top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Çukur

"Dost görünen düşmanlar, açık düşmandan daha tehlikelidir, derlerdi. İnanmaz, ihtimal vermezdim."


Mustafa Fatih Boz


Ben öldüm. Yine. Hiç de hazır değildim. Kim hazır olabilir ki? İnsanlar, iki kere doğar, iki kere ölür, derler. Ama bana fazla oluyor. Öğlen vakti tuttular beni. Ne oldu? Nasıl oldu? Ben şimdi öldüm mü? Kalabalıklar bana bakıyor, ben de şaşkınım. Hangi ara öldüm? Yakınımda Hami’yi görüyorum. Öylece bakışıyoruz. Çukur gözlerle bakıyor, çizgi haldeki dudağının bir yanı hafifçe yukarı kalktı, indi. Hami arkamdan “Hak etti, o yaptı,” diyor. “Ben bir şey yapmadım,” demeye çalışıyorum. Beni duyan yok. Beni götürüyorlar, birazdan cenaze namazım da kılınacak herhalde. Benim günahım yok diyorum. Solumdaki birisi, “Derdini kara yerde anlatırsın,” diyor. Bu ölüm daha ağır oldu. Hami’yi öyle görünce, kafamda hale belirdi. Ruhsatlı silahımı kasamdan almış. Kendi silahımla beni arkadan vurdu. Vay hain. Öyle işte. Ah arkadaşım, ah köylüm. Herkesten beklerdim, senden beklemezdim. Belki de beklemek mi gerekir? Dost görünen düşmanlar, açık düşmandan daha tehlikelidir, derlerdi. İnanmaz, ihtimal vermezdim. Belki de aklıma getirmek istemezdim. Ben sana iyilikten başka ne yaptım ki, beni öldürdün? Şimdi de tabutumun başında beni taşıyorsun. Belki de en acısı ne biliyor musun? Sırtımdan vurdun. Tepkisizsin, üzülmedin mi? Ağzının bir yanının anlık yukarı kalktığını, yarım bir gülümseme yaptığını, fark etmedim sandın, değil mi? Bu halde üzerime toprak da atacak mısın? Beni duymuyor ya da duymak istemiyor.


Hami’nin çukur, donuk gözleri beni yirmi sene evvele götürdü. O gün, güne ne güzel başlamıştık. Gün yeni doğuyordu, yazın sıcaklığı henüz çarşıya inmemişti. Denizli’den gelen ev tekstil ürünleri kamyonu dükkanın önündeki iğde ağacının gölgesine park etmişti. Malları iğde kokuları içinde dükkana şen şakrak taşımış, kahvaltı için dükkana geçmiştik.


Patronumuz Selim amca her zamanki gibi dükkanın köşesindeki cam tezgâhın üzerine eski gazete kâğıdını sermiş, üzerine de tulum peyniri ile buram buram fırın kokulu, sıcak simitleri koymuştu. Ben de her zamanki gibi tezgâhın arkasına geçip piknik tüpünün üzerinde fokurdayan çaydanlığı alıp küçük, ince belli, cam bardaklara çayları doldurmaya geçmiştim. Bir yandan buharı üzerinde çayları yudumlarken, bir yandan da peynir ve simitleri, güle konuşa yiyorduk, ki bir anda Selim amca, “Allah,” diyerek yere yığıldı. Kalp hastasıydı, ama gönül hastası değildi. Kalp masajı yapmıştım, lakin fayda etmemişti. Ambulans acı sesi ile dükkanın önüne otuz dakika sonra geldiğinde nabzı da yoktu. Doktorlar geri döndürmek için epey uğraşmıştı, ancak fayda etmemişti. Acil doktoru soğuk bir şekilde: “Başınız sağ olsun,” demişti. O kadar hızlı bir ölümdü ki, aniden kalp durmuş. Öyle olunca acısız olurmuş, öyle demişti acil doktoru. Kime göre acısız? Ölene göre mi? Geride kalanlara göre mi? Oğlu Hami o gün öyle donup kalmış, çukur gözünden bir damla yaş inmemişti. Benimse o gün açılan göz musluklarım akşama kapanmıştı. Üzerime titrerdi Selim amca. Babamın arkadaşıydı. Yetim olduğumdan mıdır? Bir dediğini iki etmediğimden midir? Ya da vicdan mı yapıyordu? Yoksa hakiki sevgi miydi? Bilmiyorum. Ama sevdiğine inanırdım işte. Ah Hami, sen bu sevmeyi, sevmezdin. Çorak topraklarının çukurundan o gün bana yine öyle bakmıştın. Benim suçum ne idi? Seninle aynı yaşta, on beşimden yeni gün aldığım, babamın vefat ettiği ayda, babanın dükkanında işe başlamak mıydı? Hami patron oğluydu, ben ise onun köylüsü, yetim Mustafa. Sabahleyin erkenden gelir, işe başlardım. O ise keyfi olduğunda dükkana uğrardı. Bir gün dükkanın alt katında çıkan küçük bir alevi canım pahasına söndürmüş, yangını önlemiş, Selim amcadan aferin almıştım. Hami de oradaydı, bana çukur gözlerle bakmıştı. İçinde sönmeyen alev varmış, o zaman fark etmemiştim, bilsem onu da söndürmeye çalışırdım. Beni çukura sokmak istediğini o günlerde anlamamıştım. Selim amcanın bana sahip çıkmasını çok görmüştü. İçten içe bana kızmış. İçindeki kor o zamanlarda başlamış. Babasına da az çektirmedi. Selim amca ara sıra bana dert yanardı. Hami, o günün haftasında, bir başka kişi olmuştu. Babasının tek erkek çocuğu olarak, dükkanın başına geçmişti, kız kardeşlerinin hakkı yok gibi. Huyu da bir anda değişmişti ya da huyu hep öyle idi. On yıldır beraber çalışmamıza rağmen bir haftada patron kimliği ile farklı biri oldu. Elime çıkış kağıdımı verdi. “Neden? Bir kötülüğümü mü gördün?” dedim. Bana o karanlık çukurdan bakarak, “Biz anlaşamayız, dostça ayrılalım,” dedi. Tereddüt etmedim, “Peki, sen öyle istiyorsan, öyle olsun,” dedim. O vakit biraz da gurur yaptım, herhalde. Sana muhtaç değilim demek istemiştim. Lakin o gün öldüm sandım.


Şimdi de benim ipimi çekti. O gün beni kapı dışına koymuştu, bugün de kapı içine. Gelen giden de yok. Hesap günü böyle mi? Neden beni kimse dinlemiyor. Acısız ölmek var mı? Şu anda yaşayan ölü gibiyim zaten. Yaşıyor muyum ki? İnsanlar kendi çukurunu kazar derler. Çukurdayım. Ben nerede hata yaptım? Ben mi kazdım bu çukuru?


Hami beni kovduktan sonra sürüneceğimi sanmıştı. Ortak arkadaşlarımıza öyle demiş. Haksız da sayılmazdı, yıllardır aynı yerde çalışmıştım. Artık Selim amca da yoktu. Korunaklı alandan çıkmıştım. Ne yalan söyleyeyim, önce bocaladım. Sonra okuduğum bir kitaptaki “Korunaklı alandan çıkmayanlar fırsatları yakalayamazlar,” gibi bir cümle aklıma gelmişti. Kaybedecek bir şeyim yok, dedim kendi kendime. Anam da bileziklerini verdi: “İş kur,” dedi. Çalışkandım, dürüsttüm. Çarşı esnafı da beni tanırdı. Çarşıdaki küçük bir ev tekstil dükkanına ortak oldum. Artık çukurdan çıkmış, gözümü açmıştım. Gece gündüz çalıştım. Tasarladığım işlemeli havlu ve bornozlar tutmuş, önce ortak olduğum dükkanın tamamını satın almış, sonra da ürünlerimi yurt dışına ihraç etmeye başlamıştım. Günler günleri kovalamış, işlerim o kadar büyümüştü ki, önünde servi ağacı olan büyük bir mağazayı da satın almıştım. Her gün mağazama girerken servi ağacına bakardım. Bazen de ağacın gölgesine çektiğim taburede çayımı yudumlarken, gözümü kapatır, rüzgârda hışırdayan yapraklarının sesini dinlerdim. Servi’nin “Mustafa, doğruluktan, dürüstlükten ayrılma,” dediğini duyar gibi olurdum. Ah Hami, ah… Beni kovduğunu unutur, benden borç para da alırdın. Mağazama geldiğinde servinin önünden geçerdin de, gölgesinde oturmazdın. Kasamdaki ruhsatlı silahımı çalman ise hiç aklıma gelmezdi. Geldiğin bir gün kasamın şifresini yazdığım deftere de bakmışsın demek ki. Taammüden ihanet. Bana çukuru layık görürmüşsün. Yalnız çukurun başında servi olsun. Otuz senedir içinde büyüyen ateş hiç sönmemiş. Ateşin odunu yakıp kül ettiği gibi içindeki günü, seni günden güne bitirmiş, farkında değilsin. Benim de hatam var sanırım. Şimdi anlıyorum. Aynı çarşıda dükkan açmış, ortak müşterilerimizi fütursuzca kendi dükkanıma çekmiştim. Seni kötüleyen müşterilere karşı sessiz durmuş, seni savunmamıştım. Her ne kadar sen beni işten çıkarsan da öyle yapmamam gerekirdi. Benim de bu çukurda payım var. İtiraf ediyorum, vicdan azabı ile sana borç para verirdim. Ama ben senin kötülüğünü hiç istemedim. Ben senin yanından kendi isteğim ile ayrılmadım ki. Kötülüğü seven kişi de kötüdür; belki de insanların en kötüsü arkadaşlarının zarara uğramasına sevinen kişidir.


Havasız, bir tarafı siyah camlı, loş ışıklı odada hâlâ bekliyorum. Kapalı yerleri de hiç sevmem. Sorgu melekleri ne zaman gelecek acaba? Odanın kapısı açıldı, odaya ışıkla beraber önce iki gölge süzüldü. Odaya giren iki gölgenin biri soluma, biri sağıma geçti. Sağımdakinin omzunda iki yıldız parlıyor, soldakinde yıldız görmedim. Ellerim tahta masanın altında, birbirine kavuşuk bekliyorum. İki yıldızlı, karton dosyayı küçük masaya bıraktı, tam karşıma oturdu.


“Anlat bakalım, komşu esnafı neden öldürdün? Arkadaşın Hami, komşu dükkana girerken seni görmüş. Ayrıca olay yerinde silahını bulduk. Cinayet senin silahınla işlenmiş.”

Tam, ben öldürmedim, iftira diyecektim. Oda kapısı tekrar açıldı, bir gölge daha içeri girdi. Gölgenin elinde bir kâğıt vardı. İki yıldızlı, kâğıdı eline aldı, dikkatlice okudu. Sonra tekrar bana döndü:

“Cinayet mahalline bakan kamera kaydı bulundu. Senin silahınla maktulün dükkanına giren Hami’ymiş. Elinde siyah bir eldiven var.”

Gölge kalktı. Bir anda gözlerim parladı. Hami’nin dükkanına dün haciz geldiği aklıma geldi.

Kommentare


bottom of page