Öykü: Hoşaf
Deprem gece 00:43'te olmuş, elektrikler kesilmiş, telefon şebekeleri çökmüş, mahalleli bir dakika kadar şiddetle sallanan evlerinden kaçıp çardağın çevresine toplanmıştı.
P. T. Barva
Kişiler: Emekli öğretmen İhsan ve Ceyda çifti
Oğulları Nazım
Kapıcı Ragıp Efendi
Karısı Cemile
İki kız evlatları
Hacı baba
Cemile’nin kardeşi Fedai
Emekli Başsavcı İdris Bey
Nurten ve Aysel kardeşler
Müteahhit Kenan
Üniversiteli gençler;
Kerem
Tülin
Serap
Canan
Can
Ali
Hovarda Adnan
Misha
Oksana
Yönetici Mustafa (komiser emeklisi)
Karısı Selma
-İdris Bey! İdris Bey! Buradayız! Tutsana ayol feneri, yolu bulup gelemiyor adamcağız. O da don atlet gelirse düşüp bayılacağım. Sitede donunu görmediğim adam kalmadı. -Sus Nurten abla, duyacak şimdi. Koskoca emekli başsavcı! -Aman nerden duysun? Yer yarıldı, apartman yeri öptü, döndü yerine oturdu da duymadı adam görmüyor musun? İhsan Bey'in aklına adamı yoklamak gelmese, herif sabah enkazda uyanıp gazetesi gelmedi diye Ragıp Efendi'yi azarlayacaktı.
-Abla hakikaten bak, neredeyse bir saat olmuş deprem olalı. Çardak doldu taştı, herkes sağ Allah'tan. -E tabii sağ olacak, müteahhit bizim sitede oturuyor Aysel. Evler sağlam olmasa adam burada oturur muydu? Bak bak karşıda oturuyor, hahhay! Mavi donunun üstüne karısının sabahlığını giyip kaçmış evden. -Nurten abla tutma feneri adama ayıp! -Takım elbisesiz bakkala gitmezdi. Hahhay! Ay haline bak, kolları fistolu pembe sabahlıkla büzüşmüş oturuyor! “Ölüm de var!” Evlerin ortasındaki açıklığa yapılmış çardakta toplananlar hepi topu yirmi üç kişiydi, site ahalisinin çoğu bayram tatili için memlekete veya sayfiye yerlerine gitmişti. Deprem gece 00:43'te olmuş, elektrikler kesilmiş, telefon şebekeleri çökmüş, mahalleli bir dakika kadar şiddetle sallanan evlerinden kaçıp çardağın çevresine toplanmıştı. Dağ eteğine kurulu küçük sitenin etrafında başka yerleşim yeri de olmadığından zifiri karanlıkta hepsi, mecburen, birbirlerine sığınmışlardı. -Mustafa Bey, sen bir şey söyle, sitenin yöneticisisin, girelim mi geri evlere? -Dur Ragıp Efendi, sallanıp duruyoruz görmüyor musun? -Bu halde kaldık ortada don atlet, insan şey oluyor... -Bana mı diyorsun? Kapı önünde bulduğum eski sofra bezini sardım belime! Çekil gözümün önünden şimdi kırmayayım ağzını burnunu! Mor çiçekli beze sarılmış geziyorum, beyzadenin dediğine bak! -Tamam tamam gidiyorum... -Selmaa!Selmaa! -Geldim Mustafa! Of bu fenerin de pili az mı ne? Aman iyi ki az ışık var, gecelikle konu komşu içinde... O bir şey değil de memeleri sarkık diye dedikodumu yapacak Nurten yellozu. Az kıskanmıyor tabii, kocam hem komiser emeklisi, hem de yönetici. Kendisi tutamamış elinde bir adamı, ben boşadım diyor bir de... -Yahu kadın, ölümden döndük hâlâ neyin derdindesin!
“Ölüm de var!”
Dört beş el feneri ışığında oturan ahali, yerin yeniden sarsılmasıyla çığlık çığlığa kaçışmaya başladı.
-Aysel koşma Aysel! Ay yarabbim sen bizi koru! -Ah! Düştüm ben abla! Sen kimsin aaa! -Kucağıma atlamış, sen kimsin diyor. Ne o, ölüm korkusu gelince sonunda bana vermeye mi karar verdin? Aysel, Adnan'ın pis pis gülen suratını seçemese de sesini tanıdı. Adamın iki dakika içinde tüm vücudunu dolaşan ellerini itip kucağından kalktığı gibi yüzüne tokadı yapıştırdı. Daha doğrusu yüzü diye tahmin ettiği yere, karanlıktan pek bir şey göremiyordu. Ablasıyla yaşamak için bu siteye taşındığı günden beri peşindeydi Adnan. Öyle âşık filan değildi, ailesinin varlığını bile unuttuğu bu evi garsoniyer gibi kullanıyor, arada bir veya birkaç kadınla gelip alem yapıyor, yalnız geldiğinde ise Aysel'e sulanıyordu. Bu sefer yanında iki Rus getirmişti, biraz önce ise üçü korkuyla yarı çıplak dışarı fırlamışlardı.
“Ölüm de var!” -Ragıp hacı babanı kolla, bak depremden ölmedi kalp krizinden ölecek şu Ruslara bakarken! -Cemile sus canım burnumda ha! Hacı adam çıplaklar içinde kaldı, iç donuyla hem de! Baba gel ayrı yerde duralım biz. -Deprem az oğlum, taş yağsaydı bunların başına anca. Tövbe estağfirullah, rabbim sen affet amin ecmain. -Sus aman duymasınlar, ekmeğimle oynama baba. Kızım, kardeşinle annenin yanından ayrılma, şurada çardakta durun. Ben dedenizle az ilerdeyim. -Nurten abla şu gençler iyi korkmuş ha! Çocuklar iyiyiz, korkmayın artık. Kızım ulaşamazsın, arayıp durma babanları, bak çekmiyo telefon! Ay abla bunların yüzleri niye boya içinde? Feneri tutunca gördüm korktum valla! Ayin mi yapıyorlardı bunlar? Hangisi kız hangisi erkek belli değil! Kızım diye çağırdım, bir kalktı ayağa dalyan gibi delikanlıymış! -Kerem! Hanginiz Kerem? Annen bana tembihlediydi, “Kerem üniversiteden arkadaşlarını getirecek eve, göz kulak ol, azmasınlar” demişti. -Benim Nurten teyze. Arkadaşlarım, Ali, Canan, Tülin, Serap... Şu yatan da Can. Kafasını bir yere vurdu depremde, yatıyor böyle. Arada kalkıp abuk subuk bir şeyler söylüyor, geri yatıyor.
Can kafasını kaldırdı, “Ölüm de var!” diye bağırıp yeniden bayıldı.
-Ah yazık! Yavrum, gün ışısın hele, birileri gelir yardıma, dur bakalım. Yüzünüzün hali ne öyle oğlum? Gören korkar! -Oyun oynuyorduk. Cezalı oyun, kaybeden boyuyor işte. -Bir yandan da soyunuyordu kaybeden herhalde. Yarı çıplaksınız hepiniz hahhay! Beyaz çarşaflara sarılmışlar bak Aysel, yüzler de rengarenk, kafalarında bir tuhaf şapkalar, peruklar... Kapıcının kızları bunları gördüler de ilkten hortlaklar geldi diye çığlık çığlığa kaçtılar. Küçüğü konuşmadı ya odur budur, dili tutulmasa bari çocuğun. -Hava kurşun gibi ağır... Bağır bağır bağır bağırıyorum! Koşun! Kurşun eritmeye çağırıyorum... -Bağırma Allah aşkına, kaç işten kovuldun, hapisten zor kurtardın, hala şiir hala anarşi! Nereden Nazım koydun bu çocuğun adını İhsan? -Öyle deme Ceyda, öğretmen okulundayken az mı Nazım okurduk senle? -Okuduk da ne oldu? Devran bize mi kaldı? Emekli ikramiyemizle zar zor bu dağ başından ev aldık, oğlun bu yaşta hala işsiz! -Tamam Ceyda, deme bir şey çocuğa. O da böyle rahatlatıyor kendini, son sefer polisler aldığından beri bir tuhaf zaten. Üstüne deprem korkusu, bırak okusun çocuk. “Ölüm de var!” -Sus, söyleme Bir şey söyleme artık Sus söyleme Her şey gereksiz artık Bana düşen dönüp de gitmek... -İhsan Bey ne güzel şiir okuyor sizin çocuk. -Sağolun Kenan Bey, çok sever çocukluğundan beri. -Sakıncalı şairlerden okumasın, milli şairlerimizden okusun. -Kimmiş efendim milli şairlerimiz? -Necip Fazıl okusun, İsmet Özel okusun.
İhsan, “Sana da Fatiha okusun inşallah” diye mırıldandı.
-Efendim, duyamadım İhsan Bey? -Pembe fistolu sabahlık pek yakışmış, açmış sizi diyordum.
Utanan müteahhit Kenan, sabahlığının ucunu sinirle bacaklarına örtüp diğer yana döndü.
-İhsan, hayatım, uğraşma şu sonradan görmeyle boş ver. Karısı bile çekemedi adamın derdini, yok ortalarda bak iki aydır. Ay yoksa hasret çekip kadının sabahlığına sarılarak mı uyuyordu bu adam? -Bilemeyiz Ceyda, belki de evde hep böyle giyiniyordur, topukluları da giyip geziniyordur adam. -Hahha! İhsan sus ölcem! -Ragıp abi! Ragıp abi! -Aaa! Ragıp, kardeşimin sesi bu! Fedai! Fedai! Sen mi geldin ablam? -Cemile bir senin keş kardeşin eksikti. -Merak etmiş ablasını Ragıp, git al bak site kapısında kalmıştır, kapalıydı kapı. -Tamam tamam. Yer tekrar sarsıldığında, çardak ahalisi bağırıp birbirine çarparak koşuşturmaya başladı. Yönetici Mustafa Bey olanca sesiyle bağırıyordu.
-Yahu açık alandayız zaten niye panikliyorsunuz, koşmayın!
-Davai Adnan davai! -Otur yerine Oksana, nereye davai? Sabah olsun, şu telefon açılsın... Misha nerede? Kalk kucağımdan of! -Kalk üstümden iblis! Rabbim sen günah yazma! Memesi ağzımda kadının! Alın bunu üstümden! Her yeri çıplak kafirin! Ragıp! Ragıp sen başıma neler getirdin ! -Baba dur geldim. Hahha! Kalk bacım. -Gülme Ragıp gülme! Boyun posun devrilsin! -Baba, son nimet tattırdı Allah sana, kıymetini bilmiyorsun. Hahha! “Ölüm de var!” -Misha gel buraya, bayılıyorsun değil mi ona buna atlamaya? Oksana al bu karıyı yanına. Of! -Da Adnan, kızmak yok Adnan! Korktu Misha. -Fedai gel ablam, Ragıp kayınbabamı Rus karıdan kurtarıyor. Hahhay! -Ne diyorsun abla, depremde öldük de cennete mi düştük? -Gülmekten çenem ağrıdı gel, ablasını mı merak etmiş kardeşim? Muck. Üff leş gibi içki kokuyorsun yine! -Arkadaşlarla takılıyorduk aşağıdaki bağ evinde, sonra işte şey olunca... -Tamam iyi gel. -Ragıp abi, bak elim kolum dolu geldim. Bağ evinde arkadaşın annesinin hoşafları vardı. Doldurduk kavanozları, plastik bardak da aldıydık çok zaten... İçsin komşuların. -Kırk yılın başı bir işe yaradın Fedai. Görsünler, bir tek kapıcı Ragıp'tan fayda varmış desinler. Ulan yanında hap map yok, değil mi? Burası devlet dairesi gibi, savcısı var, komiseri var... “Ölüm de var!” -Yok tövbe abi, bıraktım ben o işleri. -Geç bu ayakları, seni tanımasam neyse. -Ayıp ediyorsun abi! Ben o kadar şey etmişim... -Tamam tamam geç şöyle. Öhöm! Muhterem site ahalisi, kayınçom sağ olsun üzüm hoşafı getirmiş, tatlı tatlı iyi gelir, için.
-Aaa Nurten abla, çok severim hoşafı. -Dur Aysel, açgözlü gibi atlama! -Al ablam buyur. Cemile! İhsan Beylere de ver, hah, gençler alın bak koydum bardaklara, kızım tut feneri elime, göremiyorum... Ahali sakinleşmiş, sohbete başlamıştı. Artçı sarsıntı da tekrarlamayınca, karanlıkta belli belirsiz yüzlerle site sakinleri sanki bir akşamüstü vakti çardak sohbeti yapıyor gibi görünüyorlardı. Yarım saat kadar sonra Fedai telefonunda kayıtlı müziklerden birini açtı, pavyon şarkıcısı Melahat fıkır fıkır bir oyun havası söylüyordu. Ortaya ilk atılan müteahhit Kenan oldu. “Allah!” diye bağırıp pembe sabahlığının eteklerini sallayarak, kıvırarak oynamaya başladı.
-Ay Nurten abla, bana bir şeyler oluyor, çok mu sıcak? -Sorma Aysel, bana da. Herifsizlik mi vurdu ne? Şu buruşmuş İdris bile gözüme Kıvanç Tatlıtuğ gibi görünüyor! “Ölüm de var!” -İhsan o ses ne İhsan! Birileri şey yapıyor sanki? -Şu arka taraftan geliyor, üniversitelilerden. Eyvah! Kız oğlanın üstünde yeminle, yoksa oğlan mı oğlanın üstünde, belli olmuyor ki yüzlerinin boyasından. Hepsi birbirine karışmış, sevişiyorlar ulu orta Ceyda. Of, Ceyda'm! -Aaa dur İhsan çocuğun önünde! -Gel öteye gidelim! Dayanamıyorum Ceyda! -Benim de başım dönüyor İhsan! -Oyna Cemile! Oh! Yandan! Çocuklar uyudu yatırdım evin önündeki banklara, uyusunlar. Kafam çok güzel Cemile! Oh oyna müteahhit bey! -Ragıp Efendi senin de boyun posun pek yerindeymiş maşallah, ne tatlı şeysin öyle! -Ragıp atıyorum ben bu yaşmağı, oh! Şalvarı çıkarıp geçircem başıma! Niye bilmem, hahha! Oyna Ragıp'ım! Ah! Kime çarptım? Ay göremiyorum kimsin sen? Kim elliyor beni! Ay nereye? Aman kimse kim! Emekli öğretmen İhsan ve Ceyda'nın oğlu Nazım’ın çardağın çatısında çırılçıplak soyunmuş, bağıra bağıra şiir okuduğu sırada Fedai, Nurten'i sitenin giriş kapısının önüne çekmiş, aceleyle kıyafetlerini çıkarıyordu. Adnan, sonunda Aysel'i kucağına oturtmayı başarmıştı. Oksana ve Misha ise hacı babayla bir kuytuda oturmuşlardı. Hacı, büyülenmiş gibi ağır, yavaş hareketlerle kadınlara dokunuyordu. Büyümüş gözbebekleri, birbirini öpüp okşayan kadınlara kenetlenmişti. Yönetici Mustafa ve karısı kayıptı. Onları en son, ormana doğru anadan üryan koşarlarken Fedai görmüş, Nurten'le birlikte kahkahalarla gülmüşlerdi. Bu esnada kapıcı Ragıp ve müteahhit Kenan sadece kendilerinin duyduğu bir müzikle çardağın ortasında sarmaş dolaş dans ediyorlardı.
Gün ışıdığında, gerçek apaçık ortaya döküldüğünde, ilk uyanan Fedai oldu. Nurten'in üstünden kalkıp çardağa yürüdü. Çarşaflar, örtüler arasında tanınmaz hale gelmiş, birbirine karışmış çıplak insan kümelerini görünce öğürmeye başladı. Biraz kustuktan sonra doğrulup hoşaf kavonozlarını buldu, kokladı, inceledi… Sırıttı.
-Bildiğin hoşaf bu!
Çardağın üstünden sarkan çıplak bacağı, hacı babanın iki kolunda yatan kadınları, kucak kucağa orta yerde uyuyan kayınçosu Ragıp ve müteahhit Kenan'ı gördüğünde ise kendini daha fazla tutamadı, gülmeye başladı. Artçılarla sarsılıp duran toprağa uzandı, karnını tutarak, kıvrılıp yuvarlanarak, kahkahalarla güldü, güldü... “Ölüm de var!”
Cemile: “Peki beni kim becerdi?”
Comments