top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Guguklu Saat

"Aramızdaki ilişki  akrabalık bağından ziyade yalnızlığından dolayı yakınlık duyduğumdan belki."


Nagehan Dermancı


Aklımda tek bir soru var: Gördüklerim gerçek mi? Son sürat yokuş aşağı koşuyorum.

Işıkları söndürüp söndürmediğim, kapıyı kapatıp kapatmadığım, arabayı doğru düzgün park edip etmediğim umurumda değil. O guguklu saatle aynı evde kalamam artık. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Durmadan, arkama dahi bakmaya cesaret edemeden koşuyorum. Bildiğim tek bir şey var: Pelin, yalnızlıktan kafayı yedi diyecekler.

Aslında bir vakit öncesine kadar işinden, evine; evinden işine rutinim vardı. Hafta sonları sinemaya, tiyatroya, operaya giderdim. Duşunu aldıktan sonra günün yorgunluğunu şarapla dindiren yalnız, huzurlu, başarılı bir kadındım. Ta ki uzak akrabalardan büyük teyzenin ölüm haberini aldığım güne kadar. Teyze, bekar olarak yaşayıp göçmüş. Aramızdaki ilişki  akrabalık bağından ziyade yalnızlığından dolayı yakınlık duyduğumdan belki. Belki de Annemin, “Melahat teyzenin cenazesinde bulunmalısın,” tembihinden iş çıkışı cenaze evinin önünde buldum kendimi. Eski apartmana girmemle büyük bir pişmanlık sardı içimi. Üst kata çıkıp çıkmama tereddüdünü yeni kavrulmuş helva kokusu sildi zihnimden. Rahmetli ile anılarım pek hoş değildi aslında. Benim sevimsiz bir çocuk olduğum hissini uyandıran kibirli, küçümseyen bakışlar ve azar sayılabilecek yersiz uyarılardan ibaretti karşılaşmalarım. Varlığı huzursuzluk verirdi.


Son ikramı sayılabilecek helvasını yerken içimden kalori hesabımı bozduğuma üzüldüm. Annemi soran birkaç akraba ile daha çok beden dilinin kullanıldığı, bol fısıltılı diyaloglarla cenaze evine uygun konuştum. İçerisi hacı misi kokuyordu. Büyük teyzeden kalan eski eşyaların tüm sahiplerini dünyadan uğurlamanın hüznünü taşıdığı duygusu bana da bir parça elem bulaştırdı. Yan yana oturmuş çoğunluğu ihtiyarlardan oluşan teyzeler, geç gelen ölümlerin insanlar üzerinde yarattığı duyarsızlıktan olsa gerek, günlük hayat üzerine sohbet ediyorlardı. Odadaki kasvet, yaşlılık hikâyeleri gerilmeme sebep oldu. Nabzım hızlandı. Derin nefesler ile kendimi rahatlatmaya çalışırken uzak akrabalardan bir genç kız yanıma gelip, “İçeriden seni çağırıyorlar Pelin abla,” dediğinde şaşırdım. ‘İlahi söylememi istiyorlarmış bir de.’ İçimden yükselen kahkahayı zorla tuttum. Zihnimden, kendi kendimi gıdıklayan espriler yapmamaya bir kez daha söz verdim. Kalabalıktan uzak bir odada hâkî koltukta duran beyaz çarşafa sarılmış saati orta yaşlı bir kadın akraba, gözlerini süze süze gösterirken “Sana verilmesini tembih etti,” deyince şaşırdım. Rahmetli beni sevmezdi, diyemedim. Ayrıca çocukluğumda büyük teyzenin evinde her pazar yapılan aile toplantılarında gözümü ayırmadan guguklu saate baktığımı nasıl hatırlamıştı ki?

Çocukluğumu kucaklar gibi guguklu saati bağrıma bastım. Ardından arabanın arka koltuğuna özenle yerleştirdim. Eve gelince yatağın üzerine bıraktığım saati asabileceğim duvarı seçmeden önce duş aldım. Maillerimi kontrol ettim. Whatsapp gruplarında yazılanları emojilerle geçiştirdim. Ne zamandır açmaya kıyamadığım viski şişelerine göz gezdirdim. Booker’s içmekte karar kıldım. İlk kadehin aroması bir hoşluk verince keyfime Nina Simone eşlik etmeye başladı. İkinci kadehten sonra nicedir içimi dolduran yalnızlığımı, korkularımı, kaygılarımı birkaç saat içinde bir yerlere uğurlamış gibi hafifledim. Yatak odamda asılı duran göçerleri resmeden yağlıboya tabloyu indirdim. İki yanından sarkan zincirlerin ucunda kozalaklar bulunan saati duvara astım. Saatin çalışıyor olduğunu fark edince el çırpmadan duramadım. Tam saatlerde başını çıkarıp dünyayı selamlayan guguk kuşunu heyecanla beklerken günün yorgunluğuyla uyuyakalmışım.


Akdeniz’in üzerinde bir karavelada gözlerimi açtım. Boyası yer yer dökülmüş. Tabanındaki tahtaları kabarmış. Durgun denizin üzerinde bir sağa bir sola sallanıyor. Vapurun düdüğü tiz bir sesle çalınca etrafta bir telaş başlıyor. Hareket etmek üzere. Bir kız çocuğu ile bir kadın koşuyorlar el ele, soluk soluğa. Kadının ayakları çıplak. Geminin önünde duran iri yarı adamlar kadını birkaç dakika bekletiyorlar. Vahşi suratları memnuniyetsiz. Yavaş yavaş hareket ediyor gemi. Kadın, adamları ikna ediyor sonunda. Yüzlerindeki çaresizlik siliniyor. Gemiye atlıyorlar. Bir kadife kese düşüyor denize, kadının yüzündeki sevincin yerini şaşkınlık ve üzüntü alıyor. Kese denizin karanlık sularında… Kadının başı ellerinin arasında. Çocuk yüzüne yerleşmiş bir keder ve endişe ile kadına bakıyor.


Gözlerimi açıyorum. Düş ile gerçek arasında gördüğüm kadının heyecanı ruhumu sarsıyor. Gözüm karanlığa alışınca evimin huzurunda, yatağımdayım. Uyku kollarımdan beni tekrar gemiye çekiyor.

Denizin durgunluğundan eser kalmamış. Hırçınlaşmaya başlamış.

Gemi en fazla iki yüz kişilik ama altı yüz muhtaç, vatansız istiflenmiş. Yalnız insan yok gemide, zorluk, yokluk, acizlik ve çaresizlik de yığılmış üst üste. Yolcular onurlu güzel günlerini, mallarını, mülklerini, sevdiklerini, sevenlerini, akrabalarını ve vatanlarını arkalarında bırakarak göçenler. Anavatanlarına ulaşmaya çalışıyorlar. Gemidekiler kendi aralarında ülke durumunun vahametini konuşuyor. Köylerinin ateşe verilişini anlatırken o anı tekrar yaşıyorlar.

Ben kimim, hangi suretteyim, neredeyim bilmiyorum. Gemi sallandıkça bir bağırış çağırış bir patırtı… İnsanlar, elleri karınlarında; kan, kusmuk, dışkı ile çalkalanan gemide bir aşağı bir yukarı koşturuyorlar. Balkanlardan yola çıkmalarının üzerinden henüz iki gün geçmemiş. Genç bir adam sesleniyor. “Molla Ramazan!” Üstü başı perişan biri başını kaldırıyor. Mavi gözlü sırım gibi bir adam, kırklı yaşlarının başında saçları bembeyaz. Molla Ramazan. Üç çocuk bir de kıymetlisi Ester. Kavisli kaşları, kaşlarına değen kirpikleri ile esmerin en güzel hâli eşi. Karavela, Mersin limanına nasıl ulaşacak belirsiz. Deniz aman vermiyor. Gemideki salgın, geminin denizdeki hızından kat be kat fazla can alıyor. Gemideki kalabalık her geçen gün azalıyor. Ester çok hasta. Dün o da pek çokları gibi denize bırakmış evlatlarından en küçüğünü. Göğüsleri sütten çatlayacak. Ağlamaktan takâti kalmamış. Dudakları titriyor. Gözlerinin altı halka halka mor. Uzaktan bir kadın güçlükle yardımına geliyor. Elimi uzatmak istiyorum. Nafile. Gelen kadını bir an tanır gibi oluyor. Kadının yanında sarı suratlı bir kız çocuğu. Dudakları çatlamış susuzluktan. Aç oldukları dermansız bakışlarından anlaşılıyor. Kadın, “Reşide,” diyor, bir an yine susuyor. Akşama kalmadan hem Ester’in hem de ikinci çocuğunun ölüsünü denize bırakıyor Molla Ramazan. Reşide, kendi kızına ve Ramazan’ın yanındaki kara kuru oğlana sakladığı tayından veriyor. Adam can suyu verilmiş gibi bakıyor kadına.


Telefonun alarmı henüz çalmamış ama kuş beş kez yuvasından çıkıyor. Kafam kazan gibi. Terden sırılsıklam olmuşum. Boğazım kurumuş. Karnıma yumruk vurulmuş gibi bir his. Yataktan kalkarken içimdeki ürperti sırtımı yalıyor. Duşun altında aynı ürperti birkaç kere daha yokluyor. Kahve makinasına su koyuyorum. Makinanın zaman alarmı ile cep telefonunun alarmı aynı anda çalmaya başlıyor. Uykudan o anda uyanmış gibi sıçrıyorum. İşten izin almak istiyorum önce sonra vazgeçiyorum. Özenle topluyorum saçlarımı, aynı dikkatle yapıyorum makyajımı. Bugün kalem etek, stiletto kaldıramayacağım. Basic tişört, blazer ceket yeterli. Gece gördüklerim gerçekmiş gibi bitkinim. Molla Ramazan, Selanik’ten göçen büyük dedem olmasın ama nasıl geldi düş ile gerçek arasına. Dün gördüğüm akrabalar mı çağrıştırdı acaba? Gün içinde gecenin yorgunluğu kötü bir gelgitin, bir sanrının verdiği huzursuzluk peşimde. Güne dağılıyor. Yaptığım her işi dağıtıyor. Dikkatimi de. Eve ulaşmak günün her saatinde huzur veren tek detay. 


İş çıkışı birileri ile oyalanmamak  ve olanları anlatmamak için kimseye iyi akşamlar demeden arabaya atıyorum kendimi. Eve gelir gelmez dijital platformda yeni sezonunu sabırsızlıkla beklediğim dizinin ilk bölümünü kafa dağıtmak amacıyla açıyorum. Pijamalarımı giyip çekyata uzanıyorum. Heyecanı zirveye taşıyacağını umduğum dizinin ilk bölümü henüz bitmeden sıkılıyorum. Odama gidip yatak örtüsünün içine giriyorum. Saati izlerken çocukluğumun huzur dolu pazar günlerinin sevinci içimi dolduruyor. Bir gece öncenin yorgunluğu ile uykuya adeta pembe bir bulutun içinde dalıyorum. 


Bir esinti saçlarımı dağıtıyor. Güvertedeyim. Molla Ramazan’ı arıyor gözlerim. Dün gördüğüm kimseyi göremiyorum. Yolcuların hepsi birbirine benziyor. Solmuş benizleri, gözlerinin ışığını gölgeleyen hüzün, doğmakta olan güneşin yeşertemediği umutlar, uyku felci yaşamış da uyanmış gibi yorgun ve mutsuz ifadeler… Deniz göz alabildiğine uçsuz bucaksız bir tarla. Umutları karaya ulaşmak. Aralarında konuştukları şiveli dil insanın içine tatlı bir huzur veriyor. Genç bir kadın, nemli gözlerle dipsiz maviliğe bakıyor. Ara ara omuzları sarsılarak ağlıyor. Yanında orta yaşın üzerinde bir adam. Elini, kadının beline sarıyor. Kadın durumdan rahatsız. İnci kolyesi ile oynamaya başlıyor. Adam önce fısıltı ile yalvarıyor. Kadını çok seviyor olmalı, bir sanat eserine bakar gibi bakıyor ona. Sevmeyen insanların merhametsizliği ile üstenci bir dille “O hasta ve gemide yanında olmalıyım. Anla,” diyor kadın. Kaytan bıyıklı, elmacık kemikleri çıkık, seyrelmiş saçları geriye taranmış adamın duydukları ile keder bütün bedenini ele geçiriyor. Omuzları düşüyor. İki büklüm vaziyette. Kadın geminin içinde bir ileri bir geri yürüyor…

Husursuz uyanıyorum. Gerginim.

Kuş üç kere çıkıyor yuvasından. Her çıkışında göz kapaklarım biraz daha ağırlaşıyor. Uyumamalıyım. Uyumamalıyım. Şimdi olmaz. Yeniden gemiye dönemem. Korkuyorum. Mide bulantısı rahatsız eden bir tere dönüşüyor. Yataktan çıkıyorum. Güneşin doğmasını sabırsızlıkla bekliyorum. Psikolog kızın telefonunu rehberimde arıyorum. Silmediğime seviniyorum. Sabah ilk iş aramaya karar veriyorum. Kafam bomboş. Sabahın kızıllığı ile dışarı atıyorum kendimi. Önce bir müddet yürüyorum. Rutinime dönmeliyim. İş için yola çıkıyorum. Dikkatim dağınık. Enerjim düşük, neşem sönük. Arabada açık olan radyoyu dinlemiyorum. Saati işe yetişme kaygısı ile sürekli kontrol etmiyorum. Boşum, bomboş… O iki gece asırlık yorgunluk yükledi ruhuma. Melatonine doymamışlığın sersemliği sarsıyor beni. Zihnim sallanan bir gemide hâlâ. Peş peşe içilen kahveler ile güne ve işe adaptasyon çabam boşuna. Dışarıdan yemek alıp zor atıyorum eve kendimi. Uzun uzun bakıyorum saate. Bu defa isteyerek uyuyorum. Gemidekileri merak ediyorum. Denizin içinden yumuşak bir dalga ulaştırıveriyor beni gemi müsveddesine.


Kan, dışkı, kusmuk karavelanın zeminini kayganlaştırmış. Bir kara bulut geminin hemen üstünde. Ölmeyenlerde can çekişiyor. Kan kusan bebekler var. İnsanlar ağıtlar yakıyor. Çığlıklar denizin sonsuzluğunda kayboluyor. Yolcu sayısı bir hayli azalmış. Ölenler denizin karanlık sularında kalanlar ise ruhları da bedenleri de lime lime yaşama çabasında. 

Bir patırtı kopuyor. Gürültünün olduğu yere doğru koşuyorum gemidekilerle beraber. Bir genç adam yerde ateşler içinde kıvranıyor. Ağzı köpük köpük kan. Dün gördüğüm genç kadını, orta yaşlı adam bütün gücüyle tutmaya çalışıyor. Genç son nefesini bağıra bağıra veriyor. İki kolundan tutuyorlar gemiden atmak için. Kız, adama anlatmaya çalışıyor. “Öleceğini biliyordu. Köydeyken hastalandı, beni görmek için bindi.” Adamın gözbebeklerinde acı, utanç ve yakarış. Genç kadın, adamın elinden kurtulduğu gibi koşuyor. Boynundan çıkardığı kolyeyi adamın avcuna bırakıyor. Uçar gibi denize atlıyor. Kendimi ıslak hissediyorum. Ciğerlerime kadar üşüyorum. Tir tir titriyorum. 


Gözümü açıyorum, gün ağarmamış henüz. Yorgunum. Kolumu kaldıracak gücüm yok. İçim katran gibi bir hüzünle kaplı. Ağzımın içinde zehir gibi bir tat. Bir daha uyku eşiğine yaklaşıyorum. Yatağın yumuşak dalgalarla beni rüyaya çekmesine ramak kalmışken daha fazla dayanamayacağımı düşünüyorum. İçinde bulunduğum alemi yok etmek ister gibi gözlerimi açıyorum. Gece en koyu hâlinde.

Bir daha uyumamalıyım. Yok hayır hayır… Gitmedim işe bugün. Bilmiyorum belki de bir kaç gündür. Yatağın içinde sallanıyorum. Durmaksızın. Uyumamalıyım, uyumamalıyım…. Saatten kuş her çıktığında bir hamle ile yakalamak istiyorum. Yapamıyorum. Telefonum hiç durmadan çalıyor. Birazdan gelirler kapıya. Göz kapaklarımda birer gemi karaya oturmuş sanki. Anlık dalıyorum. Denizin üzerinde çığlıklar kesilmiş. Artık herkes ölü. Bebekler, yalnız bebekler canlı. Kesif bir koku, simsiyah bir duman.

Deniz durgun.

Aklımda tek bir soru var: Gördüklerim gerçek mi? Son sürat yokuş aşağı koşuyorum.

Işıkları söndürüp söndürmediğim, kapıyı kapatıp kapatmadığım, arabayı doğru düzgün park edip etmediğim umurumda değil. O guguklu saatle aynı evde kalamam artık. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Durmadan, arkama dahi bakmaya cesaret edemeden koşuyorum. Bildiğim tek bir şey var: Pelin, yalnızlıktan kafayı yedi diyecekler.

Comments


bottom of page