Öykü: Çaresiz Delilik
"Anlatmaya, rahatlamaya, içini boşaltmaya o kadar ihtiyacı vardı ki içinden gelen yeni bir akını beklediği belliydi."
Çağatay Üge
Birkaç sokak ötede ufak bir çay ocağı var. Bugün iş çıkışı oraya gittim. Ocağın önüne rastgele konulmuş taburelerden birine oturdum, çay söyledim. Yalnızdım. Çay ocağının başında kısa boylu, hafiften kambur, kır sakallı, zayıfça bir ihtiyar vardı. Sanki her daim müşterisiymişim gibi hiç yadırgamadı beni; önüme bir bardak çay koyduktan sonra tek söz etmeden ağır ağır geçti yerine. Şehrin o bilindik akşamüstü gürültüsüne kapılmış çayımı yudumlarken hemen iki adım önümde uzun boylu, geniş omuzlu, üstü başı kir pas içinde, kırk-kırk beş yaşlarında bir adamla göz göze geldim. Tam önümdeydi. Kan çanağı olmuş gözleriyle bana bakıyordu. Bakışlarımızın birleştiği an telaşla gözlerini kaçıyor, nereye konduracağını bilemiyordu. Hemen sonra ona bakıp bakmadığımın merakına yenilerek tekrar gözlerini üzerime doğru çeviriyordu. En sonunda dayanamadım, ‘’buyurun,’’ dedim, ‘’bana bir şey mi diyeceksiniz?’’ Hem korkmaya başlamıştım ondan hem de merakıma söz geçiremiyordum. Yanıma gelsin, otursun, konuşsun istiyordum. İleri doğru bir iki adım attı, sonra vazgeçti, tekrar bana baktı. Kendisiyle konuşulduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Gitmeye kalkışırsa arkasından bağıracak, onu yarı yoldan döndürecektim. Kararlıydım. Ondaki bu çekingenlik bende yabancısı olduğum bir güven duygusunun ortaya çıkmasına neden oldu. Tam gitmeye hazırlanıyordu ki, ‘’beyefendi, buyurun lütfen, size bir bardak çay söylememe izin verin,’’ dedim. O telaşlı halinin yerini safça bir donukluk aldı. Sokak ortasında put gibi dikilmiş, söylediklerimi anlamamış gibi yüzüme bakıyordu. Teklifimi geri çevirmeyeceğini anladım, ama üstelemedim; onu korkutmak, kaçırmak istemiyordum. Tahmin ettiğim gibi de oldu. Hiçbir şey demeden ağır ağır yanaştı ve yanı başımdaki tabureye oturdu. Sonsuz bir güvenle ocakta duran ihtiyara iki çay işareti yaptım. Çaylar geldi. Tuhaf arkadaşım sözlerinin gerçekliğinden emin, ama yine de çekingen bir tavırla, ‘’sizi rahatsız etmek istemem,’’ dedi. ‘’Hayır, rahatsız etmediniz, ben istedim,’’ diye cevapladım onu; abartıya kaçmamasına dikkat ettiğim sevecen gülümsememle. Onun yanında rahattım, düşünmeden, içimden ne geliyorsa öyle konuşuyordum. Hemen peşine, ‘’neden öyle bakıyordunuz bana,’’ diye sordum. Garipsemeyerek, ‘’hiç,’’ dedi, ‘’anlamı yok, her gün geçerim buradan, genellikle boş olur, sizi görünce şaşırdım, ondandır.’’ İnanmadım, ama yine de inanmış gibi yaptım. Bana bakmasının çok daha anlamlı bir sebebi olsun istiyordum. Ona cesaret vermek için, ‘’doğru,’’ dedim, ‘’ara sıra geçerim bu sokaktan, genellikle boş olur, çay içmek bahane, biraz kafa dinlemek için geldim buraya…’’ Küçümser gibi, ‘’kafa dinlemek, kafa dinlemek ha!’’ diye araya girdi, ‘’çok önemlidir, en önemlisidir kafa dinlemek…’’ Kafa dinleme konusunda hassas olduğunu düşünerek, ‘’haklısınız,’’ dedim, ‘’yalnızken kafa dinleyemez insan.’’ Soğuktan titriyormuş gibi bacaklarını birleştirmiş, ellerini de arasına sokmuş ağır ağır sallanıyordu. Onu kendime çektiğimi düşünerek, ‘’bu şehirde mi yaşıyorsunuz,’’ diye karşı bir atak yaptım. Sallanması durdu, ‘’evet,’’ dedi, ‘’bu şehirde yaşıyordum, ve hâlâ da bu şehirde yaşıyorum. Bu şehirde doğdum ben, başka yerde kaybolurum.’’ Sabırsızlıkla, ‘’bir aileniz, arkadaşınız, kalacak bir yeriniz yok mu,’’ dedim. ‘’Yok,’’ dedi irkilerek, sanki birilerinin duymasından korkarmış gibi, ‘’kimsem yoktur, eskiden vardı, ama şimdi yok, kimsesiz biriyim ben.’’ Anlamamış gibi, ‘’nasıl olur,’’ dedim, ‘’bu şehirde doğduğunuzu söylediniz, nasıl olur da kimseniz olmaz?’’ Zavallı adamın ağzını arıyordum. Dostumun gözleri birdenbire titremeye, hemen sonra da yaşlarla dolmaya başladı. Tekrar sallanmaya başlayarak, ‘’ailem, dostlarım, tabi ki, tabi ki…’’ diye sayıkladı, ‘’vardı ya,’’ dedi, ‘’vardı, benim de bir ailem, dostlarım vardı, inanmayacaksınız belki ama çocuklarım bile vardı benim. Neredeler şimdi? Bazen unutuyorum onları. Aklıma geldikleri an hissettiğim ilk duygu unutmama dair kızgınlığım oluyor. Ama sonra, evlatlarım da kızgınlıklarım gibi buhar olup uçuveriyor… Hayır, hayır! Kusuruma bakmayın. Konuşmak istemiyorum! Konuşursam, susamam diye korkuyorum.’’ Sustu. Konuşacağını, başlamışken susmayacağını anlamıştım. Konuyu değiştirmek, böylelikle de güvenini kazanmak istedim. Nasıl geçindiğini, herhangi bir iş yapıp yapmadığını sordum. Biraz önceki sohbeti uzatmadığıma sevinerek, bak, işte bu olur, der gibi, ‘’evet, evet,’’ dedi, ‘’şimdi işsizim, gördüğünüz gibi, kim iş verir bana. Kim alır da yanına çalıştırır benim gibi aklını kaybetmiş birini? Ama sanmayın ki hep böyleydim ben, iyi bir işim, dostlarım vardı benimde. Saygın, sözü geçen dostlarım yoktu belki ama vardı işte… Neden yoktu böyle dostlarım? Çocuklarıma iyi bir gelecek sunmak için böyle dostlara ihtiyacım olmayacak mıydı? Ama istesem bile saygın kişilerle, iş adamlarıyla dostluk kuramazdım ki ben! Şöyle derdim kendi kendime: Sözleri geçtiği, güçlü oldukları için dost olmak istiyorsun onlarla, kendi çıkarların için, zayıf biri olduğun için! Onlarla yemeklere gitmez, bir tek hediyelerini bile kabul etmezdim. Rüşvet almayı bırakın, rüşvet alanı da, vereni de yanıma yaklaştırmaz, kaçardım. Korkardım. Beni de kendilerine benzetmelerinden korkardım. İçten içe hem korkar hem de küçük görürdüm onları…’’ Dostum birden sustu, etrafına bakındı. Bacaklarını açıp kapatıyor, dolu olmuş gözlerini ben hariç her yere değdiriyordu. Önce tüm bu sözlerinden dolayı utandığını düşündüm onun, ama yanılmışım. Anlatmaya, rahatlamaya, içini boşaltmaya o kadar ihtiyacı vardı ki içinden gelen yeni bir akını beklediği belliydi. Hemen sonra bakışları sabitleşti, bacakları devinimi yitirdi. Bana baktı. Bütün mahcubiyetimle gözlerimi ondan kaçırıyor, utanıyormuş gibi yapıyor, karmakarışık ifadeler takınarak ona cesaret vermeye çalışıyordum. Konuşmalarının en can alıcı yerlerinde başımı yerden ağır ağır kaldırıyor, yanıtsız kalan binlerce soruya tam da o an cevap bulmuşum gibi şaşkın bir ifadeyle uzun uzun ona bakıyordum. Susmasın, konuşsun istiyordum. Kendi yalnızlığımı unutmuştum. Yalnızlıkla ezilen varlığım karşımdaki bu adamın anlattıklarıyla güçleniyor, bedenime dar gelmeye başlıyordu. Kendimi unuttuğum her saniye onun anlattıklarına ilgi duymaya başlıyordum. Onu elden kaçırmamak için o an her şeyi yapardım. Dostumun suskunluğu kısa sürdü, ‘’almak,’’ dedi, ‘’almak, almayı hiç sevmedim ben, neresi kötü almanın? Herkes birilerinden bir şeyler almıyor mu? Neyimiz var neyimiz yoksa birbirimizin içini boşaltmıyor muyuz? Bilirsiniz, meşhur bir söz vardır: İnsan insanın kurdudur diye. Ama ben hep utandım almaktan. Almaktan ziyade, veren el olmak her zaman daha mutlu etmiştir beni. Eğer saygın bir ismim, biraz da kızarmakta geç kalan bir yüzüm olsaydı o zaman aldığımı alır, vermek istediğime verir, taşınacak yükle beraber yücelten sözcüklerle avutabilirdim kendimi. Kendimi övmek gibi bir derdim yok. Aklımı yitirmeme, gördüğünüz şu hallere düşmeme sebep olan özelliklerimle övünecek değilim. Belki de övünmek istiyorumdur… Ama asıl sıkıntı bu değil. Asıl sıkıntıyı verecek bir şeyim kalmadığında, evet, almaya almaya ne ruhumdan ne de cebimden verecek bir şeyim kalmadığında, tükenmeye başladığımda yaşamaya başladım. İnsanları ne kadar tanıyorsunuz? Onların alışkanlıklarından vazgeçebileceğine hiç şahit oldunuz mu? Almak da bir alışkanlıktır. Sıkıldıklarında, özlerinden değil, dışarıdan elde edilen mutluluğun son kullanma tarihi geçtiğinde, artık hazımsızlık yaşamaya başladıklarında bir kez daha, bir kez daha istemekten çekinmezler. Kapısı ilk çalınan, onlara kendisini bağımlı yapan veren el olur. Verirsin. Yüzlerindeki o acı, o tükenmişlik, içlerindeki o boşluk bulaşıcı bir hastalıkmışçasına tüm düşüncelerini sarar. Dayanamazsın. Bile bile bağlarsın kendine. Hoşuna gider ilk başta bu. Ya sonra? Tükendiğini, artık içinden zehir akıttığını söylesen bile inanmazlar sana, ver, diye yakana yapışırlar. Olmaz, veremem, her şey tükendi, dediğinde, öncesinde veriyordun, başımız her sıkıştığında, elimiz ayağımız birbirine dolandığında, kendimizi yetersiz ve güçsüz hissettiğimizde bir şekilde ayağa kaldırmayı beceriyordun bizi. Günün birinde sırtını döneceksen hiç dokunmasaydın o halde, ölmezdik ya, bakardık başımızın çaresine! Ne diye çıktın karşımıza, amacın, çıkarın neydi? Söyle! Sonu gelmez diyordun, hani, geldi işte! Duymasam da gördüm, görmesem de hissettim bu sözleri. Duramazdım artık. Dayanmaya çalıştım ama yapamadım. Size evlatlarımdan söz etmeyeceğimi söylemiştim. Yüzüm yok da ondan. Büyük çocukların doymak bilmezliği evlatlarıma verebileceğim güzel duyguların yeşermesine izin vermedi. Büyükler tarafından talan edilen, yağmalanan varlığım çocuklarım tarafından fark edilsin istiyordum. Tek derdim buydu. Yetememe duygusu çıldırtıyordu beni. Bıktırdım onları, canlarını sıktım, ısrarlarım yüzünden kendimden soğuttum. Tükenen gücüm bir tek onlara yetiyordu. İçim içimi yiyordu. En çok beni sevsinler, beni dinleyip, bana saygı duysunlar istiyordum. Sırf kendinizi kurtarmak için birilerinin hayatına burnunuzu soktuğunuz, bile bile kötülük yaptığınız oldu mu hiç? Hem de bu insanlar canınız, kanınızsa…’’ Sözlerini birden kesti. Başını öne doğru eğdi, elleriyle yüzünü kapadı. Sustum. Ne diyebilirdim ki? En baştan bu yana takındığım anlayışlı tavrı bir kenara bırakarak, zapt etmekte zorlandığım, dişlerimi gıcırdatan hırs dolu bir duygunun etkisiyle, ‘’bıraktınız yani onları, ailenizi, çocuklarınızı bıraktınız,’’ dedim. ‘’Başka seçeneğim yoktu, işte, aklımı yitirmeme sebep olan da budur,’’ diye cevapladı beni. Ve aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- Delirmeyi seçtiniz! Evet, işinize geldi delilik… Şu halinize bir bakın! Birde utanmadan kendinizi deli kılığına sokmuş, acı çekme numaraları yapıyorsunuz. O yitirdiğinizi düşündüğünüz aklınız yaptırıyor üstelik size bunları!
- Hiç yalnız kaldınız mı siz? Kalabalıkken, çevrenizde insanlar varken? Kimseye hayrınız dokunmadığında normal insanlardan ayrılmanız için hiç isim takıldı mı size? Örneğin, cimri dendi mi, ya da ne bileyim, sıska, şişko, sahtekâr gibi isimler duymadınız mı hiç hayatınızda? Benim fikrim değildi delilik, çevremdekilerin fikriydi. Bu isim önce işimden etti beni, sonra da çocuklarımdan…
- Kabul ettiniz ama! Deliliği kabul ettiniz! Kaçmak için iyi bir fırsattı sizin için, siz de kullandınız onu; direnmediniz, çabalamadınız! Anlayamıyorum. Nasıl yaptınız bunu çocuklarınıza!
- Sormayın, konuşmayın, bilmiyorum, sormayın bana böyle şeyler!
- Korkaklığınızı sözde deliliğinizin üzerine yıkmışsınız siz. Gerçek delilerin hakkını gasp ediyorsunuz. Dinledim sizi, zorluklar yaşamışsınız, doğru! Ama zorlukla mücadele etmek yerine kaçmak daha kolay gelmiş gözünüze. Kaçmayı kendisine yediremeyen gururunuz size deli olduğunuzu sayıklayıp durmuş. Sizde inanmışsınız ona. İnanmaktan başka çare bulamamışsınız. Sizi anlıyorum, yorgunluğunuzu anlıyorum. Hatta kaçmak söz konusu olduğunda belki ben de sizin yaptığınızı yapar, kaçardım. Ama kendimi deliliğe adamak yerine, inanın bana, ölmeyi yeğlerdim. Ya ölecek kadar çaresiz kalmadınız siz, ya da delirmek size acıların, aşağılanmanın en büyüğü gibi geldi. Acı çekmekten bu kadar haz almasaydınız hiç düşünmeden öldürürdünüz belki de kendinizi. Nasıl da gerçek olmayan, yaşamadığınız bir deliliğe sığınarak bıraktınız sevdiklerinizi! Çocuklarınızın sizi sevmeyeceğini çoktan kabullendiniz, onlardan alacağınız sevgiden çoktan vazgeçtiniz. Söylediğiniz gibi, yetemediniz. Ama yetemeyen adam olmak yerine aklını yitiren adam olmak daha basit geldi size. Aklını yitiren birinin tüm bunları yapmasının doğal olduğunu söylediniz kendi kendinize; avuttunuz kendinizi. Deliyim, dediniz, bana her şey serbesttir. Delilik düşüncesi bile size ait değil, başkalarına ait. Böylelikle acı çekiyor, suçunuzu hafifletiyorsunuz. Vicdan azabınızı, gururunuzu yaralayan deliliğe çektiriyor; tüm suçu onun üzerine atıyorsunuz. Kendinizce yeni bir anlam yüklemişsiniz deliliğe; acı çekerek kendinizi rahatlatmanın yolunu bulmuşsunuz onda. Deli falan değilsiniz siz, aksine, gayet akıllı bir adamsınız.
Sustuk, uzun süre konuşmadık. Sözlerimin altında ezilen dostum omuzlarını düşürmüş, kollarını iki ceset parçası gibi bacaklarının arasından sarkıtmış, düşüncelere dalmıştı. Ağır ağır kalktı yerinden, bana doğru döndü. Yüzüne bakamıyordum. Acımasızlığımın üzerini örtmek için hiç utanmadan onun yapması gerekeni yapıyor, bozulmuş gibi etrafıma bakıp duruyordum. Başımda dikilmesine daha fazla dayanamıyordum, gitsin istiyordum. Kafamı kaldırdığımda gözlerimi kaçırmayacağıma kararlıydım. Ama onun o yaşlarla dolu gözlerinden fışkıran acıyı, sevinci ve en kötüsü de kararlığı görür görmez ona acı çektirmeye devam eden sahte kızgınlığımla başımı tam tersi yöne doğru çevirdim. Bu çocukça davranışımın ardından, ‘’beni sabırla dinlediğiniz için teşekkürler,’’ dedi bana. Beraber geçirdiğimiz zamanın gözümde hiçbir değeri yokmuş gibi konuşmadan başımı salladım. Gitti. Arkasından baktım. Onu o ilk gördüğüm andaki uyuşukluk, yerini kaybolmasından korkulan çocuklara özgü bir canlılığa bırakmıştı.
Kim olursa olsun her türden insanı anlayışla karşılayacağının sinyalini veren melek yüzümle önce ağıma düşürdüm onu, sonra da kendisinin ufacık bir payının bile olmadığı, üstüne koya koya besleyip büyüttüğüm güçlü ve elimdeki en etkili silahla; öfkemle vurdum onu. Ona yakınlaşmam yürekten değildi, aklımın oynadığı bir oyundu bana. Onu anlamak kolaydı. Kolay olanı öz çıkarın için kullanmak daha kolaydı. Ama hissetmek? Yaşamaktı. Hissedilmemek onun suçu olamazdı. Ya da suç olarak ona geri dönemezdi. Bu haksızlıktı. O başarısız bir işçi -her ne iş yapıyorsa-, o sevilmeyen vicdansız bir baba, iyi ve dürüst bir adam değildi yanımdayken, o bendim! Yalnızlığı bendi, dinleyene, anlayana karşı beslediği özlem bendi, avunması bendi, acıya olan düşkünlüğü bendi, utancı, korkusu, kaçması, aynı, aynı bendi! Kolay olan da buydu; bir başkasının varlığında kendi varlığını yaşatmaktı. Kendime dair bildiğim ne varsa aynılarını, işime yarayacak olanları çektim aldım ondan. Ama suçunu almadım onun, bilerek bıraktım; yeri geldiğinde yüzüne vurmak için gizli bir silah gibi sakladım içimde. Ondaki korku ve kaçaklık, benim korku ve kaçaklığımla birleşince hiç çekinmeden ateşe verdim silahımı; yaşama ve kendine katlanma sebebi olan elindeki tek umudu da aldım ondan. Ben ne yaptım!
Comentários