Öykü: İthal Damat
Kesik kesik nefes alıyordu. Bir şeylerden öfkesini çıkarıyor gibi. Bir süre sonra yatağın başucuna oturdu, sırtı bana dönük, hareketleri sert. Yatağın iki ucu hiç olmadığı kadar uzaktı birbirinden. Gitgide yükselen sesi vücudunu titreten hıçkırıklara boğuldu.
Hülya Yalçın
İncili kolye. Ucunda anahtar. Kancası yirmi dört ayar altın. Anahtarı on sekiz. Kaybolmuş. “Ben de onu adam sanırdım,” dediğini duydum teyzemin. Yatağımda parça parça doğruldum. Zehra’yla ablasının konuşmaları odaları dolandı, uğultu oldu kulaklarımda. Teyzemin sesi kırbaç gibi şakladı arada. “O almıştır.” O kim? Kolye kimin? Anlamadım. Sekiz aydır bu ailenin vakit tanımaz yakınlığına alışamadım zaten. Kalktım. Perdeyi açtım, caddede gezdirdim bakışlarımı. Gökyüzünün mavisinde yüzen bulutları seyrettim uzun uzun. Ani bir rüzgâr. Parkın kumu, sokağın tozu, savrulan dallar. Dilini anlamadığım insanların gün boyu akan anlamsız görüntüleri gibi. Duvar saati üç kez vurdu. Salondaki konuşmalar terk etti evi.
Günlerden pazardı. Daha bir sene evvel fokurdayan çaydanlık, biberli menemen kokusuyla hazır masaya uyanırdım. Şimdi ben hazırlamazsam, kahvaltı bile etmiyor Zehra. Anasına çıkıyor, üst kata. Çalışıyor ya, benden çok kazanıyor ya. Derin bir iç çektim. Suratımı buruşturdum. Domatesler de memleketteki gibi kokmuyor zaten.
Kapı açıldı. Zehra. Çatmış kaşlarını. Ben, sanki evdeki yabancı. Patır kütür dolap kapaklarını açtı. Bakmadı yüzüme.
“Hayırdır,” dedim, “sabah sabah..?”
“Size sabah beyim, saat neredeyse iki.”
Buz gibiydi sesi. Kanım çekildi etimden.
“Bir sorun mu var, teyzem inmiş bize?”
Kara bir gölge dolandı yüzünde.
“Anahtarlı kolyem kayboldu,” dedi.
Yatağın ayakucuna oturdum. Böyle bir kolyesi mi vardı Zehra’nın?
“Hangisi…?” diyordum, sözümü kesti.
“Sadece benimki olsa iyi, ablamınki de.”
Çekmeceyi açtı.
“Ablanınki?”
Zorlanarak çıktı kelimeler ağzından.
“Zinciri kopunca bana vermişti. Kuyumcuya yakın iş yerin, götür, yaptır, demişti.”
Yabancı birine anlatıyordu sanki. Boş bakışlarımla anlam aradım yüzünde. Gergindi. Çekmecede ne var ne yok ortalığa saçtı. Kesik kesik nefes alıyordu. Bir şeylerden öfkesini çıkarıyor gibi. Bir süre sonra yatağın başucuna oturdu, sırtı bana dönük, hareketleri sert. Yatağın iki ucu hiç olmadığı kadar uzaktı birbirinden. Gitgide yükselen sesi vücudunu titreten hıçkırıklara boğuldu.
“Geçen akşam dolabın çekmecesine koymuştum, benimkinin yanına. Çok değerliydi, çocukluğumuz, okul yıllarımız…”
Suratı kireç gibi beyazladı. Gözlerinin karası yayıldı odaya. Hiç kurulmamış cümleler geçti aklımdan. Bir başına anlamını bulmaya çalışan sözcükler. Beni mi suçluyordu? Aniden kalktı yerinden, çıktı. Çok geçmeden çarptığını duydum dış kapının. Uyuştum. Sabitlendiği yerde kıpırtısız duran eşya gibi. Yattığı yatak, kıçını koyduğu sandalye, elbiselerini doldurduğu dolap. Ne farkım var? Odada volta atmaya başladım. Kapıya yürürken oda daraldı. Pencere tarafında kasvet azaldı. İnsanlara karışıp kalabalıkta kaybolmak istedim. Of, dedim sonra, bugün pazar, kimseler yoktur sokakta. Olsun, insanlar olmasa ne olacak? Hazırlanmam uzun sürmedi. Caddeye indim. Teyzem balkondaydı, Zehra’yla ablası yanında. Köşeyi dönene kadar arkamdan seslenmesini bekledim Zehra’nın, kulak kabarttım. Kararsızlıkla attığım adımlarımın ritminden başka bir şey duymadım. Aynada görsem “Bu kim?” diyecek kadar yabancıydım kendime. Kaldırıma düşen gölgemi takip ettim, uzundu koyu. Zehra’nın kolyesi dolandı boynuma, kancası sıkı. Sen mi çaldın demek istedi? Yok, demez öyle. Almayacağımı bilir. Nefesim kesildi yürümekten. Daha ne kadar hüzün, pişmanlık eşlik edecekti yalnızlığıma? İri gövdeli bir ağaca dayandım. Yere düşen yaprak kadar cansızdım ne zamandır. Sevmiş miydim Zehra’yı? Yoksa çaresizliğime mi yenilmiştim?
“Oo damat, pazar pazar,” dedi biri, “evden mi kovdular seni,”.
Başımı çevirdim. Manavdan müşteri, Mustafa Bey.
“Yok,” dedim, “biraz hava almak istedim.”
“Çok çalıştırıyorlar seni. Ama kolay değil bizim Muhittin’e damat olmak.”
Dudaklarıma buruk bir gülümseme yerleşti. Söyleyecek söz bulamadım.
“Hadi,” dedi Mustafa Bey, “bugün birlikte gidelim kahveye. Senin bacanak da geliyor, korkma, bir şey demezler.”
Nasıl yani? Koca şehir, birbirini tanımadığını zannettiğim insanlar. Nereden biliyor çok çalıştığımı? Evim, işim, karım… Sahi evliliğim? İthal damat diyorlar burada bana. Kıpkırmızı oldu yüzüm.
“Düşünme hadi gel,” diye ısrar etti Mustafa Bey.
Bir an duraksadım. Eve gitmekle Mustafa Bey’e takılmak arasında gittim geldim. Hiç görmediğim kolyenin anahtarı, incileri. Belki de aile çevresinin dışına çıkmanın vakti geldi, dedim kendi kendime.
“Tamam.”
Mustafa Bey’in dudaklarında memnun bir gülümseme, sırtı dik, omuzları geride, vakur adımlarla önde. Gölgesi uzun. “Çok çabuk akşam olur buralarda,” demişti Zehra, “renkler çabuk kararır.” Ana caddeyi dönünce dar bir sokağa saptı Mustafa Bey.
“Bizimkiler şimdi kareyi kurmuşlardır,” dedi.
Kasabada da vardı kahvehaneler. Zamanı çok olanın uğrak yeri. Oradan yönetilirdi memleket. Her masada hükümetler yıkılıp yenileri kurulurdu. O masalardan izlenirdi hayat, başkaları. Herkes kimin nesi var, nesi yok bilirdi. Mustafa Bey de oradan mı biliyordu beni?
***
Neredeyse kasabadakinin aynı salon. Kapıyı açar açmaz insanı karşılayan ağır koku. Sigara dumanı. Masalarda kümelenmiş insanlar. Kahkahalar. Istaka sesleri. Köşede çay ocağı. Belki ilk kez geldiğimden üzerime yapışan meraklı bakışlar.
“Bizimkiler şu tarafta,” dedi Mustafa Bey.
Arkasından yürüdüm. Pencere kenarında kalabalık bir masa. Mustafa Bey hemen iki sandalye çekti. Oturduk.
“Muhittin abinin damadını tanıyorsunuz değil mi?” dedi masadakilere, “Dükkânda görmüşsünüzdür, Hasan.”
“Bilmez miyiz,” dedi elinde ıstakasına taş koyan biri.
Yüzlere aşinaydım ama isimlerini bilmiyordum hiçbirinin.
“İnşallah öbür damat gibi olmaz bu,” dedi yaşı epey ileri olan biri.
Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Teyzem İsmail abiye toz kondurmuyordu evde. Muhittin Baba daha dün akşam, “Bak, İsmail hemen dil öğrendi. İş buldu. Bizim manavın da çırağa ihtiyacı var ama daha çok kazanacağın işin olsa iyiydi,” dedi. Arkadaşlarına birkaç kez “Bu İsmail gibi değil, iş yok,” dediğini duydum.
“Yan binada yeni oyun salonu açılmış. Seninki oraya gitti az evvel,” dedi Mustafa Bey’in yanında oturan.
“Mustafa bak bunu oralara götürme, öteki gibi olmasın. Yazık, Muhittin’le biz sabah gün doğmadan kalktık gittik işe, akşam karanlığı basmadan dönmedik, yemedik, içmedik biriktirdik,” dedi yaşlı olan.
“Oralar neresi?” dedim.
“Bilmiyor musun?” dedi Mustafa Bey.
“Pek de safmış,” dedi biri.
Bir ürperti dolandı bedenimde. Mustafa Bey tam cevap verecekti, yaşlı olan girdi araya.
“İsmail yolu iyice şaşırdı. Az önce iyi para kaybetmiş, cebinden iki kolye çıkarıp sattı, Mardinliye.”
Pür dikkat baktım konuşana. Kolyelerin ucunda anahtar var mıydı, diye sormak istedim. Kelimeler boğazımda düğümlendi.
“Konyalı Seyfettin ölmüş geçen hafta. Birlikte geldiydik Almanya’ya. Onca çalışmak boşaymış. Sonu kara toprak.”
“Duydum,” dedi Mustafa Bey, “yeni bir hastalık varmış, ondan öldü, diyorlar.”
“Türkiye’de olsa, bir tedavisini bulurlardı,” dedi yaşlı olan.
Masadakilerden ikisi güldü. Kasabadakilerden farkı kalmadı mekânın. Karmakarışık kahvehane konuşmaları, tanımadığım insanlar, bilmediğim yerler, aklımda anahtarlı kolye.
“Mardinliyi nerede bulabiliriz?” diye sordum Mustafa Bey’e.
“Ne yapacaksın?” dedi.
“Hiç,” dedim, “merak ettim.”
Eliyle işaret etti.
“En köşede oturan kır saçlı.”
Fırsat kolladım, o dakikadan sonra. Mustafa Bey’den kurtulmaktı niyetim. Bakışlarım bir o masada bir oturduğumuz masada gezdi durdu. Bir ara oyunculardan biri kalktı.
“Mustafa abi benim yerime devam et. Ben arkadaşlarla buluşacağım,” dedi.
Teklif bekliyormuş gibi heyecanla oturdu oyuna Mustafa Bey. Dönen taşlara baktım. Konuşmalarını dinledim. Aklımda anahtarlı kolye. Kaçamak bakışlar attım Mardinlinin masasına. Yanındaki kalabalık dağıldı bir ara. Süzülürcesine kalktım yerimden, gittim Mardinlinin yanına.
Orta yaşlı, bıyıklı bir adam. Tanıttım kendimi. Başını kaldırdı, kıpırtısız gözlerle baktı yüzüme.
“Bir isteğin mi var?” dedi.
“İsmail abinin size sattığı kolyelere bakacaktım,” dedim.
Dudaklarıyla birlikte bıyıkları da kıvrıldı, sarı dişleri göründü.
“Ne yapacaksın?”
Sahi ne yapacaktım? Geri alsam, götürsem, versem Zehra’ya, ablasına. İsmail abi almış desem inanır mı Zehra? Ürperdim.
“Geri alacaksan satayım sana?” dedi Mardinli.
“Evet,” dedim, “kaça?”
“Dört yüz Avro.”
Cüzdanımı çıkardım.
“Yanımda sadece yüz Avro var,” dedim, “üstünü sonra getirsem?”
Nereden getireceğim? Maaşımı almama neredeyse yıl var. Hem nasıl açıklarım Zehra’ya.
“Olmaz küçük damat,” dedi Mardinli, başını yanındakine çevirdi.
Mustafa Bey masada oyundaydı. Sigara dumanı, toz sis olup çökmüştü salona. Hiç düşünmeden kalktım yerimden. Dışarı çıktım. Ne yapıp edip almalıydım kolyeleri. En çaresiz zamanımda umut olmuştu Zehra. Pek sevmesem de buraları, evlenmesem ne yapacaktım? Zehra’nın sözleri kaldırım taşlarına çarptı, harf harf geri döndü. “Çocukluğum, okul yıllarım.” Bir bisikletli geçti yanımdan. Hayallerim dolandı jantında. Bir çıkış olmalıydı. İstemsizce yürüdüm bisikletlinin ardından. Işıklı bir binanın önünde durdu. İndi, binaya girdi. Dışarıda sigara içen birkaç adam, sokak lambalarının fersiz ışığı. Kahvehanede bahsedilen yeni kumarhane burası olmalı, dedim, merakla girdim kapıdan. Rengârenk masalar, oyun makineleri. İlk geldiğimde bir iki kez istasyon civarında bir salonda Zehra’nın kuzeni göstermişti. Hatta bir iki makinede oynamıştım. Burası daha büyüktü, makine çeşidi sayısız, daha ferah. Başka bir dünya sanki. Bir şeyler dürttü beni, elimi cebime attım, gidip kart aldım. Makinelerden birinin karşısına oturdum. Ufak miktarlarla oynadım. Kısa sürede yirmi Sentim iki Avro oldu. Aklımda dört yüz Avro. Hiç başından kalkmasam iki üç haftada ancak toplardım o parayı. Akıl işi değil, dedim kendi kendime. Saate bakındım, hiçbir yerde saat yoktu. Bir duyuru yapıldı salonda. Önce Almanca, sonra Türkçe. Şaşırdım. İlk kez bir yerde Türkçe anons duyuyordum. Rulet masalarını kullanabileceğimiz, ancak canlı oyunun bu akşam olmayacağı söyleniyordu. Ruleti daha önce duymuştum ama nasıl oynanacağını pek bilmiyordum. Merakla bir rulet masasına yanaştım. Oynayanlara baktım. Ellerindeki kâğıda çıkan numaraları yazıyordu masadakiler. Zor görünmedi gözüme. Kartımdan beş Avroyla not alanların seçtiği numaraya bastım. Bir anda on Avro oldu. Heyecandan elim ayağıma dolandı. Yüz Avro bassam iki yüz, sonra kolayca dört yüz. Derin bir nefes aldım. Gittim. Kartıma cebimdeki bütün parayı doldurdum. Geri döndüm. Masadakilerin gözlerine baktım. Bir ikisi ellerindeki notlara bakıyordu. Onların hangi sayıya basacaklarına dikkat ettim. Yüz beş Avroyu o rakama bastım. Yüzümden alevler savruldu. Tüm paramı kaybedebilirdim. Ama kazanırsam… Başımı salladım iki yana. Daha iki yüz Avroya ihtiyacım olacak. Rulet çarkı döndü, yüreğim ağzımda. Çark durdu. Gözlerime inanamadım. Kazanmışım. Bir anda yüz beş Avrom iki yüz on Avro oldu. Bir kez daha denesem… Kalbim küt küt, etrafımdaki her şey dönüyor. Mardinliye yetişirim belki. İki yüz on Avroyu yanımdaki iki kişinin seçtiği rakama bastım. Ellerim titredi. Sanki hayatımı koymuştum masaya. Kumar. Hayatım da bir kumar değil miydi zaten? Masanın kenarında ileri geri turladım. Yerimde duramıyordum. Rulet çarkı durdu. Gözlerimi sıkıca yumdum. Kazanan sayı belli oldu. Başımı uzattım, baktım. Yine kazanmışım. Kanım damarlarımdaki fışkırıyordu sanki. Pencere aradı gözlerim. Dışarılara taşmak istiyordum. Hiç pencere yoktu. Tanıdık birilerine bakındım. Herkes yabancı. Kiminin suratı asık, kimi benim gibi heyecanlı. Birkaç esmer adam, ötekiler solgun, sarı.
Tüm bedenim titredi parayı alırken. Avuçlarım ıslak ıslak. Mardinliye yetişebilirdim. Kahvehaneye yürüdüm süratli adımlarla. Neredeyse kimse kalmamıştı kahvehanede. Bir Mardinli vardı, üç beş tanımadığım başkaları. Emin adımlarla yürüdüm Mardinlinin yanına. Sırıttı, ben kolyeleri isterken. Cebindeki keseyi masanın üzerine koydu. Fermuarını açtı. Çıkarırken kolyelerden birinin incileri saçıldı ortalığa. Öteki, incileri saçılana dolanmış. Yerlere eğilip topladım tek tek. Birkaçı sıkışık yerlere düşmüştü. Almak için adeta süründüm kahvehanenin çıplak kirli zemininde. Çıkmadan saati sordum, onmuş.
“Yarın dışarı çıkma yasağı var,” dedi Mardinli, “on ikide başlıyor.”
“Biliyorum,” dedim ama neyi bildiğimin farkında bile değildim.
Eve yürürken Zehra’nın sevecen gülüşünü düşledim, yumuşacık nefesini. Kapıyı açtım. Zehra mutfakta. Yüzünden düşen bin parça.
“Neredeydin?” dedi hesap sorarcasına.
“Şey,” dedim.
“Duydum,” dedi, “sabah annem söyledi.” Sesi çatallandı birden. “İnanmak istemedim. Dürüsttür Hasan, dedim.” Kapıyı açtı. “Ne rezil adammışsın. Hemen eşyalarını topla, çık git evimden,” dedi.
Comments