top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Öykü: Gitme Eleni

  • Yazarın fotoğrafı: Litera
    Litera
  • 3 gün önce
  • 5 dakikada okunur

"Aslında biliyordum, ben ondan değil, hatırlattıklarından korkuyordum. Ama karşı da koyamıyordum. O sesi, sesindeki hüznü, o maziyi yakalamak istiyordum sanki."


Nazan Çinko


Hafta sonuydu. Evdeydim. Pervaza yaslanmış, bir sigara yakmış, hafifçe esen rüzgâra karşı üflüyordum. Karşımızdaki kırık kiremitli, bakımsız, tek katlı evin bulunduğu bahçe kapısının önüne bir kamyonet yanaştı. Pos bıyıklı, dazlak bir adam atlayıp arabanın arkasına geçti.  Sağ ön kapı açıldı. İnce topuklu, sivri burunlu bir çift siyah parlak ayakkabı göründü önce.  Ardından dizlerinin hemen üzerinde biten kırmızı kolsuz elbisesi, dekolte yakasından taşan süt beyaz teni ile o indi. Dudağının üzerinde kocaman siyah beni seçiliyordu. Tanıdık gibiydi. Çıkaramadım. Pos bıyıklı adam eğilip arabadan siyah bir şal aldı. Bir şeyler söyleyip omuzlarına koydu. Kadın hiç oralı olmadı. Bahçe kapısına yürüdü. Ellerini göğsünün üzerinde kavuşturarak şöyle bir göz attı çevreye. Yüzünü buruşturup başını sağa sola salladı. Kamyonetten sesler gelince döndü. Mor kadife döşemeli ve kollarının ucundan püsküller sarkan koltukları indiriyordu iki hamal. “Hey yavaş olun bre, hepsi çok değerlidir,”  diye tatlı bir şiveyle seslendi. Ardı sıra yürüyen siyah takım elbiseli, pos bıyıklıya bir şeyler anlattıkça sarı ipek saçları omuzlarında dalgalanıyor, ince beyaz elleri bir orkestra şefininki gibi boşlukta gidip geliyordu.  

Benimle beraber bütün mahalleli tül perdelerin arkasından izliyordu yeni gelenleri. Zil çaldığında suç işliyormuş da yakalanmışım gibi hissettim. Karım da, “ Ay, ödüm patladı,” deyip koştu kapıya. Yan komşumuz Feride Hanım’dı. “Kız bir kahve yap da içelim.” İçeriden sesleri duyuyordum. Biraz kınama, biraz kıskanma, karışık konuşuyorlardı. “O pos bıyıklının dostuymuş biliyor musun? Eleni’ymiş adı. Elbisesini gördün mü, memelerinin çatalı meydanda vallahi,” diye diye kahvelerini höpürdettiler. Hiç âdetim değilken, sigaramı sıkıntıyla attım kaldırıma, çektim perdeleri. 

İlk geceden Eleni’nin sesi yayıldı sokağa. Penceremin perdesini havalandıran rüzgâr. Önce kaldırım taşlarına sızdı, sonra duvarlara, toprağa. Sakin sokakta bütün perdeler titredi. Taş plaktan yayılıyor gibiydi ahenkli, billur sesi. Penceremdense ölü bir kuş gibi süzüldü içeri, kocaman bir kütleye dönüşüp oturdu yüreğimin tam ortasına. Kalem çekilmiş sürmeli gözleri, iri birer zeytin tanesi. Nereden çıktı bu Eleni! “ Kapatın şu pencereleri,” diye bağırdım içeridekilere. Bana inat edercesine Eleni’nin perdeleri hiç kapanmadı. Rüzgârda efil efil havalandı bütün gece ve sonraki gecelerde. Şarkılar makamdan makama gitti geldi.

Beyaz badana ile boyandı ev. Bahçe girişinden iç kapıya kadar uzanan yola sağlı sollu renk renk papatyalar ekildi. Nar ağacının altına ise beş yapraklı mor çiçekler. Karım, “Bizim gibi Kasımpatı, Fatmagül ekmedi, gördün mü? Cezayir menekşesiymiş bunların adı.” Her gece komşularından öğrendiklerini anlatıyordu bana da. “Bir sürü belalısı varmış. Pavyondan çıkmaymış. Pos bıyıklı bütün borcunu ödeyip kurtarmış.”

Çocukluğum. Yaşadıklarım ya da yaşayamadıklarım. Yoksulluk içinde geçen hayatımız. Para yüzünden geceler boyu yalnızdım. Para yüzünden annem ayık gezemedi. Para yüzünden ruhsuz yurtlarda, soğuk demirli ranzalarda… Eleni şarkısına başlayınca elimde olmadan yaklaşıyordum pencereye. Bazen nefret ediyordum ondan. Yıllar öncesinde çok derinlere sakladıklarımı gün yüzüne çıkarmaya ne hakkı vardı ki? Aslında biliyordum, ben ondan değil, hatırlattıklarından korkuyordum. Ama karşı da koyamıyordum. O sesi, sesindeki hüznü, o maziyi yakalamak istiyordum sanki. 

Rahatım kaçmıştı. Eli ayağı oynayan, durduğu yerde bacağını sallayan huzursuz bir adama dönmüştüm. Şaşırıyordu karım, ne oldu bu sessiz sakin adama, diye… Bir bilse, ah bir bilse! Kendime dair hiç bir şey anlatmadım ki ona. Hatta geçmişimin olduğuna dair tek kanıtım kimden geldiğini bilmediğim parlak kırmızı küçük bir demir arabaydı. Çocukluğumdan, demiştim. Ama söylememiştim, evimize her gece değişik adamların gelip gittiğini. Kiminin amca, kiminin enişte, kiminin dayımız olduğunu. Her türlü erkek sıfatını tanımıştım da, bir baba kelimesi yoktu lügatımızda. İçkiler içilir, şarkılar söylenirdi. Bazen de salonun gerginliğini duvarın ötesinden hissederdim. Öfkeli erkek sesleri, kavgalar, itiş kakışlar… Sokak kapısı kapandıktan sonra annemin hıçkırıklarını duyardım. Kırmızı arabamla kaçardım oyunun sonsuz mutlu dünyasına. Bazen sızmış bulurdum onu. Kaldırmaya çalışırdım. Kusardı üzerime. 

Sabahları uyanır uyanmaz çaktırmadan kafamı kaldırıp başucumdaki pencereden karşı eve bakmaya başladım. Öğlene doğru kalkardı Eleni. Perdeyi iyice kenara çeker, penceresinin kanadını açardı. Sonra kollarını kaldırıp gerinerek gözlerini kapatır, derin derin nefes alır, uzun süre bırakmazdı. O temiz hava sanki bütün damarlarında dolaşırdı. Gece paket paket içilen sigaraların ziftini eritir, devrilen rakı şişelerinden bedenine sızan alkolü temizlerdi. 

O da sabaha karşı gelirdi eve çoğu zaman. Gelmeden alkol kokusunu duyardım kapının dışından. Kara, iri, zeytin gözleri kıpkırmızı olmuş. Koku katranlı bir bulut gibi dolaşırdı evi. Acı üflerdi soluğu. Mırıldanırdı akşam barlarda söylediği şarkılardan bir şeyler. Ders çalışıyor olurdum, çoğu zaman. Kanlı gözlerini kaçırırdı, bakamazdı.

Eleni buradan gitmeli, diye takmıştım kafama. Kahvede arkadaşlarla toplanınca konumuz bu olurdu. 

“Mahalleye ne idüğü belirsiz adamlar gelip gitmeye başladı”

“Çocuklara, hanımlara kötü örnek” 

Bazen içimden, “Siz ne bilirsiniz o evde yaşananları,” diye haykırasım gelirdi. Ama tutardım kendimi. Körüklerdim konuşmalarını. O giderse sanki hortlayan geçmişim tekrar karanlığa gömülecekti. Huzur gelip yine beni bulacaktı. İyice gözüm dönmüştü bu konuşmalardan sonra. 

Gece sessizliğinde usulca süzüldüm dışarı. Duvarlara sürtüne sürtüne bahçe kapısından girdim. Nasıl da korkuyordum. Belalı adamdı içerideki. Beyaz duvarlara sürdüm fırçayı. Kara birer leke gibi kaldı izleri parça parça… 

Kadınlar bu sefer taraf değiştirdiler. “Yok artık, kim yapar bu acımasızlığı!” Ben de lafa karıştım. “Oh, olmuş, bakmayın siz onun masum hallerine. Bu kadının mahzun halleri var ya. Nasıl da oyuncu. Mahallemize kalabalık geçmişiyle gelip yerleşiverdi, kimse fark etmiyor.” Zaman geçtikçe geceleri mahallenin etrafında ceketleri omuzda, yumurta topuk ayakkabılarının üzerine basıp dolaşan adamlar çoğalmıştı. Hepsi benim için çok tanıdıktı. Eski şarkılar, eski sarhoşlar… Kimisi evin karşısındaki ağacın arkasına saklanıp gözler, kimisi de sarhoş naralarıyla mahalleyi çınlatırlardı. “Ah, ulan Eleni!” Perdeler kıpırdamaya başlardı. Öfkem kabarırdı. “Her gece aynı şeyler işte. Kapatın şu pencereyi.” Karım en sonunda dayanamayıp, “Başına bir şey gelecek bu kadının, üzülüyorum valla,” demişti. “Gebersin,” diyesim geldi, diyemedim. 

İnsan en sevdiğinin ölmesini ister miydi? Ölüverse üzerime bulaşan kusmuklarını yıkayıp temizlenecektim; ak pak olacaktım. Sonunda su testisi su yolunda kırıldı. İkimiz de dört duvar arasına. O mahpusa ben yurtlara… Kimsesizim dedim herkese. Hem yetim, hem öksüz… Adını unuttum. Şarkılarını, billur sesini. Sürme çekilmiş gözlerini. Aynada her akşam dudağının üzerine koydurduğu benini. Yüreğime gömdüm onu. Ah, Eleni! Sen geldikten sonra açıldı yaralarım. Ne zamandır saklayıp, tuz bastığım, Yel alsın götürsün bütün o geçmişi,*diye içimden bağırdığım.

Tam evden çıkmıştım ki karşı kaldırımdaydı. Hızlı hızlı adımlarla yürüyordu. Takıldım peşine, gayri ihtiyari. Ne bu ısrar, ne bulmayı, ne öğrenmeyi bekliyorsun ki… Bıraksana şu kadını rahat. Sokaklardan geçtik aceleyle, köşeleri döndük, sağa sola bakıp caddelerden yürüdük. Bir oyuncakçının önünde durdu. Kırmızı bir kamyonla çıktı. Kocaman. Yine ilerledik o önde, ben arkasında. Bir okulun önündeydik. Zil çalınca çocuklar avaz avaz bağırarak koştular bahçeye. Başını uzatıp aranıyordu. Kamyonu bahçe kapısındaki görevliye verdi, hızla yok oldu. Nasıl bir ağırlık çökmüştü üzerime. Görevli, çocuğu çağırıp verdi kamyonu. Sevinçle koştu arkadaşlarının yanına, ileri geri sürmeye başlamıştı bile. O da gelmiş miydi ki okulumun önüne. İkiyüzlü hayat. Yalpalatıyorsun beni karşında.

Geceleri mahalle bekçiliği yapmaya başlamıştım bir nevi. Pencereyi hiç kapatmıyordum, Sesini duymayınca evhamlanıyordum. Şarkı söylüyorsa içim rahatlıyordu. O eski huzurlu halime dönüyordum yavaş yavaş. Dönemedim. Gece yarısı karımın, “Öldürecekler Eleni’yi,”  sesiyle atlet, pijama fırladım evden. O iri, kara gözleri… Dudağının üzerinde siyah beni… Bülbülleri susturan billur sesi… Yok saydıkların, derine ittiğin duyguların bir gün gelir sızar mıydı kan gibi. Zaman yaraları iyileştiriyor muydu gerçekten? Yoksa üzeri bir kabuk bağlar saklanır mıydı yine? Terliksiz, yalınayak koşuyordum tüm gücümle.

Comments


bottom of page