top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Karanlık Oda

"En yeni terlikleri çıkartıp kapının önüne koyuyorum; anneme belli etmeden salon kapısını açık bırakıyorum sessizce. Arkadaşım eve girince, evin en güzel odasını görsün istiyorum. Salondan taşan güneş ışığı Gülsüm’ün sarı saçlarını parlatıyor."


Esra Türker Özkurt


Evde kaldığım günler, okula gitmememin diyeti olarak odamdan pek dışarı çıkmam. Genelde test çözerek ve kitap okuyarak günümü bitirmeye çalışırım. Bu gün de benzer bir rutinin bilinen rahatlığı ile güne başlayacakken, Gülsüm’ün ders çalışmak için bize gelmek istemesi keyfimi kaçırmadı değil. Hiç beklemediğim bir anda gelen bu talep annemin de pek hoşuna gitti diyemem. Bu ay yaptığım beşinci devamsızlık gözüne çok batmış olacak ki, bu gün odamdan her dışarı adım attığımda sorgulayan bakışları ile beni tedirgin etmeyi başarıyor. Odamın kapısına her yaklaştığımda sıcak güneşin tazeliğinin kapımın eşiğine kadar gelip, beni acımazsızca terk etmesine rağmen bir an önce odama girip annemin görüş alanından çıkmak istiyorum. Gündüzleri odamda ders çalışırken güneşten faydalanamayıp ışık açmak zorunda kalmak gerçekten çok sinirimi bozuyor. İki sene önce bu eve taşındığımızda neden apartman boşluğuna bakan bu odanın bize uygun görüldüğünü anlamıyorum. Üstelik evin de en küçük odası. Üç kız bu odayı paylaşmak çok boğucu. Yatmak için bir araya geldiğimiz akşam saatleri dışında, dillendirmesek de sessizce yapılan bir anlaşma ile odayı nöbetleşe kullanıyor gibiyiz. Kazara anlaşmayı bozduğumuz zamanlarda ise odada duran bir ranza, bir yatak, bir dolap, bir çalışma masası ve annemin evin diğer odalarına koymayı uygun görmediği ütü masası, kışları serilen halı, biri bozuk diğeri ise çalışan elektrik süpürgesi gibi ıvır zıvırların arasında üç kişinin aynı anda hareket etmesi genelde ya kavga ile ya da bir şeylerin kırılmasıyla son buluyor. Ranzanın alt katında ben, üstte ortanca kardeşim, yan duvardaki yatakta ise küçük kardeşim yatıyor. Odanın boğuculuğu yetmezmiş gibi ranzanın altında yatmak daha da sinirimi bozuyor. Boyum 10 cm daha uzun olsa yatak korkuluklarından ayağımı uzatıp karşı dolabın kapağını açabilirim. Kendimi bazen çocukken okuduğum kitaptaki Alice gibi hissediyorum; sanki büyüyüp odanın içinde sıkışıp kalmış bir beden gibiyim. Emlakçı bize evi gezdirip, her bir odayı ağdalı cümleler ile pazarlarken bu odaya girdiğimizdeki değişen yüz ifadesi geliyor aklıma. Annem ile babam tam o anda mı bu odayı kızların odası yaparız diye düşündüler acaba?

 

Apartmanın boşluğuna bakan camın önündeki kahverengi, ahşap çalışma masasını en çok kullanan benim. Kardeşlerim bu sene öğlenci olduğu için günün büyük kısmında odamıza giren çıkan yok. Ders çalıştığım saatler az da olsa ışık görmek için perdeleri aralıyorum ve camı açıyorum. Kesif bir rutubet kokusu doluyor odaya ama yine de kapatmak istemiyorum. İçeri sızan gri ışık lambanın ışığı ile karışınca ne kadar da çirkin bir renk doluyor odaya. Camın baktığı boşluk ise apartmanın farklı katlarından zemine atılan nesnelerle dolu küçük kare bir kutu gibi. Giriş katında oturduğumuz için her perdeyi araladığımda buraya atılan eşyalara da tahammül etmek zorunda kalıyorum. Rengi siyaha dönmüş bir çorap, kafası kopmuş bir barbi bebek, bitmiş bir ruj, kırık bir kalem, kirlenmiş peluş bir fare, küçük siyah el feneri, rengi küften yeşile dönmüş elma dilimleri, karşı daireye ait ufak bir koli ve kırık bir çamaşırlık. İstenmeyen bir sürü eşyanın oluşturduğu uyumsuz bir bütünlük. Sanki odamın maketi gibi. 


Gülsüm’ün ders çalışmaya geleceği haberinden beri daha da gözüme batıyor her şey. Her bir eşya içimde başka bir duyguyu tetikliyor ve ağlamak istiyorum. İlk defa odamı görecek olması fikri kahvaltıdan beri karınımı ağrıtıyor. Aslında odamı bu güne kadar bir çok arkadaşım ziyaret etti ama Gülsüm biraz farklı. Son moda ayakkabılar hep onda, her sene farklı bir okul çantası takıyor, annesinin diktiği şeyleri değil hep hazır şeyler giyiyor. Tüm bunları kafamda birleştirince harika bir oda geliyor gözlerimin önüne. Kocaman, parıldayan bir oda, Gülsüm’ün odası.


Sabahtan beri odamın içindeki fazla eşyaları Gülsüm gidene kadar balkona koymak, babannemin aldığı yeni yatak örtülerini sermek, kapının arkasında asılı duran kırık ayna ile salondaki küçük çiçek resmini değiştirmek ve ahşabı soyulmuş sandalyem yerine salondan parlak cilalı bir sandalyeyi odama taşımak için anneme yalvarıyorum. Annem donuk sesi ile “Tozlu balkona eşya mı konur”, “Ben o örtüleri çeyizinize saklıyorum”, “Salondan eşya mı taşınır,” diye sıralamaya başlıyor. Üçüncü cümleden sonrasına kulaklarımı tıkayıp içimde yükselen kırgın öfkemi de yanıma alarak odama gidiyorum.


Sabah başlayan ve gittikçe büyüyen utanç duygumu bastırmaya çalışarak, odamdaki tüm kusurları tek tek bulmaya çalışıyorum. Kardeşimin yatağının kenarlarındaki yırtılmış prenses etiketlerinden kalan sarı lekeler gözüme çarpıyor; yatak örtüsünü kenarlara sarkıtıyorum. Halının lekeli kısmını çok da ses çıkartmamaya çalışarak masanın altına gelecek şekilde çeviriyorum. Ütü masasını ise dolapla duvar arasına zorla da olsa sıkıştırmayı başarıyorum. İçim biraz da olsa ferahlıyor. Oda gibi içimde de kocaman bir yer açılıyor. Dolabı iterken çıkardığım sesleri duyan annem hemen kapıda beliriyor “Allah’ın cezası, durduk yere iş çıkartma, ders çalışmaya geliyor arkadaşın ev bakmaya mı,” diye bağırıyor. Söylediği şeyler artık dolap ile de ilgili değil. Sınav, üniversite, tembellik bir sürü şey duyuyorum.


Zilin sesini duyunca annem bağırmayı bırakıyor, çarpan apartman kapısını ve Gülsüm’ün adımlarını duyuyorum. Kafamda bir sürü düşünce, gözümle her yeri hızlıca tarıyorum. En yeni terlikleri çıkartıp kapının önüne koyuyorum; anneme belli etmeden salon kapısını açık bırakıyorum sessizce. Arkadaşım eve girince, evin en güzel odasını görsün istiyorum. Salondan taşan güneş ışığı Gülsüm’ün sarı saçlarını parlatıyor.


Şimdi ben sandalyede, o da kardeşimin yatağının kenarına ilişmiş; dizlerimiz birbirine değiyor; kitaba eğilmişiz. Saçları odanın karanlığından mı koyuldu, az önce güneş mi saçlarını daha sarı yapıyordu anlamaya çalışıyorum, dikkatim dağılıyor. Annem içeri giriyor birden. İçinde küf kokulu toz bezleri olan yeşil leğeni kardeşimin yatağının altına sokuşturuyor. Gülsüm yavaşça ayağını çekiyor, çok utanıyorum, yüzümü kitaptan kaldıramıyorum. Gülsüm kokuyu aldı mı acaba diye düşünüp “Bak bu soru kesin çıkacak sınavda,” deyip dikkatini dağıtmaya çalışıyorum. Gözleri çoğunlukla kitapta olsa da ara ara odamda geziniyor bakışları. Ona farkettirmemeye çalışarak yüzünü inceliyorum o sıra. Solgun yüzüne, minik burnuna, yok denilecek kadar ince kaşlarına dikkatli bakınca sınıftaki göz dolduran Gülsüm’den farklı birini görüyorum. Düşünceleri ile ilgili ipuçları yakalamaya çalışıyorum. Bulmayı umduklarım acıma, küçümseme ve tiksinti ama başka tanıdık olmayan ifadeler gelip geçiyor gözlerinden. Annem tekrar içeri girip birer çay bırakıyor masaya isteksizce ve küçük plastik bir kasede kare bisküviler. Oysa kek yapalım demiştim anneme. Gülsüm çayının soğumasını beklerken elindeki küçük kare bisküviyi bardağına daldırıyor. Henüz lokmasını almadan bir sır verir gibi “Teyzem var benim Almanya’da,” diyor “Bana hep hediyeler yollar, onun yolladığı bisküvileri de çok severim, sen de seversin,” diyor.  Bir şey demiyor, gülümsüyorum sadece, güzel odasında çay ile bisküvi yediğimizi hayal ediyorum. 

Testin sonuna gelmişken bir şey söyleyecekmiş de susuyormuş gibi Gülsüm’ün dudakları, sonra dökülüyor kelimeler ağzından “Çok şanslısın, sessizce çalışabilmek için ayrı bir odan var, arada size gelebilir miyim,” diyor ders çalışmak için. Şaşkınlıkla bakıyorum yüzüne, ben daha cevap veremeden tam o anda pat diye bir ses geliyor apartman boşluğundan ve bir pat daha. Heyecanla perdeyi çekiyoruz. Cama vuran kırmızı küçük lastik bir top önce karşı cama sonra sekip bizim cama çarpıyor. Camı açıyoruz hızlıca, üst katta pişen taze kekin kokusu doluyor odaya. Parmaklıktan uzattığımız ellerimizle topu yakalamaya çalışıyoruz, zemine düşen topa bakıyoruz şimdi ve aynı anda gülmeye başlıyoruz.

Comments


bottom of page