Kara Haydar ile konuşmam, onun nazını buğuzunu çekmem için rahatsız etmiş. Çünkü hâlâ ele güne karşı bar bar bağırıyor, “Evimizin huzuru kaçtı, gördüğüm kötü rüyalar, kâbuslar açık seçik çıktı. Kıyamet alameti bu, yetişin komşular,” diye ortalığı daha da velveleye veriyormuş.
Kezban Sultan, hâlâ burnundan soluyor, anladık haklı ama haspam taramalı tüfek gibi boyuna saydırıyor.
“Hiçbir şey görmemiş mi bu adam? Yıllardır evden dışarıya çıkmadığından, hayattan kopmuş. Değişim, konfor veren makine, yuvasını dağıtacak zannediyor. Beyni sulanmış bunun beyni. Kına çiçeği ne demek? Görgü yok görgü. Cimriliğinden evinin betini bereketini kaçırmış, algısızın haberi yok.”
“İsabet buyuruyorsun Kezban Sultan, başüstüne abla, ben onun hakkından gelmesini bilirim,” diye cümle arasına girmeye çalışmaktan yoruldum. O, telefon konuşmasını bitirdi, ben de bittim. Ruhumda köpüren acıyla yanıp kavruluyordum. Nedir yahu bu? Gelip geçerken selam veriyoruz, bazan hatır soruyor, ufak tefek işlerinizi görüyoruz diye, ben sizi nüfusuma geçirtmedim ya.
Günlerce araştırdım, kaç tane beyaz eşya mağazasını dolaştım, o çamaşır makinesini ben aldım. Çünkü Ayşe Kadın, kışta kıyamette, leğen içinde, ıslandığında kütük gibi ağırlaşan giysilerle uğraşmasın, ellerinin sızısından, parmak yaralarından kurtulsun istedim. Elbette bu yeniliğin fikir annesi Kezban Sultan’dı. Onun hakkını inkâr edemeyiz de bu şiddetli çatışma niye? İncir çekirdeğini doldurmayacak kavga neden bu kadar büyüdü? Dostun üzülüp düşmanın sevinmesine gerek var mıydı? Hem bana ne canım. Mesafeyi koruyun artık. Yeter!
Şuraya bak birader? Millet, uzay boşluğunda salına salına geziyor, daha birkaç yıl önce, sabıka fotoğrafları ile medyada boy gösteren, hakkında iddianame bile hazırlanan Donald Trump, Amerika Birleşik Devletleri’ne ikinci kez başkan oluyor, fî tarihinde de olsa Orman Müdürlüğünden emekli Kara Haydar, çamaşır makinesinin sarf edeceği elektrik faturası yüzünden batacağını sanıyor.
Bak, bu sefer de Ayşe Kadın arıyor. Bu cep telefonlarını icat edenin, ben ta…
“Hay gidi oğlanım, de gidi kâtibim, bak neler geldi başımıza,” diye inim inim inliyor.
“Bana niye anlatıyorsun? Ben sizin iç işlerinize neden karışıyorum?” demedim şüphesiz. Kezban Sultan ile iletişim kurmamış gibi, “Hayrola Ayşe teyze, nedir bu telaşın?” diye sordum.
“Yetiş oğlum, dede kudurdu, elbiseleri sıkarken çok sallanıyor diye çamaşır makinesi ile dövüşmeye kalktı. Kezban Sultan ‘Sen bu işe burnunu sokma, evvelce aklın neredeydi, adam kısmı her şeye karışır mı?’ diyerek berikine yüklendi. Birisi, sakat bacakla havanın elini aldı, öteki teyemmüm taşını kaptı, Balıkesirli Nine olmasa birbirlerinin kafalarını yaracaklardı. Zor ayırdık. Koştur, dede, güzelim makineyi, baltayla parçalayacak… ‘Ya o, ya ben. Bu ev, ikimizden birisine haram,’ diyor.”
“Ben hemen el koyarım. Haydar amca ile konuşur, kendilerini ikna ederim. Kezban Sultan’a bunu böyle ilet. Siz biraz daha oyalayın dedeyi, ben ara sokaktan olay mahalline intikal ediyorum.”
Telefonu kapatırken, Ayşe Kadın’ın, “Kezban Sultan da az inat değil. Onun da psikolojisi bozuk. Kabloyu prizle birlikte söktü aldı duvardan, zamanın çoksa tesisatçı ara şimdi. Benim çektiklerim Allah’tan reva mı be kızanım? Ömrümün sonunda bir kolaylık buldum, onu da bana yar etmeyecekler. Ah, Ayşe Kadın senin zaten nerede olmuş işin var!” dediğini duydum.
Son sözleri içime oturdu. Kendimi, durumdan vazife çıkaran bir Dostoyevski kahramanı gibi hissettim ve muhakkak bir şeyler yapmam gerektiğine inandım.
Ben bu kitabı elimden bırakayım, şunlara bir bakayım ve meseleyi yerinde inceleyeyim. Yoksa işi temelli büyütürler, arkalarını toparlamak yine bana düşer. İşte, bu yüzden, en başta bizim gibilerin ancak mezarda huzur bulacağını belirttim. Çünkü bizde bu lüzumundan fazla merhamet, insan sevgisi ve biraz da işgüzarlık olduğu müddetçe dünyada rahat yüzü görmek bize haramdır.
Akıllılara bak, lakabıma da “kültürlü” diyorlar bir de. Ne yapayım? Bu tür söylemlerin altındaki ince alayı fark etmemiş gibi davranıyorum. Onların gözünde, uyuntunun teki olduğumu, bu alıklıkla kendime türlü çeşit işler açtığımı çok iyi biliyorum oysa. Gerçi tersini de yapamıyorum. Çünkü ileride, eleştirdiğim, kötülediğim, küçümsediğim insana dönüşmekten deli gibi korkuyorum. Bu yüzden ne yapıp edip saygınlığımı ve Ayşe Kadın’ı korumalıyım. Millet; vatanı savunur, ben çamaşır makinesini kurtarmalıyım.
Yettim Masaldereli Kara Haydar, geliyorum.
Comments