Öykü: Harpyia'lar Kapkaççılar
Girit’in dağlarını, düzlüklerini arkamda bırakarak ana karaya uçuyorum. Güneş doğmak üzere. Dar bir vadinin dibine alçaldığımda etrafımı safran çiçekleri sarıyor. Saçlarım çiğle yıkanıyor. Damlacıklar tüylerime iniyor. Mağaranın üzerime sinen kokusunun silinmesini bekliyorum binlerce yıllık bir kovukta. Arınıyorum.
Nesibe Çakır
“…at subitae horrifico lapso de montibus adsunt Harpyiae et magnos quatiunt clangoribus alas,”
“Ansızın ürkütücü uçuşlarıyla dağlardan gelen Harpyia’lar çığlıklar atıp kanatlarını çırparak üzerimizde belirdiler.”*
Kız kardeşimin kanlı gözleri birer lav parçası, hiddetinin kokusu çürümüş et. Leş.
“Başladığın işi bitir!” diyor bana.
Bakışlarımı ondan kaçırıp pençemi mağaranın zemininde kıpırtısız duran sepetin üzerine koyuyorum. “Hala nefes alıyor.”
“Ne fark eder, ölmeleri için bırakıldıklarını sen de biliyorsun.”
Başımı eğip itaat ettiğimi gösteriyorum. “Tamam, buraya getirmemeliydim, bir hata işledim.”
“Podarge, Sen Tanrıların cezası mısın? Ne hatası, biz Harpyia’lar kapkaççıyız. Kapıp kaçarız, kaybolan her şey bizden bilinir. Git şimdi! Her zamanki gibi Hades’in kapısına bırak sepeti.” Arkasını dönüp karanlık girintiye, diğer kızkardeşlerimin yanına çekiliyor.
Yün dokumanın altında hafif bir kıpırdanma…
Biri, ailelerinin ölmeleri için doğaya bıraktıkları yenidoğanları benim topladığımı ispiyonlamış. Mağaranın rutubetli havası kanatlarımı ağırlaştırıyor. Burada fazla kalamam. Hasır sepeti pençelerime takıyorum ve havalanıp mağaranın ağzından uçarak uzaklaşıyorum. Üçünün birlikte, peşimden bazı önlemler alacaklarını biliyorum. Artık sona geldim, bir daha geri dönemem. İsterseler fırtınalara hapsetsinler beni.
Girit’in dağlarını, düzlüklerini arkamda bırakarak ana karaya uçuyorum. Güneş doğmak üzere. Dar bir vadinin dibine alçaldığımda etrafımı safran çiçekleri sarıyor. Saçlarım çiğle yıkanıyor. Damlacıklar tüylerime iniyor. Mağaranın üzerime sinen kokusunun silinmesini bekliyorum binlerce yıllık bir kovukta. Arınıyorum.
Sepetten cılız bir inilti çıkıyor. Çalı gibi incecik kollarıma alıyorum onu. Yarı uyanık, ağzı kuru göğüslerimi arıyor. İçimde bir sıkışma, her sepetle, her ağlamayla gelen. Böğrüme ılık başını bastırıyorum ve dışarı çıkıyorum. Ha işte, yine karşımda hınzırca sırıtan Hermes. Az ileride incir ağacına yaslanmış, elindeki kayığa benzeyen şapkasını evirip çeviriyor.
“Parlaklığın gözümü kamaştırıyor.”
“Yine mi kız?”
“Elbette yine kız, ama yaşıyor.” Sağ kanadımın gölgesiyle örtüyorum bebeği.
“Ah tez ayaklı Podarge, başına ne işler açtın,” diyerek yanımda bittiyor.
“Beni görmezden gel o zaman.”
Tam o esnada bir dişi boz ayı üç yavrusuyla sallana sallana bize doğru yaklaşıyor. Anne ayı kısa bir homurtu çıkarıyor, bu bir selam. Beni kendinden sayıyor, onun gibi yabaniyim. Hermes’i görmüyor olmalı. Bizi geçip giderlerken, “İşte ailesini buldum. Peşlerine takılıp bebeği inine bırakacağım, sütle beslenmezse bu geceyi çıkaramaz,” diyorum.
Bakışıyoruz, Olympos zamanında yavaşlıyor her şey sanki. Tanrıların gözünün içine bakma iznimiz bir nefes uzunluğu kadar. Bebek çıplak ayaklarıyla böğrümü tekmelerken kendime geliyorum.
“Harpyia’ların yanınına asla geri dönme. Bu yaptığına bir daha göz yummazlar.” Hermes yanar döner kanatlı çizmeleriyle pır pır ederek havalanıyor.
Hırsızları kollayan ve ölülerin ruhlarının gölgeler diyarına olan yolculuğuna eşlik eden, Zeus’un her dediğini yapmaya hazır, güvenilmez ortağım Hermes’in arkasından bakarken ilerdeki tepelere gözüm takılıyor. Bir sonraki terkedilmiş bebeği bulmadan önce sütü yetecek yeni bir dişiyi o yamaçlardaki kurt sürülerinden arayacağım.
Şimdi burada fazla oyalanmamalıyım. Bebek bana, ben bebeğe alışmadan… Ayı ailesinin peşine takılıyorum.
*Vergilius, Aeneas 225-226 (serbest çeviri).
Tümcelerle sahneler yaratılıyormuş gibi... Derinlikli öykünün çarpıcılığı...