top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Bu Taşıdığım Dut Yaprağı

"Herkes biliyor, hepsi biliyor. Rezerve masaları olmayan köyümün kadınlarını oturtuyorum bu kasabaya, izliyorlar. Ayaklarım kaldırım taşlarına sıkıştıkça biliyorum bildiklerini, buraya her gelişimde, her adımda biraz daha derine gömülüyorum."


Ayşe Begüm Çelik


“Cennete gitmek isterdim otostopla,

Cinnete kadardı tüm yollar oysa.”

Didem Madak, Ağlayan Kaya


Çamlık yolda, güneşin altında yürüyorum. Başımı eğiyorum, gözlerimi kaldırmadan. Dutlu kahveye kadar gökyüzüne bakmıyorum. Küçük meydanın adı Hacı Memiş. Eskiden ne denirdi hiç hatırlamıyorum. Ezelden Hacıydı belki. Meydanın tam ortasında gözüm karşının camlarına kayıyor, unlu mamullerin arasında sakızlı kurabiye kokusu. Camdan yansıyor, cam yansıtıyor insanları. Benden başka herkesin burada soluk alıp vermeye devam ettiği bir sabah. Dut ağaçları birbirlerine sarılmıyor, iç içe geçen dalları bir ötekini de teğet geçiyor. Sanki herkes bu ağacın gölgesinde, sakız kokusunun içinde saklanmış ama ben tek başımayım. 


Kaldırımda terliklerle yürümek hep zor, çok zor. Kahvenin arka sokağında mezarlık. Caminin içinde mezarlık, nüfusu kalabalık. Hava çok sıcak. Güneş yakıyor. Terliklerimin izini ayaklarıma resmediyor. Topuklarım kaldırımın taşları arasına sıkışıyor. Her adımda terlikten sıyrılıyor, iki taşın arasına devriliyorlar. Güneşin hiç işi yok, o da taşların arasına saklanmış. Topuğum değdikçe taşlar da yakıyor. Her adımda ellerim ağırlaşıyor, onlar da taşların arasına gömülüyor, altında kalıyor. İçimde, boylu boyunca büyüyen bir boşluk var. Mor,  kopkoyu mor, dipsiz bir boşluk. Sıcak rüzgâr, elbisemin altından girip kasıklarıma vuruyor. Her şeyden sessiz, görünmez bir rüzgâr. İnsanın içine çöreklenip nefesini daraltan bir tür sessizlikte.


Saçlarımı kendim kesmeseydim. Yine de bu kadar batar mıydı enseme? İstediğim kısalığı, keskinliği kuaför vermedi hiç. Saçlarımın ucu ensemde giyotin. Hem kaşındırıyor hem de hiç utanması yok, kesiyor etimi. Gözlerimde akmış rimel, dudağım kırmızı. Ter kokuyorum ama suç bende değil iklimde, onu değiştirenlerde. Mevsimleri çırılçıplak bırakanlarda. Kökünden kazıyanlarda. Bir elbise üzerimde, sarısı soluk. Soluk limon kabuğu. Yok, yok hayır, ağırlaşmış zeytinyağı sarısı. Memelerim açıkta, terimden ince bir dere akıyor aralarına. Diz üzeri yırtmacının dikişi aralık bir kapı, bacak bacak üstüne attığım an sökülecek. Hiç oturmuyorum. Oturamıyorum. Vücudum titriyor oturunca, öfkeleniyorum. Saçlarımı geriye atıyorum, elime batıyor uçları. Bir avuç saç elimde kalıyor. Dökülme mevsimi mi? Bilmiyorum. Bırakıyorum onları, tel tel düşüyorlar yere. Bulunmak için tellerimden bir yol çiziyorum.


Gölgeleri saymaya başlıyorum. Dutlu Kahve’nin önündeki masalara düştükçe incelen ve dalların rüzgârla savruldukça bozduğu gölgeler. Belki Hacı Memiş’in altına gelmişken gözlerimi kısıp biraz gökyüzüne bakmalıydım. Ama o kadar bitik bir his var ki içimde, gözümü kısacak gücü bile bulamıyorum. Yol uzadıkça ayaklarım ağırlaşıyor, terliğim yeniden taşların arasına sıkışıyor. Her sıkışmada gözüm istemsiz yere iniyor, sarı elbisem bacaklarıma yapışıyor. Kaldırımın aralarına giren taşlar, topuklarımda ince ama belli belirsiz bir iz bırakıyor. Yara kabukları gibi sıyrılacak, her iz bir yenisine yer açacak, belki de bu kasaba gibi yıllar boyu hep izlerle örtülecek.


Gözüm morarmış dutlarda, ayağım taşlaşmış güneşte, ara sokaklara dalıyorum. Burada dar bir yolda yürümek daha kolay, daha serin. Mezarlık yokuşuna geldiğimde hızlanıyorum. 

Bu yokuşta hayat var, bilmediğim, tanımadığım, her defasında kaçtığım. 

Bu yokuşta ölüm var, bildiğim, tanıdığım, her defasında yakalandığım. 

İçimde bir şeyler duruyor, kapıya yaklaşınca. Bacaklarım titremiyor içimle bir, duruyorlar. Geçmişten bir ses, bir fısıltı. Hem duruyor hem duyuyorum. Mavi gözlü muhacirin sesi. “Vurma artık, suçu günahı yok bu kızın.” Yok bu kızın… Son üç kelime mezarlık kapısından sessizce yere düşüyor. Kapı gıcırdayarak açılıyor, fısıltı benimle dertleşmek ister gibi. Tamamlanmamış cümleler var seste. Sadece cümleler yok, kelimelerde harfler eksik. Yitik bir dilden sıralı akıyorlar kulaklarıma. Küçük bir karınca ordusu yürüyor önümde, beyaz taşların üstüne çıkmak için bir diğerini beklemekte sakınca görmüyorlar. Ordunun düzenine, sakinliğine hayran kalıyorum. Birkaç tanesini antenlerine kadar süzüyorum. Birbirlerine karşı nazikler. Sonra birkaç küçük taş gözüme takılıyor, araya sıkışmış, sanki kasabaya sonradan gelmiş gibi. Nevzat Abim de sonradan geldi. Benden sonra geldi. Hiçbirinin başında çiçek yok. Aşınmış beyaz taşlar, yosun tutmuş bir iki mezar. Adlarını, hatıralarını kimse bilmiyor. Sessizce başımı sallıyorum.


Eğiliyorum, toprağı ellerimle yokluyorum; taş gibi soğuk, ama her soğukluk bir son değil işte. Bilmiyorlar, o toprakta yatan, solgun bir yüz. Bilmiyorlar, o mezarda, boylu boyunca uzanan o derinlikte bıraktığım şeyi. İçimi. İçimde ne varsa, ne olacaksa, hepsi orada. Dudaklarımı yakan kırmızı acı, alnımın çizgilerine işleyen, bir daha silinmeyecek bir gölge. Bir yandan da köydeki yaşlı kadınlar aklıma geliyor, burada olmayan kadınlar. Mezarlığa her gelişimde ağızlarında bitmeyen fısıltılarla, benimle göz göze gelmeden. Onların dudaklarında, elbisemin dikişi açılacakmış gibi, kesik kesik sözler. Kendi içime kapanıyorum. Bir sırrı yüklenmekle değişiyor dünyam. Dönmüyor artık kendi etrafında. 


Herkes biliyor, hepsi biliyor. Rezerve masaları olmayan köyümün kadınlarını oturtuyorum bu kasabaya, izliyorlar. Ayaklarım kaldırım taşlarına sıkıştıkça biliyorum bildiklerini, buraya her gelişimde, her adımda biraz daha derine gömülüyorum. Dut ağaçlarının gölgesi boyumun yarısına düşse de yetmiyor; gölgeye de, sessizliğe de doyamadan ayrılıyorum. Başımı eğip sessizce çıkıyorum mezarlıktan. İçimde bağıran ama bir türlü sesini çıkaramayan, o Dutlu meydanın ve taşların arasına sıkışmış yüzümle. Nevzat’ın her tekmesinde kaldırıma yapışan karnımla da çıkıyorum buradan.


Kendi yüzüm aklımda, mezarlık taşlarında kaybolmuş eski bir sima gibi. Kim olduğumu, bu kasabada ne bıraktığımı, neyi unutmaya çalıştığımı tartıyorum. Terazim bozuk, ağırlıkları ölçmüyor. Sonra bir rüzgâr daha esiyor, elbisemin yırtmacı hafifçe açılıyor, tenim açıkta kalıyor. Aklıma, morarmış yüzü geliyor. Yağlı, kanlı bedeninin altında kopkoyu bir mor. Sesi çıkmıyor. Her taş, her ağaç gibi. Sesi hiç çıkmıyor. Mor yüzü buz kesiyor.


Akhisar’ın zeytinlerinde yeşermişti hayallerim. Alaçatı’nın dutlarında morardılar. Soğuk bir yüz gömdüm kimsesiz birinin boşluğuna. Kasıklarımdan elbiseme akan kanı mühürledim dudaklarıma. Cesedi sadece ben gördüm. İçimde büyüttüm, doğurdum, gördüm, gömdüm. Çam kozalaklarıyla oynayan çocuklar yoktu sokakta. Kapıya sandalye atmış kadınlar yoktu. Taşların arasına püskülleri sıkışan halılar yıkanmıyordu. Kınalı eller biber salçalarını kaynatmıyordu. Bir kap sıcak yemek pişen mutfak yoktu. Taş duvarların önü arkası uzunlu kısalı masalar, yolları araba galerisi. Dutlu kahvede okeye dönen amcalar da yoktu. Sigaradan bıyıkları sararmış enişteleri görmedim hiç. İki sarmanın karnı midelerine yapışmıştı. Kör olmuş muhacir, mavi gözleri görmüyor. Ne martı ne serçe konmadı hiç meydana. Hırçın, soğuk denize yakın uçlarda gözlenen kuşlar varmış ama.


Yeşil zeytinleri çizdikçe yarılan ellerim, rezerve masaları silerek iyileşmedi. Dut yaprağı kaynattım ellerime. Dutlu ellerimi beğendi masaların birinde. Binbir elden benimkini beğendi. Uçlara gelmiş, denizin uçlarına. Bana da kondu bir gece. Tek gece kondu. Kanat çırptı, titredi, titretti. Çatlamış yumurtamın öksüzlüğünü düşünmedi. Ağlamaklı, ürkek gördüm son kez. Samsun’a kuş halkalamaya gidip gelecekti. Dört sokağın kesiştiği meydandaki o masaya bir daha oturmadı. Esmer tenini bu güneş bir daha yakmadı.


Ellerimle kapattım üzerini. Ellerim, o taş duvar gibi ağır, o taş gibi kıpırtısız bir hatıra. Dut kaynatsam da hafiflemez. “İyileşeceksin” dedi muhacir kadın ama iyileşmek kahkahalarımla inlettiğim bu meydanda bana yasak. Nevzat’ın elinden o kurtardı beni. Jandarmayı aradı. Evine, yatağına aldı. Sormadı hiç. Karnımı okşadı, “ölecek ama,” dedi.


Sırtüstü yattığım dar sokakta bacaklarımı kapatmaya gelmiş muhacir. Evine taliptim, odasını verdi. Kör değil aslında, gördüğüne emindim. Kör olmak işine geliyordu ürkek titremeleri görmemek için. Dar sokaktan sürüklüyor beni. Pencerelere sıkışmış tül perdeler duta bulanmış. Güneş vuruyor rüzgârın çizdiği desenlere. Gözümü alamıyorum. Sırtımı ağaca dayıyorum, topuklarım musluk, kan damlatıyor. Saçlarım ensemi değil, gözlerimi de kesiyor. Ellerim de titriyor, akmaya başlıyor. Dudaklarımı teğet geçiyor bu kırmızı. Onlar zaten boyalı. Dallarda mora çalıp, dökülmeyi bekliyorum. Kaldırıma tek tek düştüğümde eksik harfleri duyacağım. Eteklerimden zil çalacak.

Commentaires


bottom of page