top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Çıkagelen

Yazarın fotoğrafı: LiteraLitera

"Uzun boyu fakir bir kambura yenik düşmüş, avurtları çökmüş, alnı iyice açılmış bu esmer adam rüyasındaki çocuğa hiç benzemiyordu. Yine de hiç tereddüt etmeden tanıdı onu."


Şenay Felek Sarıbey


Bir süredir aynı rüyayı görüyordu. Uykusunda esmer bir çocukla konuşuyor ve aniden huzur dolu bir şekilde uyanıyordu. Yatağında bir o yana, bir bu yana dönerken rüyasındaki çocuğun kim olduğunu hatırlamaya çalışıyordu. Annesi öleli yedi, kocası öleli ise iki yıl olmuştu. Genç sayılacak bir yaşta evlatsız ve çaresiz; baba evine dönmüştü. Buraya baba evi denir miydi ondan da emin değildi aslında. Zira babası öleli kaç yıl olduğunu artık saymıyordu bile. Hayatında hiç çalışmamış olan bu kadının geçimi erkek kardeşinin insafına kalmıştı.

Çocukluğunun geçtiği bu eve dönmek zorunda kaldığı için belki de, rüyasındaki o çocuğun ilk aşkı Murat olduğuna inanıyordu artık. O çocuk da Murat’ın ona âşık olduğu yaştaydı. İlk kez aşk mektubu yazdığı, ilk kez aşk sözleri duyduğu, ilk kez birinin elini tuttuğu o ilk aşk… Aşkın masumiyetle aynı şey olduğunu zannettiği yaşlarda hissettiği bu duygular, neden şimdi hücum ediyordu beynine? Arzu ve tutku dolu bedenini neden görmezden geliyordu beyni? Neden her gece bu masum duygularla boğuşmak zorunda kalıyordu?

Günler birbirinin aynıydı. Sabah kalkıyor, karanfilli bir çay demliyor, çiçeklerle ilgileniyor, televizyon karşısında saatlerce oturuyordu. Akşam olduğunda ise genelde elinde kumanda ile çekyatta uyuyakalıyordu. 

Bir sonbahar günü, hırkasına sıkı sıkı sarılmış bir halde balkonda dikeliyordu. Ahmakıslatan henüz durmuş, güneş ışıldamaya başlamıştı. Parmaklarını sardunyanın yapraklarında gezdirdi. Çocukluğundan kalma bir kokuyu duydu ellerinde. Ötelere doğru bakarken birden gökkuşağını gördü. Uzun zamandır gördüğü en neşeli şeydi bu. Çocukluğundan kalma bir anonsu uyarladı: “Hanımların dikkatine! Gökkuşağı makinesi ayağınıza geldi. Çatınızın, bacanızın, balkonunuzun kenarına, bakış açınızın kenarına gökkuşağı dikilir. Beş dakikada yapılır, hemen teslim edilir.” Gülümsedi. 

O günden sonra uykusundaki esmer çocukla gökkuşağı hakkında konuşmaya başladı. Artık hem huzur dolu hem de sevinç içinde uyanıyordu. 

Sonbahar bitmiş, mevsim kışa dönmüştü. Bir akşamüstü kapısı çaldı. Kardeşinin geldiği düşüncesiyle kapıyı açtığında elinde siyah bir valizle duran Murat’ı gördü karşısında. Uzun boyu fakir bir kambura yenik düşmüş, avurtları çökmüş, alnı iyice açılmış bu esmer adam rüyasındaki çocuğa hiç benzemiyordu. Yine de hiç tereddüt etmeden tanıdı onu. Elindeki valize uzandı ve hiç konuşmadan onu içeri buyur etti. 

Oturma odasındaki tekli koltuğa oturan adam uzun parmakları ile valizin fermuarını açtı. En üste duran iki büyük çikolatayı ona uzattı. “Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım.” dedi sanki aradan yıllar geçmemiş gibi. Kadın elindeki paketlerdeki yabancı yazılara baktı. Adam uzun yıllardır yurtdışındaydı. “Bilsen neler geldi başıma? Hepsini sırayla anlatacağım.” 

“Kahve yapayım? Yoksa aç mısın?” 

“Kahve iyi olur, sade.”

Biraz zaman sonra iki fincan kahve ile döndü kadın. Adam bir yudum alıp “Nasılsın?” diye sordu.

“Beni biliyorsun. On sekizimde o mühendis ile evlendim. Almışsındır haberleri mahalleliden.”

“Almam mı? Evden gelin çıktığın gün uzaktan seyrettim seni. Mühendis diye onla evlendiğini, beni değil de onu tercih ettiğini herkes konuştu yıllarca.” 

“Bunca yıl sonra bunların hesabını sormaya mı geldin?”

“Hesap sormak değil gülüm.” 

“Hem öldü o.”

“Biliyorum. Onu duydum da geldim. Biraz geciktim kusuruma bakma. Ama halletmem gereken işler vardı.”

“Temelli mi geldin?”

“Sonsuza dek yasını tutarım sanıyordum ama ben de evlendim senden sonra. Buralardan gitmem gerekiyordu. İki tane aslan gibi oğlum oldu. Ama hep seni düşündüm. Bu sofrayı o kursaydı nasıl olurdu? Bu çocuğun anası o olsaydı nasıl olurdu? Böyle dedim durdum hep içimden.”

Gözleri esmer adamın ellerine takılıyordu. Uzun parmaklarından gözlerini alamıyordu. Sevgili diye ilk kez bu elleri tutmuştu. Sıcaklığı ilk kez bulmuştu, masumiyeti ve inadına heyecanı…

“Acıkmışsındır, dur hemen yemek ısıtayım.” diyerek mutfağa koştu. Adamın arkasından “Yok, gel otur!” deyişini duymazdan geldi.

Bir süre sonra üzerinde kuru, pilav, yoğurt ve turşu olan bir tepsiyle içeri girdi. Her şeyden iki tabak vardı. Yere serdiği sofra bezinin üstüne koydu siniyi. Hem konuşup hem yiyorlardı. 

“Karım çok güzel kadındı aslında. Ama sürekli şikâyet ediyordu. Çocuklardan, hayattan, benden… Hele ikinci çocuktan sonra iyice kilo aldı. İnanamazsın memeleri karnına kadar iniyordu.” 

“Bir erkeğin diğer kadını yüceltmek için hayatındaki kadından bu şekilde bahsetmesini hiç doğru bulmuyorum. Karındır ne de olsa.” 

Bir yandan böyle konuşurken bir yandan da seviniyordu aslında: Karısını beğenmiyor artık. Bunca yıl sonra bana geldi. Ne var ki bunda. Yaşar gideriz burada. Konu komşu da umurumda değil artık. Bunca yıl sonra çıkmış gelmiş bana. Elini ilk kez tuttuğumda hissettiklerim hâlâ aklımda. Gelmiş işte. Elaleme neymiş? Yaşar gideriz biz burada. Yıllar sonra…

Adam bir kaşık pilavı yuttuktan sonra konuşmaya başladı. “Doğru söylüyorsun. Çocuklarımın anasıdır ne de olsa. Aslan gibi iki oğlan verdi bana. Anadır o, ana.”

Bu sözler canını yaktı kadının. Onun doğurmamışlığından, doğuramamışlığından vuruyordu sanki. Üzüldü. Ama adam yıllar sonra ona gelmişti. Alınganlığın sırası mıydı şimdi? Adam bir çantaya sığdırmış bütün hayatını; mektuplarını saklamış yıllarca. Anılar, şarkılar, şiirler, aşk sözleri hepsi kara bir valizin içinde. 

Elini tuttu adamın. Ellerinin esmerliğini yabancıladı. Böyle değildi mühendisin elleri; beyazdı, yumuşaktı, nasırsızdı. İki avcunun içine aldı adamın ellerini. Tam koklayıp öpecekti ki kapı çaldı. Bu defa kardeşinin geldiğini bilerek gitti kapıya. Tedirgindi. İçeride elin adamı ile baş başa yemek yerken görse kardeşi ne derdi? Dul bir kadın ile evli bir adam. Ama o artık böyle şeyleri kafaya takmayacaktı. Kendisi için yaşayacaktı hayatı artık. Kapıyı açtı, kardeşi teklifsiz içeri girdi. 

“Gel, hoş geldin. Biz de Murat ağabeyinle yemek yiyorduk.” 

“Abla ne saçmalıyorsun sen?”

“Gel, bak! Yıllar sonra çıkıp gelmiş.”

“İyice kararmış odanın içi. Neden ışığı açmıyorsun?”

“Bak Murat ağabeyine…”

Yerdeki boş sofrayı gören kardeşi şaşkınlıkla sofranın başına oturup; “Abla bana mı bu sofra. Soğumuşlar ama yine de yiyeyim.”

Comments


bottom of page