top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıPeyman Ünalsın Gökhan

Öykü: Cafe de Flore'de bir sabah

Baharda bambaşka bir güzelliğe kavuşan bölgede, yükselen servilerin gölgesinde uzanmış yeni yazacakları kitapların konusunu tartışırken hayal ediyorlar kendilerini.


Peyman Ünalsın Gökhan


Saint Germain Bulvarı’ndan aşağıya hızlı ama inceden inceye etrafı süzerek yürüyorum. Ulu çınar ağaçlarının gölgelediği bulvarın iki yanında yükselen on yedinci yüzyıl binaları, zemin katlarında ağırladığı pahalı mağazaların modern çehreleriyle tezat bir şıklığı yansıtıyor. Bütün binalar aynı renkte; kirli beyaz. Fransız balkonların hepsi, rahibe işi siyah dantelli farbelalarla süslenmiş. Dar balkon kapıları ve pencerelerin bir kısmı açık renk ahşap panjurla sıkı sıkıya örtülü. İçerden, ocağın üstünde kaynayan minik kahve makinesindeki espressonun kokusu sızıyor. Kızarmış bir dilim ekmek üzerine incecik bir kat tereyağ sürülürken çıkan kıtırtı duyuluyor derinden. Erik marmelatının kırmızısı, panjurdan içeriye süzülmeye çabalayan güneşin kızıllığı ile buluşuyor. Bir serçe havalanıyor çınarın dalından, balkonun danteline konuyor.


Şehir yavaştan uyanıyor. Sokaklarda yankılanan ayak sesleri ile yeni günü karşılamaya hazır. Aynı bulvarda gezinen Camus ve Sartre'ın adımlarına karışıyor sesler. Camus kaşmir paltosunun yakasını kaldırmış, parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı ağzına götürüp derin bir nefes çekiyor. Sartre ellerini yakası kürklü paltosunun ceplerine sokmuş, ağzındaki pipodan çıkan dumanları gözleriyle takip ederek yürüyor yanı sıra. Cafe de Flore'un önünde ayaküstü devam ediyorlar konuşmaya. Yanlarından geçen iki genç kadın mahcup bir gülüşle aydınlanmış başlarıyla selam veriyorlar. Şapkalarının tülleri gözlerindeki hayranlığı gizleyemiyor. Yüksek topuklarının tıkırtısını örseleyen gülüşmelerle uzaklaşıyorlar.

Karşı kaldırımdan el sallıyor Beauvoir. Koşarak caddeyi geçiyor. İkisinin de yanağına birer öpücük konduruyor, aralarına geçip, kollarına giriyor. Her zamanki masaları doluysa önce barın önünde oturuyorlar. Beauvoir aklında Nelson Algren olduğu halde Sartre'ın Toskana seyahati teklifine sıcak baktığını söylüyor. Baharda bambaşka bir güzelliğe kavuşan bölgede, yükselen servilerin gölgesinde uzanmış yeni yazacakları kitapların konusunu tartışırken hayal ediyorlar kendilerini. Gün batımını karşılıyorlar birer kadeh Chianti şarabı ile. Camus'nun başka planları var o bahar için. Ama nerede olursa olsun, gün batımında kadehini ikisi için kaldıracağı sözünü veriyor.


Bulvarı kesen sokağın köşesine bakan masaları boşalıyor. Michel'e kahvelerini masaya getirmelerini rica edip dışarı çıkıyorlar. Art arda ekledikleri sigaralarının dumanında, bir nesil önceki Fransız yazarlarını masaya yatırıyorlar.


Güneşe yüzümü verip oturuyorum hasır sandalyeye. Edebiyat nefesi solumuş masaya koyuyorum sırt çantamdan çıkarttığım defter, kalem ve kitabımı. Truman Capote'nin Yerel Renkler'i tam da bu seyahate biçilmiş kaftan. Gözlerim onu arıyor bu sefer bulvarda. Bileklerine uzanan paltosuyla, narin adımlar atarak kafeye giriyor. Bakışları ile röntgen çekiyor. Beyninin bir bölümüne kazıyor. Daha sonra anlatırken eşe dosta, yüzde doksan sekiz detay vermeye hazır. Masama davet etsem, şehirlerin renklerini birlikte konuşsak.

Cappuccino siparişi veriyorum masamın başına gelen uzun boylu garsona. Göğsünün üzerindeki yaka kartında Michel yazıyor. Bu kadarcık mı bakışı atıyor birbirine yakın gözleriyle. Paris’e ilk gelişim değil. Aldırmıyorum tepeden bakan ukala tavrına. Masanın üzerindeki menü kartını alıp uzaklaşıyor.


Büyük avlulu yüksek binaların gölgesi düşüyor bulvara. O gölgeler altında yürüyen, varacağı noktadan emin adımların sahiplerini izlemeyi seviyorum. Spor ayakkabılı tek bir kadın geçmiyor önümden. Hepsi bakımlı, çoğu şık. Kırmızı kadife pantolon, kahverengi süet ayakkabı giymiş altmış beşlerinde bir bey, kolunun altına sıkıştırdığı gazeteyi okumak için oturacağı rahat bir sandalye aranıyor. Yaya geçidinden geçip sokağın diğer ucundaki gazetecinin önünde duruyor. Dönüp Cafe de Flore'a bakıyor. Yine aynı yaya geçidinden dümeni buraya çeviriyor. Yan masaya oturuyor. Artık Michel yok. Vardiyalar bu kadar erken değişmeyeceğine göre kısa bir sigara molasında olabilir. Elinde tepsi ile René bitiveriyor masanın yanında. Michel gibi asık suratlı olmayıp, biraz olsun gülümsemesini diliyorum içimden. Gözüm yüzünde asılı kalıyor. O ânı bekliyorum. Beklentimi boşa çıkarıyor. İsmi tarihe kazınmış bir mekânda çalışmak insanı onurlandırmalı ve mutlu etmeli. Beni ederdi açıkçası. Ben burada çalışıyor olsaydım “Başarı kolay elde edilir, zor olan başarıyı hak etmektir” deyip bundan yüksünmez, aksine canla başla çalışırdım. Küçük koyu yeşil masalarda oturmuş tüm yazarların, şairlerin, filozofların ruhlarıyla dost olurdum. “En önemli eserim, hayatımdır” diyerek o ruhların bana katacağı değerlere kucak açardım. Biliyorum ki “En büyük günah pişmanlıktır.” O sebeple burada çalışmakla yerinmezdim. Yarın buradan ayrılırken kalbime sığdırdığım özel anlarım ve anılarım olurdu.


Kahvemi yudumlarken zar zor not alabiliyorum. Etraf o kadar hareketli ki! Ne kafamın içindekileri toparlayabiliyorum ne de yazdıklarıma odaklanabiliyorum. Neden bu şehirdeyim? Bu kafede? Bütün o sevdiğim yazarların kokusunu duymak, onların oturduğu masalara oturmak, az önce Camus’nun konuştuğu Michel’le iki cümle alışverişi yapmak. Varoluşlarındaki tevazuyu gözlemlemek gelen geçende. Sanırım bütün bu güzel insanlar, gözlemlemek, izlemek, paylaşmak, yaratmak, eksilmemek ama çoğalmak için toplanma yeri olarak burayı seçiyorlardı. Derin bir nefesle göğüs kafesimi şişiriyorum. İlk baharın sabah serinliğine bulanmış eski kitap sayfalarının, kağıtların ve henüz kurumamış mürekkebin kokusu ile doluyor ciğerlerim.


Çan sesleri düşüncelerimi bölüyor. Zamanın yitikliğinden sıyrılıyorum. Daha görecek yerlerim var. Notre Dame ve Pompidou'yu bugüne sığdırmalıyım. Ama önce mutlaka Shakespeare and Company kitabevinin önündeki avantaj sepetlerine göz atacağım.

Hesabı istiyorum. Eşyalarımı topluyorum. René asık suratıyla para üstünü getiriyor.

Mutsuzluklarını çözemediğim Michel ve René’yi kırmızı pantolonlu adamla sohbet ederken bırakıyorum. Adımlarım hızlanırken cebimdeki Cafe de Flore yazılı beyaz peçeteyi avucumun içinde sıkıyorum.


Commentaires


bottom of page