Öykü: Lucifer geldiyse İnci nerede?
Biliyorsunuz dışarıdan bakıldığında anlaşılabilen, tanık olunabilen şeydir mutluluk. Bir ailenin mutluluğu, bir çiftin mutluluğu. Ancak bu erişilmezlik iyi oynanan bir oyunun teması da olabilir.
Esra Ertan
Öğlene doğru yeni kiracılar üçüncü kata yerleşmeye başlamıştı. Mahallenin yalnızca hafta sonuna özgü olan sessiz coşkusunu, merdiven korkuluklarını tekmeleyen kutuların hışırtısı, taşıma şirketi elemanlarının aralarında alçalıp yükselen homurtuları ve eve girmeye direnen eşyaların yalpalayıp binaya yayılan sesleri kesiyordu. Yatakta tatsız bir esnemeden sonra kalkıp kapıya yürüdüm. Genç, ışıltılı, capcanlı bir ses fısıltılı tonda, adamlara eşyalarla ilgili bazı ricalarda bulunuyor ve onlarla şakalaşır gibi kesik kesik gülüyordu. Onu görme arzusu doğdu içimde. Sesin sahibinin nasıl göründüğüne bakmak istedim. Parmak uçlarıma basarak sokak kapısına yanaştım. Eğilip dürbünden baktım. Kumral saçlarını bir şapka altında toplamış, hafif etli, endamlı vücuduyla genç bir kadın gerdanını kaşıyor, vücudu şiddetli bir acıyla kıvranır gibi olduğu yerde sallanıyordu. Işıltılı sesi, sayıklar gibi binanın içinde yayılmaya devam ediyordu.
Aslında üçüncü kattaki dairenin tutulması gerçeğinden hoşlanmamıştım. Evin eski kiracılarıyla yaşadığım sıkıntıları göz önünde bulunduracak olursak kendime, böyle düşündüğüm için sonuna kadar hak veriyordum. Bana yalnız olmadığımı hatırlatan, varlıklarını sürekli hatırlatan öteki insanların aksırıkları tıksırıkları, kavgaları, seksleri, yerli dizilerinin bangırtısı, blendırlarının vahşi keskileri evimin mahremiyetini ihlal ediyor, bazen delirdiğimi ama bunu henüz fark etmemiş olduğumu düşünüyordum. Düşünsenize, nerdeyse tavanımdan meyve posalarının çalışma masama, çiçeklerime, satranç takımıma löp löp düştüğünü falan zannediyorum. Pancar, havuç, ananas posası. Böyle odanın ortasında lök gibi…
Her neyse. Yeni kiracılara, duyduğum bu capcanlı sesin tesiriyle bir takım anlamlar yüklemeye başladım. Sofistike, evde sıklıkla şarap gecelerinin düzenlendiği hatta belki Criminal Minds izleme günlerinin tertiplendiği, sosyal hayata uyumlu, hayata geniş bir paletle sarılan bazı insanların yerleştiğini mesela. Ne bileyim, ayda bir binanın çay toplantılarına katılmak için gerekli hevese sahip neşeli insanlar… Kumral saçlı bu hoş kadın yalnız mıydı yoksa?
Yeni komşum bam güm taşına dursun, ben çalışma odama geçtim. Henüz bir şeylere göz atmak, yazmak, düzenlemek için hazır değildim. Koyun pöstekisi havası taşıyan sabahlığımı iyice kuşanıp kanepeye uzandım. Elimdeki kahveyi soğutmadan, keyfini çıkararak içmek için ona eşlik edecek bir şeyler aradım. Sahi, ne vakit bunalsam bir kahve hayal ederim. Büyük kupada, koyu ve şekersiz… Çoğunlukla kahve içmeye dair kurduğum hayaller, kahve içmenin kendisinden bambaşka bir haz verir bana. Durmaksızın yağan bir yağmur mu var? Ofisin camından Nakkaştepe civarına dalarım. Bir fincan kahve gelir aklıma o an. Dışarıda insanı hayattan soğutan bir hava mı var? Yine aynı fincan, yine aynı kahve. Şunun altını da çizeyim. Kahve içmeye muktedir olduğum anlar, kahveye dair kurduğum hayallerin gölgesinde kalmıştır hep. Neden? Fazla düşünmedim bunu. Tam o esnada, bilgisayarıma bir süre önce kaydettiğim Lucifer çarptı gözüme. Tom Ellis. Havalı ve eğlenceli bir adam. Brit aksanı mevzusuna girersem bundan başka bir öykü çıkabilir. Uzandım. Kahvemi yudumlarken ilk bölümü seyretmeye başladım. Dışarıda boğuk hırıltılarla birbirlerini ikaz eden taşınma şirketi elemanları, bir şeylerin doğru yapılmadığını genç kadına duyurmaya çalışıyorlardı. Olsun beyler, telaşa gerek yok. Bazen bir şeyler yolunda gitmiyor. Lucifer için de yolunda gitmiyor. Onca yolu tepip yeryüzüne, Los Angeles’a geliyor. Doğruca gece kulübüne gidiyor. Gülüşüp eğlenirken, aynı yolu tepip kardeşi Amenadiel da geliyor. Kardeşi tedirgin. Yüzü, kulübün yoğun ışıkları altında endişesini yoğunlaştırıyor. Sesine çöküyor bu yoğunluk. Burada olman doğru değil. Herkes seni bekliyor, diyor Lucifer’a. Alaycı bir tavırla biraz mızmızlanıyor Lucifer. Sonra kardeşi, sen bir hayal kırıklığısın diyor. Bu ilgimi çekiyor. Bu sırada kapımın önüne şakkadanak bir eşya devriliyor ya da bırakılıveriyor. Buzdolabı mı çamaşır makinesi mi artık neyse işte bina fena halde metalle sarsılıyor. Kalkıp bir baksam mı diyorum. Kalkıyorum. Parmak uçlarıma basıp usulca kapının gözetleme deliğine eğiliyorum. Koyun pöstekimin sarkan kuşağı aniden kapıya çarpıyor. Hay aksi! kapının hemen arkasında olduğumu anlayacaklar. Ama anlamıyorlar. Şimdi kapıda genç bir adam var. Zayıf, çökük omuzlu, saçlarını topuz yapmış bir adam. Kumral saçlı hoş kadın, elini adamın arka cebine atıyor. Bu adam ya kocası ya erkek arkadaşı diyorum içimden. Binayı sarsan metal, çamaşır kurutma makinesiymiş. Bizim küçük ölçekteki banyomuza sığdıramadılar tabii. Evi tutarken bunları hesaplamış olmaları gerekirdi. Aman bana ne. Lucifer gece kulübünden çıkmıştı en son. Çökük omuzlu Toranaga (saçlarını topuz yapmış bu adama Toranaga demek istiyorum) kumral saçlı hoş kadının kulağına bir şeyler fısıldadı. Allah kahretsin! Toranaga şimdi bana bakıyor. Gözetleme deliğini terk edemiyorum. Ben de Toranaga’ya bakıyorum. İçerden Lucifer’ın isyan sesleri yükseliyor. Arada kahkahalar atıyor. Şimdi çekilirsem kapının arkasında olduğumu anlar bu adam. Koyun pöstekim kımıl kımıl. Sonra kadınla bahçeye iniyorlar. Ben de derin bir nefes alıyorum.
Bilgisayarın başına döndüğümde az önceki hevesimi biraz yitirmişim gibi sanki. Lucifer’ı izleme konusunda yani. Bari Işılay’ı arayayım da iki kelime laf edeyim diyorum. Işılay benim kız kardeşim. Onu ne zaman arasam işte böyle uzun uzun çalar telefon. Hep meşguldür. Hep önemli işleri vardır. Hep markete ya da Ömer’in okuluna gitmek üzeredir. (Ömer, Işılay’ın ufak olan oğlu) Neyse açtı işte.
Napıyosun Işılay?
Canım ben de seni arayacaktım. Kalplerimiz birmiş. (Tiz bir kahkaha attı bunu söylerken)
İyi, n’olsun. Evdeyim, bir arayayım dedim. Sen aramayınca!
Allah aşkına sitem falan dinleyemem şimdi Zehra. (Sesini hızla saran bıkkınlık. Bile bile ediyorum yine de sitemimi)
Hemen yükselme, tamam. Bir kahve mi içsek bugün? Ne dersin?
Sana yeterince zaman ayırmadığımı ima ediyorsun, farkındayım. Kaç kişi birbirine gerçekten zaman ayırabildiğini iddia edebilir ki böyle bir zamanda ha? Yetişmeye çalışıyorum. Gerçekten herkese yetmeye çalışıyorum Zehra. Çok yorgunum.
Valla bir kahve içelim dediğime pişman ettin. Evet ya da hayır yani niye uzatıyorsun?
Senin yine ayarların bozulmuş Zehra. İyisi mi sonra konuşalım. Yoksa tartışacağız ve buna hiç gücüm yok gerçekten.
Kapatıyoruz telefonu ikimiz de. Dışarıdan, alt bahçeden Toranaga’nın bir ileri bir geri gidip geldiğini ve alt komşum İsmet’e bir şeyler sorduğunu duyuyorum. Tekrar uzanıyorum. Ayarlarım bozulmuşmuş. Yani sık sık duyguları feveran edip parlayan biriymişim gibi. Dikkatinizi çekerim ayarları bozulan o değil de benim. Zamanın ruhu hakkında tespitler yaparken (kimsenin birbirine zamanının olmadığı ile ilgili) sanki böyle şeyler onun da başına geldiği için makul karşılarmış gibi konuşup duruyor. Neyse, buluşmadığımız iyi oldu bir yandan da. Biraz elimdeki yazıları toparlar, edisyonlarını yaparım. Uyurum, dinlenirim. Zamanın ruhunu dışarıda bırakırım. Kim kime yetişiyor, kim kime yetmiyor bana ne…
Gün akşama dönmek üzere. Dışarıda ateş rengi bir gökyüzü insanı neşelendiriyor. Keyifli hissettiriyor. Birkaç martının evlerin çatısında sanki bizden birileri olduklarını anlatmaya çalışırcasına öttüklerini duyuyorum. İyyyyyk iyyyyk iyyk iyyk. Kent onların. Bu ateşten gökyüzü onların. Dosyanın önemli bir kısmını çalışmışım bu arada. Buna seviniyorum. Bir şeyler yemek için mutfağa geçtiğim sırada üst kattaki sesler, yerde yuvarlanıyormuşçasına çatırdayıp inceliyor ve dağılıyor. İnci canım yoruldun gelsene buraya. Kızın adı bu demek. İnci. İnci. Elbette hassas, zarif şeyler çağrıştırıyor bende. Sesim içime dönerek sayıklıyor. İnci, İnci.
****
Toranaga ve İnci taşınalı neredeyse bir iki hafta oluyor. Apartmanın gürültüsüne, suskunluğuna, boşalıp dolmasına uyum sağlıyorlar. Neşeli bir bina burası. Bağırtı çağırtı, kavga dövüş bize uğramaz pek. Bu anlamda neredeyse bir aile gibi olduğumuzu söylemek mümkün. Sabahları Toranaga’nın yatak odasında ardından da banyoda homurtularını işitiyorum. Bazen sayıklıyor bu adam. Uyku apnesi falan mı var acaba? Ya da çok sık kâbus gören birisi? Eski zamanlara göre uykum daha hafif artık. Daha kaygılı, yorucu. Dolayısıyla sabahın beşinde mesela bu genç adamın sayıklamalarını duyabiliyorum. Böyle anlarda İnci çok sessiz. Ne bileyim adamı teskin etme, koşup bir bardak su getirme işte buna benzer hareketler içerisinde olduğunu hissetmiyorum. Sanki adam odada, yatakta yalnız. Belki birlikle yatmıyorlar. Kadın çalışma odasında yatıyordur Toranaga’dan rahatsız olduğu için. Ben bile alt dairede çat diye uyanıyorsam…
Dikkatimi çeken şeyse bu çelimsiz genç adamın günler geçtikçe daha asabi, daha huysuz bir tonda homurdanması. Uluyor mu, konuşuyor mu belli değil. Gecenin sessizliğinde uykuma, yorgunluğuma Toranaga’nın sayıklamaları çöküyor artık. Gün geçtikçe onun delinin biri olabileceğine dair hikâye yazmaya başlıyorum aklımın bir köşesinde. Sinirlerim bozuluyor. Sebebi ne olursa olsun onu dinlemek istemiyorum geceler boyu. Dahası bir parça tedirgin olmaya başlıyorum. Yıllar önce izlediğim bir filmi anımsıyorum. Julia Roberts oynuyor. Bu güzel kadının sosyal hayatta eğlenceli, nazik bir kocası var. Martin Burney. Ama gelin görün ki adam evde karısına zulmediyor. O bir sapık. O bir düşman. Zaten filmin adı da Yatağımdaki Düşman. Toranaga’nın da Martin Burney gibi melek yüzlü bir şeytan olabileceğini düşünüyorum. Onu izliyorum, onu takip ediyorum bu sebeple.
****
Günlerden cumartesi olduğu için geç uyanıyorum. Banyodan çıktığımda annem arıyor. Uzun süre telefonu açmadığımda delicesine kaygılanıyor. Çocukluğumdan beri onda hiç değişmeyen şeylerden biri. Endişe. Neyse, alıştığım bu bozuk duygulanmayı yatıştırdıktan sonra çöpü kapıya çıkarıyorum. Lucifer’ı izlemeye devam ederim diyorum bir yandan da. Kapıyı açtığımda asansörden Toranaga çıkıyor. Tıraş olmuş, kolonyası burnumu yakıyor. Cins cins bakıyorum yüzüne. O da cins cins bana bakıyor. Hafif başını eğiyor ama zoraki, anlıyorum. Karşılık vermiyorum. Çünkü Julia’nın kocası hâlâ aklımda. Hele bir de demirden midir nedir o koca terlikleriyle lap lap ayaklarını vurarak gezinmiyor mu tepemde… O esnada İnci’nin neyle meşgul olabileceğini hayal ediyorum. Kurutucuda yeşillikleri döndürüyor olabilir, arkadaşıyla telefonda şakalaşıyor olabilir. Bir sonraki gün giyeceği kıyafetleri seçiyor olabilir. Toranaga’ya daha yavaş yürümesini, alt kattaki komşunun rahatsızlık duyabileceğini hatırlatıyor olabilir. Toranaga’yı uyarması düşüncesi hoşuma gidiyor. İnci’yi seviyorum. Onu sevmeye devam ederek kanepeme uzanıyorum. Lucifer bakalım melekler şehrinden ne zaman sıkılacak. O kadar eğlenceli bir hayatı var ki. Adam her şeye sahip. Ancak kardeşi Amenadiel’da bir sorun var. Lucifer cehenneme dönmeyeceğini ona defalarca söylüyor. Sanki korkuyor Amenadiel. İşler onun üstüne kalacak diye kuruntu yapıyor gibi geldi bana. Dünya Lucifer’a iyi geliyor. Amenadiel onu ikna etmeye çalışıyor, Burası seni değiştirmeye başlıyor, diyor. Benim hayatım zaten bir değişim, diyor Lucifer da. Bu yanıtında güçlü bir yaşam bilgisi olduğunu seziyorum. Işılay’ın karşısında Lucifer gibi ipek sabahlığımla kaykılıp yayılarak, dünyanın hepimizi nasıl da değiştirdiğini kuramsal kavramlarla açıklamaya çalıştığımı ve bir alka-seltzeri ağzımda yuvarladığımı düşlüyorum. Şaşkınlıktan öne çıkan çenesi ve yutkundukça uzayıp şişen gırtlağı geliyor gözümün önüne. Onun kadar şaşkın biri olmadığım için minnet duyuyorum bir şeylere. O kadar minnet doluyum ki burnuma huzurlu bir koku geliyor. Esintiye benzer görünmez bir yol, kapının arkasına gizlenmiş bulutsu bir top gibi bu koku. İşte böyle ulvi bir anda çalınıyor kapı. İçerden, apartmandan birisi. Daha ben sormadan içerinin dışındaki, benim Zehra, İnci, diyor. Sesindeki bu tatlılığı daha yakından işiteceğim için bir de mutlu oluyorum.
Selam, rahatsız etmiyorum ya.
Ne rahatsızlığı olacak. Oturuyordum öyle. Gelsene.
Girmeyeyim hiç Zehra, diyor gülerek. O gülünce insanın içinde bir değil bin çiçek açıyor. Bir şey soracak herhalde. Ya bizim aidatı verecektim de. Kim topluyor burada, sana sorayım dedim. Apartman yöneticisi Erdal abi, o topluyor. Zaten çıkıyor toplamaya. İstersen bekle, istersen de git ver ona. Gerçekten de girmiyor içeri. Hemen samimi olmak gerekmez. Doğru. Haklı. Nasılsa zaman var birbirimizi tanımak için. Teşekkür edip uçuyor merdivenlerden. Önce memeleri kanatlanıyor ardından ince bacakları kalkıp havayı dövüyor. Bir akşam onu yemeğe davet edeyim diyorum hatta belki bir Criminal Minds gecesi… Peki ya o Toranaga n’olcak?... Biliyorum. Bir şekilde biliyorum. O adamda yanlış giden bir şeyler var. İzliyorum, dinliyorum, takip ediyorum seni Martin Burney.
***
Ben yayınevindeyken Tayfun arıyor. Neredeyse ayrılmanın eşiğindeyiz. Aramızda kavga gürültü, ihanet ya da buna benzer ağır sorunlar yok. Aslında bir sorun yok. Belki de sıkıntı burada. Yani aramızda bir sorun olmamasında. Sorunun yerine bir şey koyamıyoruz. Sevgimizi arada bir sallayacak, silkeleyecek ufacık bir endişemiz yok. Bana kalırsa olmalı, olmalıydı. Tayfun’un da böyle düşündüğünü biliyorum. Açıkça değilse de konuştuk bunları. Bir iki gün önce beni ofisten alıp yemeğe götürdü. Yeni komşularımdan bahsettim. Tatlılarımızı yerken Toranaga ile ilgili sezgilerimi anlatıyorum ona. İyi şeyler hissetmiyorum o adamla ilgili, diyorum. Tayfun bana inanıyor. Toranaga’dan o da hoşlanmıyor gibi. Adamla ilgili önyargılarım olabileceğine dair hiçbir şey söylemiyor çünkü. Takip etmeye devam et, ne çıkacak altından bakalım, diyor bana. Oysa bir iki güne kadar ayrılmış bile olabiliriz. Ama aldırmıyoruz buna. Birbirimize dargın veya incinmiş olmayacağımız için bu tür şeyleri hâlâ konuşuyor oluruz muhtemelen. Seslerden bahsediyorum sonra. Toranaga’nın alçalıp yükselen sayıklamalarının ne anlama geliyor olabileceğini soruyorum Tayfun’a. Depresyon ya da kaygı bozukluğu olabilir adamda, diyor. Belki öfke kontrol sorunu vardır, diyorum ben de ona.
Kızın sağında solunda morluk, şişlik gibi şeyler gördün mü hiç?
Sahi gördüm mü hiç? Buğulu, zorlama bazı görüntüler geçiyor aklımdan. Ama morluk? Yara bere? Anlaşılan hiç dikkat etmemişim…
***
Aşağı yukarı on gündür Işılay’la konuşmadık. Küstüğümüzü zannetmiyorum. Ben küsüp küsmediğimizden emin olmaya çalışırken akşamın gölgeleri yaklaşıyor. Gökyüzü çatılardan görebildiğim kadarıyla gri ve keyifsiz bir zamanı geride bırakmanın acelesi içerisinde. Bizim Işılay’la sağımız solumuz belli olmaz aslında. Bazen beni korumacı güçlü bir sevgiyle kucakladığını hissediyorum. Böyle zamanlarda yanıma gelir ve başını dizlerimin üstüne koyup sırtımı kaşısana der ya da saç derisine masaj yapmamı ister. Bunun tensel bir bağ, kardeşler arası bir dayanışma olduğunu düşünürüm. Benim simgesel dünyamda böyle yerini bulur. Bazen de günlerce birbirimizi aramayız. Daha çok Işılay. Onun bir ailesi var ve benim bunu anlamam gerek. Aile demek geniş zamanlara yayılan birtakım sorumluluklar demek. Işılay yaşamını bu şekilde ifade eder sonra da konuyu kestirip atar. Acaba İnci’nin kardeşleri var mı? Doğrusu evde olduğum zamanlarda gelen giden sesi işittiğimi söyleyemem. Bir kahkaha ya da diğer komşuları rahatsız edecek yüksek tonda sohbetler duyulmaz üçüncü kattan. Varsa yoksa Toranaga’nın gece ulumaları. Bu arada İnci yarın, sabah kahvesine geliyor bana. Onu daha yakından tanıma fırsatı bulmam bir yana Tayfun’un da uyardığı şekilde kızın sağında solunda yara bere, çürük gibi izler var mı dikkat kesileceğim. Biliyorsunuz dışarıdan bakıldığında anlaşılabilen, tanık olunabilen şeydir mutluluk. Bir ailenin mutluluğu, bir çiftin mutluluğu. Ancak bu erişilmezlik iyi oynanan bir oyunun teması da olabilir. Bunu yarın anlayacağım. Toranaga’nın eğilip İnci’yi şapır şupur öpmeleri, bahçede mırıl mırıl kızın kulağına bir şeyler fısıldaması falan… Bakalım sahiden mutlu hem de erotik bir çiftin hikâyesi mi yoksa sen Martin Burney misin çözeceğim bunu Toranaga. Bu iyi kalpli genç kadını sevgimle kucaklayacağım, göreceksin!
***
Ve kucaklıyorum. Hafif baharatlı kokusu odaya yayılırken etrafı tatlı bir tebessümle süzen genç kadını süzüyorum ben de. İlk izlenimi zihnimize nakşettikten sonra oturuyoruz kanepeye. Konuşmaya kimin başlayacağını bilememenin heyecanıyla aynı anda Nasılsın? İyiyim diyoruz birbirimize. Soru ve cevabın karmaşası bizi rahatlatıyor sanki. Kahvelerimizi içerken cümlelerimizin arasını boşaltan, açan anlara sessizliğimiz yayılıyor. Bundan hoşlanıyorum. Sakin bir kadın İnci. Kısık gözlerinin içi biraz da kısık olmasından mıdır nedir hep gülümsüyor. Benim de konuştukça konuşasım geliyor. Ne söylersek söyleyelim birbirimize hep gülümsüyoruz. Sonra ben Toranaga’dan konuşmak istiyorum. İnci’nin görünürde darbe almış, itilip kakılmış gibi bir hâli yok. Buna çok güvenmeyip bir yerlerden konuya dalmayı istiyorum. Erkek arkadaşınla, diyorum. (Evli olmadıklarından öyle eminim ki) Gözlerini kocaman açıp bana bakıyor. Uzun zamandır birliktesiniz herhalde? O kadar anlamsızlaşıyorki yüzü, endişeleniyorum. Bu konuyu hiç açmasa mıydım acaba, rahatsız oldu tabii, belki de henüz özel hayatlarımızı konuşacak kadar yakın değiliz demek istiyor. Bunu anlamamı bekliyor. Allah kahretsin, toparla toparlayabilirsen şimdi! Yüzü yüzüme biraz daha eğiliyor. Acayip bir şey var gözlerinde. Tiksinti desem değil, şaşkınlık gibi ya da ne bileyim acımak gibi bir şey. Erkek arkadaşım mı? diyor. Evet, diyorum. Taşındığın gün yanındaydı, bahçede birkaç kez gördüm sizi. Ulumalarından bahsedemedim artık. Hem bundan nasıl bahsedebilirdim ki… Yavaş yavaş doğruldu, baston yutmuş gibi dikildi ve bana baktı. Benim erkek arkadaşım yok. En azından şu anda. O halde uluyan Toranaga kuzeni falan mıydı, tövbe tövbe e o öpüşmeler neydi o zaman. Asansörden çıkınca bana cins cins bakışlar falan. Yok yok. Karıştı bir şeyler.
Bazen sesinizi duyuyorum. Malum, binaların izolasyonu fena. Düşündüm ki bu genç adam senin erkek arkadaşın.
İnci gözlerinde ekşi bir ifadeyle ağzını eğip başını salladı. Erkek arkadaşı yokmuş. Nasıl yani? Adamı gördüm ben. Gözetleme deliğinden gördüm, bahçede gördüm, asansör çıkışında gördüm. O ürkütücü ulumalarını her gece dinledim, evet dinledim… Aklıma birden Lucifer geliyor. Yavaş gideyim de tüm sezonlar bitmesin bari…
Comments