top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Gecenin Körü

Yazarın fotoğrafı: LiteraLitera

“Sen de birdenbire geldin buraya! Kimsin? Ne arıyorsun burada?”

Elif Cankurt


Gecenin ayazı yüzünü yıkadı. Birdenbire ayıldığını hissetti.

Ne yöne gittiğini bilmediği karanlık sokakta el yordamıyla ilerliyordu. Neden hiç sokak lambası yoktu?

İleride bir evin zilinden yayılan cansız ışık, yolu diğerlerinden bir nebze daha aydınlık kılıyordu. Hiç yoktan iyidir, diye düşündü.

Etrafa göz gezdirdi. Sokakta iki, üç katlı, kat üstüne kat eklenmiş apartmanlar vardı. Apartmanların tepelerinde, gelecekte kat çıkmak için bırakılmış demir filizleri, cadı parmaklarına benziyordu.

Sokağın ortasında küçücük bir toprak parçası üzerinde, evler yapılırken kesilmeden bırakılmış çınar ağacı, gökyüzüne bir ayağını dayamış gibi eğik duruyordu. Yapraksız dallarında geçen yazdan kalmış toplar loşlukta garip garip sallanıyorlardı. Ağacın altında bank bile yoktu.

İçini pişmanlık ve endişe sardı. Keşke otobüsten inmeyip geri gitseydim. Pişmanlığın bir anlamı var mı? Geceyi nerede, nasıl geçireceğim? Şimdi buradayım!

İleriye doğru yürümeye devam ederken, sokağın sonundaki belirsiz aydınlık bir çözüm gösterir diye umutlanıyordu.

İki basamaklı eşikle kapısı girintide bırakılmış bir evin kuytuluğunda parıldayan iki göz fark etti. Hayal meyal gördüğü iki üçgen, yabancıya uykusundan uyanmış, huzursuz gözlerle bakan bir kediyi tanımlıyordu.

Yoluna devam etti, hiç kimse yok. Sokaklar... Karanlık pencereler, kapalı kapılar, kapalı gözler... Parasızlıktan zamanın gerisinde kalmış, paslı dükkân kepenkleri... Siyah beyaz film çağları…

Sokağın sonuna yaklaştıkça evlerin renksiz koyulukları, beton sıva grilerine, karanlık mavilere, sarılara, yeşillere dönüşmeye başladı.

Belirsiz ışığın önünden bir sokak köpeği silueti geçti. Köpekten korkmazdı ama gecenin bu saatinde, bilinmedik bir yerdeydi. Tedirgin oldu. Yakasından içeri giren soğuk rüzgarla ürperdi. Geriye doğru geldiği yola dönüp baktı, savrulup duran çer çöpten başka çıt yoktu.

Bu sokak, küçük bir meydana açılıyordu. Yaklaşınca köpek hırlamaları arttı. Meydanın sağ tarafındaki cami duvarının kenarında, küçük şarjlı fenerin ışığında büzüşmüş dokuz, on yaşlarında iki çocuk gördü. Altlarına birkaç koliyi açarak oluşturdukları zemine, birkaç koliyi de dikleyerek duvar yapmışlar, kulübe oluşturmaya çalışmışlardı. Meydandaki köpekler huzursuz hırıltılarla yabancının etrafını sarmaya başladılar. Dişleri parlıyor, gözleri korku saçıyordu.

Sırt çantasını eline alıp köpeklere doğru savurmaya ve ‘hoşt’ demeye çalıştı; içindeki korku arttıkça çaresizliği öfkeye dönüşüyordu. Tek silahı, sırt çantasını savurup duruyor, bir yandan da bağırarak köpekleri korkutmak istiyordu.

Çocuklar gürültüye tetik, bir anda uyanıp ayağa kalktılar.

“Hoooop dur, Mazlum, Mazlum..!” diye seslendi bir tanesi. Diğeri de “Sarıgöz, Hiişşşt Sarı!” diye bağırmaya başladı.

Köpekler adlarını algılayınca seslerini kestiler, kontrolü kaybetmemek ister gibi yabancının etrafında gerileyen adımlarla dolanmaya başladılar.

“Sağ olun çocuklar, birdenbire üzerime geldiler.”

Çocuklardan biri ukala ve umursamaz bir tavırla, “Sen de birdenbire geldin buraya! Kimsin? Ne arıyorsun burada?” dedi.

Söyleyeceği gerçek komik geldi. Bir yalan aradı, bulamadı, bir şey demek gerekiyordu. Vakit, yalanları geçersiz kılarak durumu tuhaflaştıracak diye düşündüğünden, gerçeği söylemekte karar kıldı.

“Önemli değil. Otobüste uyuyakalmışım. Son durak burasıymış.”

Çocuklar gevrek gevrek güldüler. “Paran var mı, paran, ondan haber ver.”

“Öğrenciyim ben, pek fazla param yok, ama...”

“Hiçten fazladır gene de, hadi uçlan!”

“Tabii elimden geleni veririm size, diyecektim.”

Ceplerini karıştırırken, yanına gelen çocukların yağlı saçlarına, eski püskü üst başlarına baktı, belli etmeden. Acımıştı ama belli de etmemeliydi. Acıma acınacak duruma düşersin, düşüncesi geçti aklından. Herkes kendince bir güç dengesi kuruyordu. Şu anda güçsüz duruma düşen kendisi değil miydi?

Cebindeki birkaç kâğıt parayı ve bozuklukları iki avucuna aldı. “Bütün param bu,” dedi.

Çocuklar ne yapacaklarını belirlemek istercesine birbirlerine baktılar bir an. Yabancının gözlerine gözlerini diktiler, yalan söyleyip söylemediğini anlamaya çalıştılar. Bir tanesi elinde avucunda ne varsa hepsini topladı, cebine doldurdu. Diğeri elindeki feneri yabancının yüzüne tutmaya devam ediyordu. Soğuk beyaz fener ışığında çocukların yüzleri karanlık boşlukta iki maske gibi donuk duruyordu.

Kısa bir sessizlikten sonra, “Bu saatte burada n’apacaksın abi?” diye sordu çocuklardan biri.

Yabancı etrafına bakındı, bir umut ışığı arıyordu. Hâlâ karanlıktı.

“Burada sabahlamak zorundayım. Ya siz, burada mı kalıyorsunuz?”

“N’oldu? Beğenemedin mi?”

İçinden, yazık! Her cümlesi saldırı. Her saldırısı savunma. Konuşmak, derdini anlatmak ne zor, diye düşündü. “Yok be abicim, sordum sadece,” dedi.

“Ha şöyle, haddini bil,” diyerek dönüp kolikonduya girdiler.

Yabancı, caminin bahçesine geçmeyi düşündü ama bahçe kapısı kilitliydi. Üzerinden de atlayamazdı. Kapalı kepenklerinden bakkal olduğunu düşündüğü dükkânın köşesinde boş bir plastik kola kasası fark etti. Karanlığa gözleri alışmıştı, daha iyi fark ediyordu eşyaları. Köpekler de birer ikişer kıvrılmış uyuyorlardı. Aman uyusunlar! Çocukların korumaları.

Kola kasasının üzerine oturdu, sırtını cami duvarına dayadı. Otobüste uyuyakalması ona uykusuz bir geceye mal olmuştu. Gecenin ayazında hareketsiz oturunca üşümesi arttı. Güneşin ışıklarını hasretle bekliyordu.

İçi geçti ve uykuya daldı. Köpekler delice saldırıyordu. Elini, yüzüne havlayan köpeğin ağzına sokup dilini kopardı. Birdenbire nefes nefese uyandı. Ortalık hâlâ karanlıktı, birisi caminin kapısını açıyordu. Boynu tutulmuştu. Sırtındaki çanta batıyordu. Çocuklarda bir hareket yoktu. Köpeklerin biri kulaklarını dikmiş, camiyi açan adamı izliyordu.

Caminin bahçesindeki selvi ağacı belli belirsiz seçiliyordu. Baykuşun sesi duyuldu.

Alacakaranlıkta birkaç ihtiyarın konuşmaları ayaklarındaki lastiklerin sesleriyle birlikte yaklaşıyordu. Hoparlörden ezanın sesi döküldü tane tane.

Neyse ki çocuklar bana bir zarar vermediler. Daha yaşları küçük sayılır. Aradan beş sene geçince kim bilir ne hale gelecekler, diye düşündü. Zavallı çocuklar ne gün gördü ki, içi parçalandı. Gün görmemiş, karanlığa, karanlık odaya doğmuş çocuklara hiç tanımadıkları aydınlığı nasıl gösterebilirsin ki? Hepimiz kendi hayatımızın dışı, karanlık bir odaya doğmuyor muyuz?

Comments


bottom of page