Öykü: Düşüş
Pencereden dışarı, komşu çatılardan zar zor görünen bir karış gökyüzüne baktı. Baktığı gibi de yıldızların arasındaki boşluklardan en koyusuna düştü. Düşüş, bazen bir an, bazen de bir gün sürerdi.
Fatma Gül Özen
O akşam yine Kasım’ın bir baltaya sap olamayışının hesabı kesiliyordu. Ev ahalisi ne zaman hakkında söylenmeye başlasa, odasını eşyalarıyla avucuna doldurup cebine sokar, babasının boğuk sesini paçalarından zar zor işitirdi. Ağır laflar altında ezilirken, anasının yılık ağlamaları etinin kabasına inceden sızardı. Onları yaka paça ceplerine doldurmasa, başına saplanan mızrakları ayıklamak için saçlarını tek tel kalana dek yolardı. Saçlarını yolmadığı o nadir günlerden birinde kafa sesiyle barışık, ona içeriden ne söylendiyse harfiyen uydu.
Doğumunun sebebi iki huysuzun bağırtılarını iyice bastırıp kafasını dinleyebilmek için yatağına uzandı. Veryansınları temelli kesmenin bir yolunu bulmalıydı. Pencereden dışarı, komşu çatılardan zar zor görünen bir karış gökyüzüne baktı. Baktığı gibi de yıldızların arasındaki boşluklardan en koyusuna düştü. Düşüş, bazen bir an, bazen de bir gün sürerdi. Bu kez geldiği yerde, başında daha korkunç bir ağrıyla doğruldu. Ceplerini yokladı. Dürtülmekten rahatsız olan bir iki homurtu duydu. Anasıyla babası üzerinde, güvendeydi. Mahşeri bir kalabalığın ortasına düştüğünü fark etmesi uzun sürmedi. Tek bir yöne hızla akan pazar yeri kalabalığıydı bu.
Ayağına basan insanlar dönüp “Affedersiniz” diyeceklerine, gözlerinin içine bakıp onun buraların yenisi olduğunu yüzüne vurarak sırıtıyorlardı. Onlardan farklı görünmemek için elinde alışveriş listesi varmış gibi yapıp yol boyu meyvelerin olgunluğuyla ilgilendi Kasım. Gibi yaparken de bir işe yaramazlık hissi çöktü üstüne. Tam o sırada ince giysili insanlar, karanlıkta çağlayan bir dere gibi, ellerinde gümüş rengi torbalarla yokuş aşağı akıyorlardı. Kasım, torbaları balıkların pulları görüyor, akıntıda boğulmamak için kafasını tezgâhlardaki etiketlerden güç bela uzak tutuyor, ancak yine de eğmeden yürümeyi başaramıyordu. Bir taraftan sağa sola ayağını çarpıyor, yoldan geçenlerin bazısı da terlikten fırlayan serçe parmağını acımadan ezip geçiyordu.
Ezilmelerin, çarpışmaların arasında, pazarcılara yaklaştıkça bağırışları netleşti ve çok geçmeden kendisini çağırdıklarını anladı. “Dolgun cepli, kısık gözlü, kemik gözlüklü ağabey, şşt şşt sen ağabey, heh gel de tat meyvelerimizden” diyen pazarcının biri kaşla göz arasında önünü kesti Kasım’ın. Cebinde parası yerine, babası olduğunu hatırlayan Kasım, kıvrak bir manevrayla pazarcıdan kurtuldu. Kurtulunca babasının sözleri yankılandı kafasında: “Bir kez olsun etrafına bir faydan dokundu mu?” Bu habis sesi kovmak için sağ cebine sertçe vurdu Kasım. Uzun bir ah duyuldu.
Yokuştan sürüklenmeye devam ediyordu. Küllî bir terslik vardı. Ne hikmetse, kerli ferli adamlar yanlarında uşakvâri ihtiyarlara, tıka basa dolu pazar çantaları taşıtıyorlardı. İhtiyarların belleri bükük, avurtlarında terden yaşlar, yükten eziliyorlardı. O esnada Kasım, kuytu bir ara sokak gördü, düşünmeden içeri daldı.
Az evvel pazarda gördüklerinden tiksinmişti. Baba evinin pek de rahatsız edici bir yer olmadığını düşünecekken, otobüs durağında sallanan bir cisme gözü ilişti. Yaklaşınca bunun ipte asılı bir adam olduğunu gördü. Burnu, çürük sarımsaklı keskin bir kokudan koptu kopacaktı. “Ha siktir oradan!” dedi kendi kendine. Duraktakilerin cesedi görmezden geldiğine inanmak istemedi! Aksine bunu tuhaf bir şekilde kanıksadıklarını düşündü. Kasım ağzını açıp “Ne duruyorsunuz? Yardım çağırsanıza!” demeyi de düşündü. Gerisin geri içinden “Amaaan” deyip vazgeçti.
Hemen ardından orta yaşın üstünde, şık döpiyesli bir kadın oturduğu banktan kalktı, durağın arkasındaki şeffaf camın önünde durdu. Yere çömelip işemeye başladı. Durakta bekleyen, ruhları çoktan ölmüş insanlar, kadına dönüp bakmaya dahi tenezzül etmediler. Kasım o sırada anladı; baş ağrısının mide bulantısından evla olduğunu. Çatsın mı çatmasın mı, kararsız bakıştığı gözlerin üzerine kısıldığını gördü. “Seni katil!” dedi içlerinden biri. Kasım, cesedin üzerine kalacağını anlayınca karanlığın içine, asfalt yola çıktı. Ardına bakmadan pantolon ceplerini tutarak koşmaya başladı. Bu Godard filminden çıkmak için ortalıkta açık kalmış bir televizyon aradı, bulamadı. Islıklı rüzgâr gerisinde kalınca yolun kenarına çekildi. Ellerini dizlerine dayadı, soluklandı. “Hayal âleminde yaşıyorsun! Tüm gün aynı yerde oturmaktan çürüdün! Evlat sevgisi falan bırakmadın, donuk, katil bakışlı, her şey beklenir senden!” Bu kez sesin geldiği yeri eliyle sıktı. Çok sesli cep korosu kesilince, büzüşen pantolonunu düzeltti.
Burnunun ucunda birden beliren, bir çift yumurta topuklu iskarpinleri farkedince öfkesini unuttu. Kafasını kaldırıp herifin tekiyle göz göze geldi. Az evvel önünü kesen pazarcıydı bu. Adam elindeki meyveleri Kasım’a uzatmış “Meyvelerden tadacaktın ya, seç ağabey birini, dağ çileği mi mürdüm eriği mi?” diye sordu. Adam öyle çok sırıtıyordu ki, Kasım soruyu ilkin anlamadı. Neredeyse bütün öfkesini, bu adamdan çıkaracaktı.
Kasım alık alık bir kırmızı çileğe, bir eflatun eriğe baktı. Çilek mi? Erik mi? Bir sonuca varamadı. Pazarcının kahkahalarından sıçrayan tükürüklere daha fazla dayanamadı. Meyve poşetlerinden gelişi güzel birini alıp bu kez zıt yöne koştu. Pazarcı bir süre Kasım’ın peşinden gitti, sonra “Cebinde akrep mi var, param lan param!” diye bağırırken gözden kayboldu.
Kasım nefesi kesilince bir duvara yaslandı. Yanısıra uzanan merdivenler tanıdıktı. Merdivenin ilk basamağına çıkacakken ayağı kaydı, düştü. Bu kez düşüş kısa sürdü. Başını kaldırdığında apartmanın önünde olduğunu gördü. Eve nasıl döndüğüne şaşacak vakti kalmadan paçalarından aşağı sıcak bir şeyler sızdığını hissetti. Bir an, saniyenin kaçta kaçıdır düşünmeden aşağı baktı. Gördüğü, bir kan gölüydü. Dizlerinde uzanan anasıyla babası bu kırmızı gölün içinde yerde yatıyordu. Tüm kasları gevşedi. Eli ayağı boşandı. Sıkı sıkı tuttuğu poşet yere yuvarlanıp saçıldı. Kaçak erikler kana bulandı. Babasının ağzı köpüklü, gözleri gökyüzünde sabit, ilk kez kıpırdamadan suskun duruyordu, ne var ki aklına söyleyecek bir söz gelmedi Kasım’ın. Kuru karanlıkta bekledi. Karşı daldaki karga bilmem kaç kez öttü, bekledi. Durağa geç kalan taksici aralıksız korna çaldı, bekledi. Apartman sakinleri bir bir ağıt yaktı, bekledi. Neden sonra başına toplanan kalabalığın “Elleri kanlı, bu mu yapmış, bu şey değil mi ya…” diye söylenmelerine aldırmadan mırıldandı. “Nihayet” dedi, “Nihayet başımın ağrısı dindi.”
Comments