top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Fırın

"Annem bu ses tonunu ne zaman kullansa, benden istediği o iş her neyse, kendimi yapmak için mecbur hissederdim."


Ökkeş Can Kılıç


“Oğlum, akşam Kerem ustanın oraya, fırına, yardım etmeye gider misin?” diye sordu annem.

“Hayır.” diyerek kesinkes bir ses tonuyla reddettim bu teklifi.

Geçen yaz, tatlı imalatında köpek gibi çalıştığım yetmiyormuş gibi bir de fırınına yardıma mı gidecektim! 

“Oğlum hadi ya kırma beni, gidiver işte bi’ akşamcık!..” diyerek ısrarcı tavrına ufaktan giriş yapmıştı bile annem. Sesindeki yalvarmayla rica arasındaki o tını… 


Annem bu ses tonunu ne zaman kullansa, benden istediği o iş her neyse, kendimi yapmak için mecbur hissederdim. Geçmiş yaşantılar, annemin tüm o fedakârlıklarını, anı denizimden cımbızla bir bir, özenle seçerler, daha sonra da koz olarak bana karşı gaddarca kullanırlardı.


Mesela benim anaokuluna gittiğim zamanlarda, karlı Zonguldak sokaklarını yalın ayak sandaletiyle aştığı sabahlar ışırdı zihnimde. Ya da ucuz kömürle evi ısıtmaya çabaladığı, kömürlerin parasını da yine ördüğü patiklere çıkartmaya çalıştığı akşamların sisi çökerdi gözlerimin önüne...


Haliyle daha ilk ısrar cümlesinde derin bir “Of!” çekip düşürmüştüm gardımı.

“Niye ben gidiyorum ki ya?” diyerek, belki bir kaçış yolu bulurum umuduyla sormuştum bu soruyu. Öyle ya, şimdiye kadar ben mi çalışmıştım sanki fırında, niye özellikle bu akşam, niye özellikle ben?

“Çırağın kolu mu ne yanmış, çalışamayacakmış bu akşam.”

İlk akla gelen isim benim tabii, başka kim çalışır o narsistin yanında? Bir gün fazladan dinleneyim diye kolunu bile isteye bile yakmış olabilir çocukcağız!

Annem, kredisi asla tükenmeyecek hatırıyla karşımda benden gelecek onay cevabını büyük bir iştiyakla bekliyordu. Bu ricayı da her halükârda, her zaman olduğu gibi kabul edecektim zaten. Oda içindeki gözle görülmez bu baskıya daha fazla direnmek istemedim.

“Tamam,” dedim. “Çalışırım.”

Dedim demesine ama o gece kaç saat çalışacaktım? Kaç ekmek çıkıyordur acaba sabaha? Şehrin en işlek, getirisi en yüksek caddesinden fırın satın almıştı adam…



“Kerem usta ne kadar verir bana aylık?” 

Emre ustaya sormuştum soruyu, imalatta çalıştığım zamanlar bizim imalatın pastacısıydı. Krem şantili spatulasını tezgâha silmiş, kalanları da üzerindeki önlüğe sürerek çıkarmaya çalışmıştı. Ardından bana dönüp, her zamanki o müşfik tavrıyla, bilmem kaçıncı defa sorduğum bu soruyu, bıkmadan usanmadan yine aynı sevecenlikle cevapladı;

“1250 verir ya, Oğuz’a da o kadar veriyormuş, çırakların geneli de öyle bir şeyler alıyor zaten.” 

Elimde gittikçe ağırlaşan baklava tepsisini unutmuş, birkaç hafta sonraki hülyalara dalıvermiştim o anda. AVM’de gördüğüm harçlıklarımla asla erişemeyeceğim o kulaklık, okul zamanları her sabah cebime dert olmadan alabileceğim o sıcacık bol kaşarlı tostlar, öğle molalarındaki çikolatası en yoğun dondurmalar, parmaklarım için en konforlu oyuncu fareleri...

Elimde baklava tepsisi değil de 1250 TL vardı sanki.

Ne kadar süre böyle tepkisiz kaldım bilmiyorum ama Emre usta, baktı bende ses seda yok,

“Yetmez mi?” diyerek dürtüverdi kolumdan.

“Yeter yeter tabii, yetmez mi Emre usta!” diyerek güldüm ben de.


Önümdeki üç haftalık süreç uzadıkça uzadı, koca koca fırınlar baklavaları güç bela kızarttılar, bir ejderhaya taş çıkartacak kadar güçlü yanan ocaklar sindikçe sindiler içlerinde, fokur fokur kaynayan şerbetler, zar zor yoğunlaştı kazanlar içinde, servise yetişecek baklavalar, siparişler arttıkça arttı, ardı arkası kesilmedi...


En nihayetinde bir gün yine Melek abla geldi imalata, Kerem ustanın eşi. Ellerinde buram buram altın bilezikler; lacivert, polo tişörtünün yakasına asılı, camı kahverengiye çalan güneş gözlüğü; diz tarafları kırışmış, alabildiğine dar, bembeyaz pantolonluyla tüm gözleri kısa bir süreliğine kendi üstünde topladı.

“Emir, çıkmadan yanıma uğra iki dakka.” dedi sadece.

Dudaklarıma tesir eden gülümsemeye engel olamadım. Beklediğim gün gelmişti. İlk maaşımı alacaktım çünkü belli. Melek abla muhasebeden sorumluydu.

Tüplü, imalatın en küçük ocağının arkasındaki duvarın en üst tarafına iliştirilmiş saatteki akrep ve yelkovan da, işte tam da o anda, birbirlerine diş bilemişlerdi. Sanki ikisi de damarlarımda hızla koşuşturan heyecanın aksine her zamankinden daha ağır ilerlemeye ant içmişlerdi.

İş çıkışı hızla çıktım merdivenleri. Usulca, birkaç defa tıklattım kapıyı. Kerem usta açtı.

“N’oldu Emir.”

Ebenin!.. Yuttum dilimin ucuna gelen küfürleri.

“Melek abla çıkmadan uğra demişti de usta, ondan geldim.”

“Haa…” dedi. Koridordan tarafa bağırdı.

“Melek cüzdanımı getir!”

Koridordan gelen ayak seslerine, Melek ablanın sesi karıştı.

“Getirdim Kerem, al.” 

Kabarık cüzdanını aldı eşinin elinden, iki yüzlük banknotları işaret parmağının ucuyla bir bir sayarken hesap kitap da yapıyordu.

“Biz kaç vermiştik sana bayramda, iki yüz mü?

“Evet usta, iki yüz.”

Bu cevabımın üstüne dört adet iki yüzlük banknot çıkardı cüzdanından,

“Yeter mi Emir?” 

“Yeter usta yeter.”

Kapı usulca kapandı yüzüme. 1250 TL’yi nerede harcayacağımı kuruşu kuruşuna hesaplamıştım oysaki. Ama tüm bunların hepsi, terleyen avucumdaki varlığı yokluğundan daha çok canımı acıtan 800 TL arasında boğulup gitmişti. Bayramda verdiği harçlığı kesinti olarak hesaba katması yetmiyormuş gibi, Oğuz denen o puştla aynı kefeye bile koymamıştı beni. Yanan canımı, ellerimi daha çok sıkıp terleterek söndürmeye çalışsam da her bir tarafımı saran yangın dinecek gibi durmuyordu. Her ay, Oğuz denen o itten 250 TL daha mı az alacaktım şimdi? 


Sürgülü plastik kapıyı sıkkınlıkla açtım. Dışarıdaki yaz sıcağı, imalatın ağır basık kokusuyla birleşip doldu ciğerlerime. İçeride normalin aksine ne bir insan sesi, ne de bir telaş rüzgârının uğultusu vardı. Çıt çıkmıyordu imalathanede.

Bu olağandışı sessizlik haliyle beni de korkuttu, boğdu. Normalde içeri her girdiğimde, daha kimsenin yüzünü dahi görmeden, bu sürgülü dış kapının bir adım ilerisinden bağırarak selam verirdim içeridekilere. 

Usul usul baklava yaptığımız bölümünden tarafa gittim. Tezgâhın hemen yanında, nişastalı önlüğüyle Zeynep abla vardı sadece, hamur açma makinasının küçücük ekranında bir şeyler kurcalıyordu. Başka da hiç kimsecikler yoktu. İlk aklıma gelen isim Melahat abla oldu, onu soruverdim,

“Melahat abla nerede?”

“Hastanede o?”

“Hastanede mi?”

Zeynep ablanın suratında fevri bir kasılma, gözlerinde belirgin bir utanç vardı. Anlatmaya pek hevesi yok besbelli ama mecbur.

“Ya!.. Hamuru kazandan çıkarıyorduk, ben nerden bileyim elinin miksere yakın olduğunu, hamuru daha rahat çıkaralım diye bir tur daha döndüreyim dedim. Elini burktu mikser başlığı…”

“Nası’ görmedin ya Zeynep abla, küçücük kazan!..”

“Fark etmedim işte ya…”

Sesi titremişti Zeynep ablanın bu son cümlesinde. Nişastalı önlüğüne sildi elini, alnındaki boncuk boncuk teri de elinin tersiyle sildi. Lafı fazla uzatmamak için günaşırı arıza çıkartan hamur açma makinasından tarafa döndü yüzünü. Minik ekrandan bir şeyler tuşlamaya devam etti.

Ama ben dayanamadım, merakıma yenik düştüm.

“Çok ciddi mi durumu?”

“Yok çok ciddi değil, Kerem ustan geldi götürdü zaten.”

“Kerem usta mı götürdü, ambulans çağırsaydınız ya!”

“Ne ambulansı! Melehat ablanın sigortası mı var!”


Oval göbeğini kabak gibi ortaya çıkaran siyah, polo yaka tişörtüyle apar topar içeri girmişti Kerem usta. Dandik parfümü, boğucu imalattaki kızarmış baklava kokusunun önüne geçip bir nebze de olsa ferahlatmıştı çalıştığımız bu cehennemi.

Yüksekçe tezgâhın altındaki kovaları işaret etti.

“Emir, şu nişkoz kovalarını yağların arkasına sakla.”

İlk emir banaydı tabii, yine!

Sonra da oraya buraya gerekli gereksiz emirler yağdırdı, zaten hakkıyla yaptığımız işlere de sivri egosuyla burun kıvırdı, çıktı gitti imalattan.


“Denetim gelcek herhalde,” diyerek belirginleşen sessizliği Melahat abla bozdu.

Boş bulunup tezgâhın altından, “Yasak mı Melahat abla bu nişkozlar?” diye sordum.

Baldırlarımdaki ağrı, ciğerlerimden ağzıma bin bir güçlükle ulaşan solukla sormuştum bu soruyu, dışarıya ulaşabildiğinden şüpheli şekilde.

“Yasak değil ama hoş da karşılamıyorlar!”

“Neden kullanıyoruz ki o zaman bunları?”

“Daha fazla şeker kullanmak yerine bunu katıyoruz işte şerbete, daha ucuz.”


Alırdı tabii, neden alamayacaktı ki!

Comments


bottom of page