top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Öykü: Çay Manifestosu'na Önsöz

  • Yazarın fotoğrafı: Litera
    Litera
  • 2 saat önce
  • 7 dakikada okunur

“Yanan her neyse, alevleri fikirlerden oluşmuş bir plazmaydı adeta. Düşüncenin bu yeni haline hâlâ fikir demek doğruysa tabii. Yanan ateşin sönmesi ve soğumasından korktuğundan olacak uyumaktan korkar olmuştu.”


Yakup Yılmaz


"Bütün bu metinler, şüphesiz, bir gün yazma gücünü kendimde bulacağım bir baş­ka metnin bitmek bilmez önsözü”

J. Derrida


Elinizdeki manifestoyu okuduğunuzda; onu yazdıran duyguların şefkat, umut, melankoli, nostalji ve belki nostalji ile bakışan umutsuzluk gibi birbirinden uzak ve çelişkili olanları da  içeren uzun listesinin en baskın ve bu yüzden toparlayıcı, listeyi çerçeveleyen manifestoya da dinamizmini veren maddesinin öfke olduğunu siz de fark edeceksinizdir. Bu yüklü manifestodan bu duygular böyle bir liste yapacak kadar berrak bir şekilde ayrıştırılabilirse  tabii ki. İnsanın sinir sistemini en iyi ve en kapsamlı kavrayan duygunun öfke olduğuna tıp tarihi de şahitlik etmekte ve bu durumun yazarımız için de geçerli olmaması için bir neden görünmüyor. Onun yaşadığı öfke aylarca kuyumcu inceliğinde çalışmasına, sancılara, baktığı her şeyde bir şüphe lekesi görmesine neden oldu. Yoğun kıvamından uzun bir sürecin birikimi olduğu anlaşılan bu kor kadar yakıcı öfkenin görünmez olmasını sağlamış bezginlik ipliğinden örülü sabır kabuğunun çatlaması, 2019 yılının her nasılsa yağışlı ve serin 13 Ağustos gününün öğleden sonrası olur. Bulaşıcı bir hastalık nedeniyle kimsenin hayırla yad edeceği vakitlerden değildi yani. Kabuğunu çatlatmış ve damarlarına şehvete çok benzer bir etkiyle karışmış bu yakıcı öfkeden ötürü onun için özellikle böyleydi. İçinde büyüyen bu kor öfke sabır kabuğunu epey inceltmiş olmalı ki başka bir durumda çok da üstünde durulmayabilecek küçük bir olay başlattı her şeyi.


Yağmurun şaşırtıcı bir şiddetle yağdığı o öğleden sonra evinin mütevazi ve çok da eşyası olmayan salonunda çay içiliyor. İki kişiler. Adının Yasemin Uğurlu olduğu anlaşılan refakatçisinin önündeki çay, telefona gömüldüğünden, soğurken kendisi üç çay daha içmişti. Çevrede sayısız uyaran olmasına rağmen, o, gözünü, soğuyuşunu tel tel seyiren sinirlerle izlediği çaydan alamıyordu. Çayı demlerken gösterdiği, işlerine mitik bir aşkla bağlılıklarının hikayeleri anlatılan takıntılı zanaatkarlara has özen, buharla birlikte berhava oluyordu. Henüz küçük bir çocukken, kendi elinden çıkan bağlamanın yağmur altında taşındığını görünce öfkelenen Rıdvan Usta’dan yediği azarı hatırladı. O zaman bağlama çalmayı bırakmasına neden olan, ürününün akıbeti için duyulan bu kaygıya ne kadar da hak veriyordu artık.


Yazarın bu andan sonraki hayatının her anını izleyen bir kameraya dair, muhtemelen müellifi olmadığım fantazim hoş görülür mü bilmem ama böyle bir şey mümkün olsaydı, bu andan manifestoya giden yolun hiç de düz olmadığını görürdük. Elimizdeki notlarda bunu kesinleyecek kanıtlara rastlıyoruz. Manifestoyu alaya almak için çok da acele etmemek gerekiyor yani. Bunu aynı aceleyi göstermiş olduğunu mahcubiyetle hatırlayan birisi olarak söylüyorum. Yazarımızın kendisinin de manifesto fikrine bizimkine çok benzer nedenlerle direnip, çok kolay teslim olmamasının bu imkanı elimizden almaya yettiğini düşünsem de tek gerekçem bu değil. Okuyacağınız manifestonun bütün hamlığına rağmen gösterdiği parlaklık da böyle bir alayı boşa çıkarmaya yetecektir. Anlamak için değil, değiştirmek için yazmaktı gayesi. Değiştirilecek olanın anlaşılması ve netleşmesi için sadece zamanın geçmesinin yetmeyeceği; onu arayıp bulmak gerektiği de çok geçmeden anlaşılacaktı onun için de, bizim için de. Bu yolda sürekli kendini çıkmazlarla, sınavlara soktuğunu; aşılması gereken ufku, başarısızlığa düşmek için olduğundan şüphelendirecek kadar, hep biraz daha ötelediğini söylemem yersiz görülmez umarım. 


Kesin kararı olan manifesto yazmak dışında ne yapması, nasıl yapması gerektiğini bilmiyordu doğal olarak. İçindeki, yıllarca koyulaştığından yabanıllığın sıcaklığına da medeniliğin metalik soğukluğuna sahip öfkenin yol göstericiliğine inanmış, bunun gerçekleşmesi için gereken bir disiplin düzeni kurmaktan başka yapabileceği çok az şey olduğuna karar vermişti. Bunun kimi açılardan doğrulandığını kimi açılardan yanlışlandığını düşünmek için sizin de benimkiler kadar sıkı nedenleriniz olacaktır.


Hiç de anlaşılmaz olmayan nedenlerle yazma sürecini tarih fikriyle kirletmek istememiş belli ki. Yüzü mutlak olarak geleceğe bakan bir eylem için tarih yaşatan değil, öldüren hayalet hikayeleriydi ona göre. Hatta geçmiş manifestoların sıralandığı dizinin içine bir yenisi olarak eklenmeyi reddetmekle kalmayıp bizzat bu geleneği altüst etmeliydi. Bunları düşünülebileceğinin aksine yaptığı işi ciddiye alan biriyle karşı karşıya olduğumuzu göstermek için söylüyorum ve hiçbirinin benim yorumum olmadığı ilerleyen sayfalarda görülecektir. Ben, olası alaycı kuşkuculuğunu deneyimimden ötürü öngörebildiğim müstakbel okura metni alışkanlıklarla okuduğunda toslanması çok muhtemel bir duvarın uyarısını yapmak adına yazıyorum bunu. Şimdi burada konunun pek de uzmanı olmayan biri olarak yorum yapmama izin verilirse eğer şunu söylemek isterim. Metin bu türden bir kuşkuculuğu önce kışkırtıyor sonra da yatıştırıyor. Doğrusu, neredeyse, tabiri caizse kahraman yazarımızın okurun yüzünde beliren alaycı gülümsemenin donduğu anın fantazisini kurduğuna inanası geliyor insanın. 


Yasemin Uğurlu ile şiddetli bir sevişmenin azıcık bile dindiremediği öfkesinin yakıcı şehveti muhayyilesinde bir şeyler tutuşturmuştu ve yanan her neyse, alevleri fikirlerden oluşmuş bir plazmaydı adeta. Düşüncenin bu yeni haline hâlâ fikir demek doğruysa tabii. Yanan ateşin sönmesi ve soğumasından korktuğundan olacak uyumaktan korkar olmuştu. Bu amorf plazmadaki fikirleri birbirinden ayırıp, şekle şemale sokup, düzenli bir şekilde kayda geçirmek için bir disiplin düzeni kurmanın gerekliliğini kavradığından zaten söz etmiştik. Uyumaktan korksa da açık bir zihin için uyumak zorunda olduğunu biliyordu. Kurduğu disiplin gereği her sabah saat yedide kalkıyor, özenle traş oluyor, büyük bir dikkatle giyiniyor, kahvaltısını yapıyor, mesaiye başlıyor ve bu döngü hiç aksamıyordu. Hiçbir bezginlik izine rastlanmıyor bu yaptıklarında. Her hareketi inançlı bir diriliğin keskinliği ve hızını gösteriyordu. Bütün bu hareketlerin diriliğini belli eden sesler eşlik ediyordu yaptıklarına. Sabah yatağını düzeltirken çarşafların hışırtılarında, giyinirken kemerinin kılıç vınlamasına benzeyen sesinde, yemeğini yerken tabak çanağın metalik çınlamalarında nesnelerin doğasından fazla bir şeyin, güçlü bir iradenin izleri kendini belli ediyordu. Bu irade Manifesto’nun yazılmasının her anında iş başında olan bir iradeydi.


Çok ihtiyaç duyulmasına rağmen meşru bir tür olmaktan çıkmasının üstünden epey zaman geçmesinden ötürü Manifesto’yu yazmak ve yaymakla ilgili hiç de haksız olmayan kaygıları vardı elbette tahmin edilebileceği gibi. Bu problemi çokça tartıp biçtiği anlaşılıyor. Manifesto gibi ciddi bir metnin, sosyal medya gevezeliğinin kalabalığında kaybolması fikrinin dehşeti, onu sosyal medya üstünden yazmak ve yaymak gibi akla ilk gelen seçeneğin üstünü çizmeye zorlamıştı. Nitekim daha önce böyle bir gevezeliğin ürünü olan unutulmuş sözde manifestoların bu narsist lafazanlık deryasının dalgalanmalarında kimi zaman yüzeye çıkıp tekrar battığına tanıklık edilmişti. Çay üreticilerinin konuyla ilgili desteğine başvurmak da Manifesto’yu bir reklam kampanyasının parçasına dönüştürürdü ki bu ilk seçenekten de beter bir sonuca varırdı. Hayır bu tuzağa da düşmeyecekti. Onu basılı bir şekilde elinde görmek istiyordu.


Şehrin farklı yerlerinden farklı nitelikte kafelerde, kahvehanelerde, çay ocaklarında oturup çay içmek ve bu mekânlarda çayın yarattığı atmosferleri gözlemlemekle kalmamış, durumun bir tür dikizciliğe girdiği şüphesine rağmen araştırma gözlüğünü gayet samimi misafirliklerinde bile bir kenara bırakmamıştı. Deyim yerindeyse bu saha araştırmasıyla ilgili tutulan notların etnografiden, edebiyata zikzaklar çizen yaratıcılığına okur da benim gibi hayretle tanıklık edecektir. 


Hatta bu misafirliklerden birinde, üstündeki bu gözlemci bakışı fark eden kadim dostu Sermiyan Halid Güzelsoy, çok büyük bir içerlemeyle içi dolu çay bardağını suratına  fırlatmıştı. Bereket versin ki bardak ıskalamış ve bardağın içinde beklemekten artık ılımış çay ıslatmaktan başka bir etki yapmamıştı. Araya giren ve kendisinin tuhaf davranışına anlam veremeyen diğer arkadaşlarına Sermiyan Halid, yılların hukukunun hatırına bir açıklama yapmamış, bu gözlemci ve dikizci bakışı diğerlerine ihbar etmemiş ama bir daha onunla aynı ortama da gelmemişti. Bu anekdotun, yazarımızın Manifesto’yu yazmak için nelerden vazgeçtiğinin iyice anlaşılması için aktarıldığını not düşelim.


Saf insanlara has bir tutkuya meyletmiş olsa da saf biri değildi hiç. Her kımıltının içindeki şeytanı açık seçik görebilecek kadar bir görgü edinmişti yaşadıklarından. İradesi sayesinde kendini evinde hissettiği, kimilerince çok rahatsız kabul edilen bu disiplin düzenini ayakta tutan, boynuna taktığı, içi boş bir iyimserlik muskası değildi. Kendini böyle hesaplardan özenle uzak tutuyordu zaten. Umutlu olmamak elinden gelmezdi elbette, umut hiç kimsenin kurtulamayacağı bir yazgıdır, manifesto yazarları içinse bir zorunluluk.


Bir süredir içtiği her çayın tadına karışan ve artık yokmuş gibi yapamayacağı madeni tadı anlamaya çalışarak Siyabend’in Yeri’nde, sokağın kenarında küçük bir iskemlede oturuyor; geleni geçeni, diğer iskemlelerde oturanları izliyordu. Bu ocaklarda olmak rahatlatıyordu onu. Sadece çayın içilebildiği bu küçük yerlerde oturan herkesin soluğu huzurlu bir çay atmosferini üretip besliyordu sanki. Başka yerlerde değil orada, o insanlarca üretilen bir huzurdu bu. Çay ocağında olanların kendini çaya böylece teslim edişinde çaya gösterilen ilgisizliğin kahredici dikenlerini ayıklayan bir şeyler vardı. Mutlu oluyordu bu yerlerde. Bu insanların sağladığı bilgi ile çay manifestosunun en güzel parçalarının yazılabileceğini biliyordu. Her biri kendine has şekle şemale sahip bu fikirlerinin en iyi formunu bu mekanlarda kazanacağına inanıyordu. Trajik olamayan ölümü kapıyı bu çay ocaklarından birinde çalsaydı belki de ona bu kadar kolay teslim olmazdı. Bu ocakların sağaltıcı huzurunun onu erken gelen ölüme karşı daha direngen kılabileceğini düşünmek tıbbî bir spekülasyon sayılmamalı. Ne yazık ki bunu asla bilemeyeceğiz. Tesellimiz ise onun binlercesi ile paylaştığı ölümünün bir başlangıç olmasa da bir son da olmamasıdır. Çapa Tıp Fakültesinde 28 Haziran 2020’de ölümüne tanık olduğumuz ve kimsesizler gibi siyah torbada gömülen yazarımızdan kalan eşyalar arasındaydı Manifesto notları. Manifesto’nun tamamlanamamasına bu ölüm mü neden oldu emin değilim.


Hayır, meşruiyetine hiç de kani olmadıkları bir türü yazan iki yüzlü önsöz yazarı atalarım gibi mahcup bir haklılık arayışına falan girmeyeceğim. Okuyacağınız manifesto ve onun ortaya çıkış hikayesinin bir önsöze ihtiyacı var ve işte onu yazmak gibi gurur verici bu işi ben yapıyorum. Ben bu önsözü yazma onuruna erişmek için hiç bilmediğim bir alanda riske giriyorum. Yazarın bunca titizlikle üstünde çalıştığı bir işin tamama ermemesinin hüznü değildi sadece, beni Manifesto ve onun ortaya çıkma hikayesini kayıt altına almaya zorlayan. Manifesto ve onun için tutulan notların, ürünü oldukları zihin ve disiplinin parlaklığına işaret eden parıltılarının güçlü çağrısıdır beni asıl ikna eden. Yeni bir tür olduğunu düşünsem de “fikir” demekten başka çaremin olmadığı bu notların geniş ve dehşetli ufkunu keşfetmeyi okura bırakıyorum. Bu çalışmanın, yazarının adıyla tamamlanmasına karar vermek neredeyse doğal bir sürecin zorunlu bir sonucu oldu yani.  Bunu yaparken en azından onun titizliğini ben de göstermeye çabalayacaktım elbette, hatta bu yüzden onun kurduğu disiplin tezgâhında çalışmaya karar verdim. Yoksa ona sadık bir iş yapmamış olmanın huzursuzluğu beni de onunkine benzer telaşın içine sokacaktı ki bu, trajedi olan ilkin fars ikincisi olabilirdi ancak.


Tıp makalesi dışında yazma ve okuma tecrübem olmadığından hikaye anlatıcılarının hikayelerini, onun manifesto incelemesine benzer bir özenle inceledim. Hikayeyi dinlenir kılmak için kurdukları düzeni anlamaya, en çok kişiye ulaşacak makbul biçimin hangisi olduğunu kavramaya çalıştım. Tıp etiğine aykırı da olsa, kalan azıcık nefesleriyle hastalığını anlatan hastaların sözlerini bile not ettim bu yolda. Bazı insanların, başkalarının yaşadıklarını hatta bazı fıkraları bile kendi başlarından geçmiş gibi anlattıklarını sık sık görünce fark ettim ki hikaye en çok birinci tekil kişi ağzından anlatılınca, dinleniyordu, okunuyordu. Bu hikayede durum bunu zaten zorunlu kılıyordu. Ömrü el verseydi,  yazarımızın hikayeyi mutlaka birinci ağızdan anlatmak istemiş olduğuna dair okurun da mutlaka fark edeceği çok güçlü işaretler gördüm. Tutulan notları, birinci ağızdan yazılmış gibi  düzenlemek  şeklindeki tartışma yaratacak ve benim de içimde huzursuz kaşıntılara neden olan  bir uygulamayı, işaretlerini gördüğümüz bu güçlü isteğin meşruiyetine dayanarak içim rahat yapıyorum bu yüzden. Notlar bunun için yol gösterici olacak o kadar çok işaret içeriyordu ki bunu yapmak da hiç  zor olmadı doğrusu. Öyle ki anlatılan adeta benim hikayemdi. Bunun dışında bu parlak yekûna herhangi bir müdahalede bulunmadım elbette. Bu çalışma benim için yorucu olduğu kadar keyifliydi de, umuyorum ki benim aldığım keyfi okur da dinleyici de alacaktır.


İntaniye Uzmanı Doç. Dr. Renas Said Şirin

Comments


bottom of page