top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: İşaret Parmağımdaki İz

Yazarın fotoğrafı: LiteraLitera

“Çocuk çalışıyor, hasta olup işe gidemezse kovulabilir ama sen birkaç gün okula gitmezsen ne olacak? Üniversitede yoklama mı var?”


Fatma Katırcıoğlu


Bir tekstil atölyesinin üzerinde oturuyoruz. Aslında atölye de ev fakat iş yeri olarak kiralanmış, soba ya da ısıtıcı kullanılmıyor anladığım kadarıyla. Çünkü bizim zeminin her daim verdiği, ameliyathanede çıplak ayakla dolaşma hissi. Annem terlik sesini sevmediği için patik giyiyorum, o bile taşlardan aldığım soğuğu engelleyemiyor. Salondaki kanepede dedem uyuyor artık. Ağabeyimin odasında bir yer yatağı ayarladık bana annemle. Buz kesen ayaklarımın en az ayaklarım kadar buz kesmiş yorganın içinde ısınmasını beklerken dalıp gidiyorum. Tek sorun bu da değil. Mesela dükkân üzeri birinci katta otursaydık pencereler biraz yüksek olabilirdi. Şimdi uzunca boylu biri penceremizden içeri girebilir sanki. Girmesin diye dualar ediyorum başımı yastığa her koyduğumda. Yastık da bir hayli sert. Anneme daha önce de söyledim bu yastığın boynumu ağrıttığını ancak tuhaf tuhaf baktı, ne yanıtladı ne de babamın yastığını bana verdi. Ağabeyimin divanı duvarla bitişik. Bana pencere önündeki boşluk kaldı. Cam kenarlarına sünger çektiysek de hala epey soğuk hava giriyor. Annem dedi ki, “Çocuk çalışıyor, hasta olup işe gidemezse kovulabilir ama sen birkaç gün okula gitmezsen ne olacak? Üniversitede yoklama mı var?”


İnternet kafede İstanbul Üniversitesi’ne yerleştiğimi öğrenince, önce küçük bir çığlık atıp sonra eteklerim zil çala çala eve koştuğum gün... Ayaklarım yeryüzüyle temas etmiyordu çünkü annem İstanbul dışında bir şehre göndermeyeceğini, evden gidip gelmem koşuluyla üniversiteye izin vereceğini söylemişti. Dolayısıyla ilk olarak annemle paylaştım. Annem onun için haber değeri taşımıyormuş gibi tepkisiz kaldı. Ben de sevincimi çoğaltmak adına arkadaşlarımı aradım fakat dayanamayıp “Lise mi bu kızım, ne devamsızlığı? Derslere istersem girerim,” şeklinde nispet yaptım. Şimdi annem her fırsatta, “Lise mi bu?” diye başlayan örnekleriyle direncimi kırıyor, sadece hasta olduğumda değil, bana ihtiyaç duyduğu her durumda okula gitmeme mani oluyor. Haksız da sayılmaz, ben hastalandığımda kendi kendime iyileşebiliyorum, oysa ağabeyimin birkaç hastane ziyareti yaptığı halde haftalarca toparlanamadığını gördük. Onun bünyesi zayıfmış. Ben mi? Ben maşallah, domuz misali dayanıklıymışım. Kış gelmeden bir bot ya da çizme alma isteğim de aynı engele takılıyor: Her zamanki ayakkabımla devam edebilirmişim. Su geçirmez, gerçek deri bot ağabeyim için şartmış. Malum, hasta olup işe … 


Ağabeyimi servisi sokağın başından alıyor. Ben eve üç yüz metre mesafedeki duraktan otobüse binip metroya, metroyla Aksaray’a, Aksaray’dan tramvayla Beyazıt’a geçiyorum. Yol masrafıma bu kadar harcanmasaydı bota biraz paramız kalırdı belki. Ne yapsın ki annem, hangi birine yetişsin? Babam bana harçlık veya eve pazar parası bırakmıyor. Harçlığı geçtim, yüzünü gören cennetlik. Yaklaşık bir yıldır ayda bir dahi uğramıyor. Dedemi getirdikleri gün halam annemi didikledi epey: “Biz neler yaşadık da enişten bir gün bile el âlemin kadınlarıyla kalmadı, her akşam geç de olsa yuvasına döndü, sen ne yaptın ki kaçtı adam?” Annemin dilinden tek sözcük dökülmedi. Halam babamın pirüpak olduğuna, gitmişse annemden kaynaklanan sorunlar yaşandığına dair düşüncelerini dökmeyi bir süre daha sürdürdü. Annem sus pus, göz temasını da kesti üç beş dakikanın ardından. Sohbet iyice tek taraflı bir hale evrilince, dedemin ilaçlarını anlattı halam ve iki saattir konuşup durmasına rağmen acil işleri olduğu bahanesiyle gitti. Özellikle alzheimer için olanı yemekte vermeyi unutmamalıymışız. Alzheimerla birlikte şeker, kalp, tansiyon… Bir tanesini dahi eksik bırakmamış, bütün kronik hastalıkları bünyesinde toplamış dedem. 


Sonraki akşam okuldan döndüğümde, annemin dayısı bizdeydi. Misafirsiz günümüz olmaz pek. O da babama ilişkin sondaj yapıyor ancak bir yere varamıyordu. Benim ne zaman evleneceğimi de sordu, artık vaktimin geldiğini ekledi sözlerine. Evlenmemin gündem olduğunu bilmiyordum fakat ben hariç kimsede herhangi bir hayret gözlemlemedim. Ağabeyim televizyona kilitlenmişti, duymadı muhtemelen. Annem bakışlarını bana çevirmedi, bakalım, dedi yalnızca; bakalım. Neye bakacağız anne? Nereye bakıyoruz? Hazırlıktayım, okulum var, hayallerim var; dünyanın en başarılı anaokulu öğretmeni olacağıma dair kendime verilmiş sözlerim. Diplomam ne işe yarayacakmış? Dayı, kafamın pek çalışmadığını, zeki olsaydım kreş öğretmenliğine değil, komşu Muzaffer Amca’nın kızı Selen gibi tıp fakültesine yerleşeceğimi söyledi. (Selen’in gurbetçi babası sayesinde ilkokuldan beri kolejli olduğundan kimse bahsetmiyor.) Öğretmenlerin kazancı varla yok arasıymış, dört beş yılımı boşuna heba edecekmişim. Ne malum? Kâhin mi bu insanlar? Belki kendi okulumu açar, dayının torunlarına indirim bile yaparım. Kim bilir?


Dedemin bizimle yaşayamayacağını da belirtti dayı. Günahmış aslında. Babamla annemin nikâhı düşmüş olabilirmiş, babam annemi kendi kendine boşamış olabilirmiş. Hani üç kere boş ol denince düşen dini nikâh var ya, onu kastetti. Halının desenlerinden gözlerini ayırmayan annem, bunu duyar duymaz rüyadan uyanmış gibi silkindi: “O kadarını da yapmaz!” Dayının nedense hiç şüphesi yoktu boş olduklarından, annemin ise boş olmadıklarından. Ağabeyimde yine herhangi bir mimik değişimi yakalayamadım. Bense ancak aydım, annemin dedem geldiğinden beri yatak odasının kapısını kilitleyerek uyuma sebebine. Gündüz yalnız kaldıklarında ne yapıyor annem? Bahsetmiyor hiç. Pek sohbet etmeyiz biz. Sabah akşam, gece gündüz, düğün cenaze fark etmeksizin çatık kaşlı, gergin, tahammülsüzdür kendisi. Öz dayımızın, biricik yeğeninin ruh hali ayan beyanken bana da bir an evvel kocaya varmamı nasihat etmesi niye? İnsan sevdiklerini ancak güzelliğinden emin olduğu şeylere yönlendirmez mi? Sevdiklerini…

*

Ganimet Abla arıyor birkaç gündür ısrarla. Bu yaz kuzenimin düğününde tanıştığımız Alihan’ın benimle görüşmek istediğini tekrarlayıp duruyor. “Ağabeyim fena yapar beni,” diyorum, “Ağabeyini de tanıyor, sen gönlünü ferah tut, kabul et, gerisini düşünme,” diyor. Okulda serserinin birine kapılmadan kendi çevremden biriyle ciddi bir yola girmem daha hayırlıymış. Hazırlık sınıfında dahi iki erkek arkadaş var, bizim bölümde zaten olmuyor. Olsaydı da dersler biter bitmez eve koşuyorum, ne ara, kime âşık olacağım? Hem Alihan otuz iki yaşındaymış, ben okulu bitirene kadar otuz altı, otuz yedi… Kayda değer yaş farkı... Bu kadarını kimsede görmedim. Ne konuşacağım ben onunla? Varsayalım bulduk sohbet muhabbet konusu, bu adımlar için erken değil mi? Annem bile yirmi dört yaşında evlenmiş, ben on sekizi henüz doldurmuşken evliliği niçin planlarıma dâhil edeyim? Bir sürü ödevim var, bir sürü…

*

Kış iyice bastırdı. Kar kıyamet, yağmur, tipi, fırtına… Son vizeyi de atlatayım havalara uçacağım, diyordum ki mahvoldum bugün eve dönerken. Bir de dairemizin eşiği beni, kadın erkek bir sürü misafir ayakkabısıyla karşılamasın mı? Halamın taba rengi, hakiki deri, dört beş santimetre topuklu, sade ve şık botunu anında tanıdım. Annemin suni deri, uçları açılmaya başlamış siyah botu, sabahki yerinde, sağ köşedeydi. Çıkaramadığım bir kadın ayakkabısı ve iki erkek kundurası daha vardı. Zili çaldım ancak duyan olmadı sanırım. Anahtarla girdim eve. Geldiğim de hissedilmedi, koridordan odama geçtim. Sırılsıklam parkamdan ve parkanın kapattığı popomdan aşağısı ıslanmış kot pantolonumdan kurtulup alt üst polar eşofmanlarımı giydim. Patiklerimi elime alıp banyoya attım kendimi. Şofbeni açtım, suyun ısınmasını bekledim bir süre. Isınınca ellerimi ayaklarımı yıkadım, patiğimi giyip salona gittim. Hoş geldiniz, dedim misafirlere. Halam, amcam, yengem ve uzaktan bir akrabamız, hep birlikte oturuyorlardı. Sesim misafirlere ulaşmadı. Annem başını halıdan kaldırıp çok kısa gözlerime baktı fakat anında tekrar halıdaki çiçeklerle hasbihaline döndü. Ayaklandı ardından, mutfaktan elinde çaydanlıkla geldi. Çaylarını tazeledi konukların. Masa hazırlamazdı bana, en azından mutfakta yemek olduğunu, açsam yiyebileceğimi söylerdi. Bu defa aç olup olmadığımı, hatta çay içip içmeyeceğimi bile sormadı.


Ortamdaki sükûnetin gizemini çözmeye çalıştım. Uyuyan dedemi rahatsız etmemek içindi herhalde. Bir yandan olasılıkları değerlendirirken öte yandan sobanın yanına sandalye çekmiş, ayaklarımı ısıtma çabası içine girmiştim. Halam sessizliği bozarak mezuniyetime ne kadar kaldığını sordu. İdrak edemedim, “Hangi mezuniyet?” dedim. “Senin okul işte,” dedi, “ne zaman bitiyor?” “Hala,” dedim, “bölüme bile başlamadım, hazırlığın ilk dönemi bugün bitti, dört buçuk yıl var en iyi ihtimalle.” Halamın bakışları anneme kaydı o an. Anneminki de ona. Gözlerinden geçenleri okuyamadım ancak ikisinin de aynı duyguya girdiğine dair bir şüphe düştü içime. Neden şüphe? Bilmiyorum. Belki de müjdedir. Hayır, hayır; şüphe. Şüphesiz.


Annem bardakları toplayıp yıkamamı istedi. Mutfaktan tepsiyi aldım, bardak tabaklarını üst üste dizdim tepsinin içine, kalan boşluğa bardakları yerleştirip mutfağa geçtim. Çaydanlığın altındaki sıcak suya biraz daha su ekleyip kaynattım, bulaşık suyu yaptım bol köpüklü. Sarı yeşil süngeri attım içine, suya sokup sıktım, sokup sıktım, iyice deterjana boğdum onu. Bardakları yıkamaya başladım. Salondakilerin konuşmalarını duyamıyordum. Bir ara adım geçti, ellerim köpüklü suyun içinde bardak ovarken kafamı arkaya çevirdim ve aman Tanrım! Dayanılmaz bir acı! Bardak çatlakmış, süngeri içine sokunca parçalanmış sanırım ve bir parçası sağ işaret parmağımın üst kısmına girmiş. Parçayı çıkardım etimden. Kana bulanan köpük kabarcıklarıyla göz göze gelince dehşete düştüm. Parmağıma cam saplanmamış da boğazım kurbanlık koyun misali kesilmişti sanki. Bir an içim geçti ama tezgâhtan güç alıp düşmemeyi başardım.


Alt dolaplardan birinin koluna astığımız kurulama bezine uzandım. Parmağıma bastırdım. Elimi kalp hizamdan yukarı kaldırdım ancak kan durmuyordu. Odama koştum, tişörtlerimden birini parmağıma sardım. Ne kadar sürdüğünü anımsamıyorum, sonunda durdu kanama. Salona geçtim, misafirler gitmişti. Annem de orada değildi. Dedemin ilaçları arasında yara bandı olabileceğini düşündüm. Televizyon sehpasının üzerindeki ilaç poşetine doğru ilerlerken annem odasından çıktı. Bulaşığı neden yarım bıraktığımı sordu. Mutfağa kapıdan bakmış, kanı fark etmemiş miydi ki? Anlattım olanları, “Yo, biz sana seslenmedik hiç,” dedi, tuvalete girdi.


İlaç poşetinde yara bandı yoktu ama dedemin geç iyileşen yaraları için tentürdiyot ve sargı bezi buldum. Annem tuvaletten çıkar çıkmaz acele adımlarla odasına yöneldi yine, yardım isteyemedim, kendi kendime pansuman yaptım. Sanırım dikiş atılacak kadar derindi yara ancak ne hastane yakındı ne hastaneye tek vasıtayla gidiliyordu, ne de annem benimle acile koşacak gibi görünüyordu. Görünseydi de dedemi yalnız bırakamazdık. Tek başıma gitmeye de ben cesaret edemedim. Birkaç akşam pansuman yapıp uyurum. Sonra pansumana da gerek kalmaz, taraflar birbirine yapışır, dokular kaynaşır, dikişsiz kurtulurum. Tatile ilişkin planım kelime tekrarı yapmaktı, aynı sözcüğü en az on kere yazarken unuturum sızıyı. Şükür ki solağım, yazabiliyorum. Okula dönene kadar iyileşir. Zamanla izi de kalmaz.

*

Annem ikinci dönem başlamaya yakın çalışmaya karar verdi. Çalışmak dediğim, bizim apartmandakinde değil de, mahalledeki tekstil atölyelerinden birinde el işi. Tişört, kazak, etek gibi kıyafetlerdeki marka amblemlerinin iplerini mi ne kesiyorlarmış. Tane başı ödeme yapılıyormuş. Yorucu değilmiş, haftalık pazarımızı görse karmış. Alihan’a, okul başladığında sık sık buluşmayı vaat etmiştim ancak sözünde durmayan biri oldum nazarında. Annem ne kadar devam eder muamma. Hocaların ne kadar idare edeceği de muamma.

Sadece solla bulaşık yıkamak uzun sürdüğü için zaman zaman iki elimi de kullanıyorum. Parmağım iyileşemedi haliyle. Alihan’a göre, dikiş atılsaydı izi kalmayacakmış. “Dikiş izi de olabilirdi,” dedim. “O farklı güzelim,” diye cevap verdi. Güzeliymişim. Suretime pembe bir hoşnutluk yayıldı o an. Onun da ayrımına vardığını görünce daha da pembeleştim sanki. “Kimseye söylemeyeceğine söz ver, sana bir şey diyeceğim,” dedi. Söz! “Dudakların,” dedi, “o kadar güzel ki, öpebilsem keşke.” “O günler de gelecek,” diye yanıtladım fakat savurduğum cümleye kendim de şoke olarak ayağa fırladım. Gülümsedi önce, sonra o da hareketlendi, saate baktık aynı anda. 

“Markete gideyim ben, annem birazdan yola bakmaya başlar.” 

Dudağımın kenarından öptü. Ben değil, o öptü, vedalaştık.  

*

Alihan, okulu neden bıraktığımı soruyor. “Annem dedeme bakmamı istedi,” diyorum, anlamıyor. Dondurabilirmişim, niçin tamamen vazgeçmişim. Çocuk Gelişimini bitireceğimi öğrenince, evlatlarını bilinçli bir anne büyütecek diye ne kadar da mutlu olmuş meğer. Yanlış anlamamalıymışım, beni elbette çalıştırmazmış, onun maaşı evimizi geçindirmeye yetermiş fakat eğitimli olmam hoşuna gidermiş. Evdeki meşgalelerden, çocuklarımızın bakımından pek vaktim kalmazmış ama diyelim kaldı, karısıyla uzun uzun sohbet edebilmek istermiş. Fakat tabii meziyet diplomada değilmiş. Kendimi evde de geliştirebilirmişim. Onun patronu da kadınmış, okumuş kadınlara hürmeti sonsuzmuş o yüzden. Patronuna danışır, onun tavsiye ettiği kitapları alırmış bana, ben de daha bilgili, görgülü olurmuşum. 


Kütüphaneye üyeydim, kaydım silinene kadar girebilir miyim acaba? Haftada bir gidip kitap alıp dönsem, ne diyecek ki annem? Hem dedem sürekli uyuyor, televizyondaki gündüz programları ilgimi çekmiyor. Roman okurum, günler akar gider. Alihan kendimi yormama gerek olmadığını söyledi, o bana istediğim kitapları getirebilirmiş. Son birkaç kez de olsa kampüse gitmek istediğimi belirttim. İzinli olduğu bir gün o götürecek beni, beraber gezineceğiz kütüphaneyi. İlk izni yakınlardadır inşallah. 

*

Yarın düğünüm var. İsteme, söz, nişan, nikâh, gelinlik damatlık alma, çeyiz düzme ve sonunda kına gecesi… Birkaç ay içinde oldubitti her biri. İlacını verip suyunu içirdiğim bir gün, dedem beni babaannem zannedip yatağa almaya kalkıştı, zor kurtuldum. Annemlere söyleyemedim ama birkaç gün sonra utana sıkıla anlattım Alihan’a. O da hemen evlenmemiz gerektiğini söyledi. “On dokuz bile değilim,” dedim. “Başına bir şey gelecek diye hop oturup hop kalkan benim!” dedi. Annemin itirazı olmadı, ağabeyim direkt “Hayırlı olsun,” dedi. Babam… Düğüne gelir belki. Benimle birlikte dedem de gidiyor evden, amcamda kalacakmış artık. Nişanda pistten indirilemeyen yengemin kına geceme gelmemesi bundan mı?

On dokuzuma üç ay kala, yarın düğünüm …

Комментарии


bottom of page