Öykü: Katyusha’nın Akşam Yemeği
- Litera
- 22 saat önce
- 5 dakikada okunur
"Onlardan ölüymüş gibi bahsetmesi canımı sıkmıştı. En çok canımı sıkanda, sözlerinde haklı olmasıydı."
Elif Asma Kurt
Araba, ardında toz bulutları bırakarak yokuş aşağı inerken, güneş çamların arasından süzülen ışıklarıyla görüne gizlene batmaktaydı. Denizin masmavi sularını görünce camları açtık. Esintinin taşıdığı iyot kokusu tüm arabayı sardığında içime çekip derin derin soludum. Denizin bu tanıdık kokusu hatıralarımı bir bir karıştırıyor, parçası olduğu anları bulup çıkarmak için zihnime hücum ediyordu.
“Erken gelebilseydik, yüzerdik,” diyen abimin sesi anılardan beni çekip aldı. Ne ara bu kadar uzaklaşmış, nerede ve kiminle olduğumu unutacak kadar geçmişe dalmıştım. Ağzında unutulmuş sönük sigarasıyla arabayı süren abimin sesiyle afalladım. Kırlaşmış saçları ve yüzünde derinleşmeye başlamış çizgiler onu olduğundan çok daha yaşlı gösteriyordu. Ne ara bu kadar yıprandığını düşündüm. Gözlerimi üzerinde hissetmiş olmalı ki gülümsedi. İçimden geçenleri görecekmiş gibi, telaşla dışarıya çevirdim yüzümü.
“İyi olmaz mıydı, sende istemez miydin?” derken sesinden gerçekten istediği hissediliyordu.
“İyi olurdu, çok iyi olurdu,” deyip denizi izlemeye koyuldum. Abim derin bir nefes alarak;
“Annem, babam, hep birlikte ne çok gelirdik buraya. O zamanlar yol hiç bitmezdi. Bir an önce varmak için sabırsızlanırdık. Sen daha yolda takardın can simidini, öyle manyaktın. Klimasız arabada, kan ter içinde, açık camlardan içeri dolan tozla nasıl da dayanıyorduk? Bizimkiler kral insanlardı; mutlu olalım diye hiç üşenmezlerdi.”
Şaşkınlıkla yüzüne baktım. Denizin kokusu onuda geçmişe götürmüş koku anılarında ait olduğu yeri bulmuştu.
“Ölmüşler gibi konuşuyorsun,” dedim.
Bir derin nefes daha alıp bu sefer oflayarak devam etti.
“Ölmediler de ne? Orada kendi başlarına oturuyorlar. En son ne zaman gördük onları? Koştur koştur yaşadığımız hayatlarımızın neresindeler, onlar yokmuş gibi… Annem de bize yük olmamak istedi diye fırsat bilip unuttuk onları.”
Öfkelendim. Konuyu daha fazla uzatmasın diye radyoyu açtım. Onlardan ölüymüş gibi bahsetmesi canımı sıkmıştı. En çok canımı sıkanda, sözlerinde haklı olmasıydı.
Babama demans teşhisi konulunca, hayatlarını basitleştirmek adına kırsala taşınmalarının iyi olacağına karar vermiş onları buraya yerleştirmiştik. Sonra, biz iki kardeş kendi yerleşik hayatlarımıza dönüp, unuttuk.
Radyoda birkaç kanal gezdikten sonra tanıdık melodiyi duyunca bıraktım. Dmitri Aleksandroviç Hvorostovski’den 'Katyusha' çalıyordu. Bu denli canlı bir müziğin hikayesi nasıl da şaşırtıcı gelmişti ilk duyduğumda. İkinci Dünya Savaşı'nda Sovyet cephesinde mücadele eden, kadınlarına tutunarak hayatta kalmaya çalışan erkeklerin hüzünlü görüntüsü aklımda belirdi.
‘O kız ki hep hatırlar, Bir şarkı gibi aklında, O ki korur memleketi, Ve dahi aşkını içinde.’
Memleketini ve aşkını koru, Katyusha.
Annemde aşkını korumak için kendini bu izole hayata mahkûm etmişti. Ailesini korumaya çalışan annem… Hepimiz ona tutunarak yaşamımızı sürdürüyorduk. Peki ya o? Onun duyguları, ihtiyaçları, hayatı, kırgınlıkları. O kime tutunacaktı?
Eve vardığımızda hava iyice kararmıştı, cırcır böceklerinin sesi her şeyi öylesine bastırıyordu ki başka hiçbir şey duyulmaz olmuştu. Ben kapıyı çalarken abim arabanın arka koltuğundan bir demet çiçek aldı. Yol boyunca hiç fark etmemiştim. Yola çıkmadan benim de ekmek almak aklıma gelmiş, üşenip vazgeçmiştim.
Annem kapıyı açtığında gözlerini kısmış nereden tanıdığını çıkarmaya çalıştığı yabancılara bakar gibi yapıyordu. Abartılı ve şımarık hareketlerle boynuna sarılan abime daha fazla ilgisiz kalamayıp kucakladı fakat çiçeklere hiç yüz vermedi. Alelade bir nesne gibi vestiyere bıraktı.
Çokça zaman sonra gördüğüm annemin özensiz kıyafetlerinden ve boyasız saçlarından iyi olmadığı anlaşılıyordu. Her zaman bakımlı ve şık görmeye alışkın olduğumdan bu hali tuhaf geldiyse de nedenini düşünmeye gerek duymadım. Abim vestiyere bırakılan çiçekleri aldı. Mutfağa geçtiğimizde tekrar anneme uzattı. Annem abimin ellerine donuk gözlerle bakıyor ama çiçekleri görmüyordu. Oysa en sevdiği çiçeklerden yapılmış pahalı bir aranjmandı. Fakat istediği yankıyı bulamamıştı.
Abim, ben ve çiçek mutfak masasına kurulup annemi izlemeye başladık. Biz orada yokmuşuz gibi tezgâhın önünde dolanıyor kap kaçağı yıkıyor, kuruluyor ve yerleştiriyordu. Sorduğumuz soruları kısa cevaplarla yanıtlıyor ve ‘sorun yok herşey normal’ gülüşüyle geçiştirip iş yapmaya devam ediyordu. Duygularını ne kadar gizlemeye çalışsa da kırgınlığı ve kızgınlığı aşikardı.
Geleli neredeyse bir saati geçmişti. Karnım guruldadıkça en lezzetli sofraların mimarının yemeklerinden yiyecek olmanın heyecanıyla sabırsızlanıyordum. Annemin de aç olduğunu ve gergin havanın karnımız doyunca uçup gideceğini düşündüğümden durumu önemsemiyordum.
Fakat sofraya oturma zamanı hiç gelmeyecek denli uzadıkça uzuyordu. Tabak dışında masaya henüz hiçbir şey konmamıştı. Ocaktaki tavuk suyu çorbanın kokusu mutfağı iyice sarınca sabırsızlıkla yerimden kalktım.
Ocakta çorba tenceresinden başka hiçbir tencere yoktu. Dolapta olduğunu varsaydığım yemekleri çıkarmaya yeltendiğimde dolabın bomboş olduğunu görüp sandalyeye çöktüm ‘Bari ekmek olsaydı’ dedim içimden. Durumun vahametini bir türlü idrak edememiş, midemin derdine düşmüştüm. Oturmamla abim ‘niye oturuyorsun’ der gibi ters ters bakıp ayağa kalktı. Suda beklemekten çürüyen salatalıklar ve domateslere bir süre bakıp, sandalyesine döndü. O anda, burada bıraktığımız annemiz için işlerin sandığımızdan çok daha zor olduğu kafamıza dank etti. Bu kadar hızlı karmaşıklaşacağını düşünmemiştik.
Eğer annem, gündüz arayıp ısrar ve inatla ‘Bu gece bekliyorum mutlaka’ demese geleceğimiz bile yoktu. Sesindeki tınıdan bir sorun olduğunu anlamıştım. Ama yine de geçiştirmeye çalışıyordum telefonda.
Babam, kareli pijamalarıyla mutfağa girdiğinde günlerdir görüşmüyormuşuz gibi değil de az önce birlikteymişiz gibiydi. Hangisi daha iyi diye düşündüm. Bizi uzun aralıklarla gördüğü için kırgın ama üzmemek adına sitemde bulunmayan annem mi, yoksa iki dakika önce bir aradaymışız gibi davranan babam mı? Babamın gelmesi kasvetli havayı azda olsa yumuşatmıştı.
İyice çocuksulaşan babam masaya oturur oturmaz boş kâseye kaşığını daldırıp ağzına götürdü. O bunu tekrarlarken izlendiğini fark edince coşkuyla kaşığı tabağa vurmaya başladı. "Pat pat pat!" Sessizlikte çınlayan bu ses ve annemin tepkisizliği beni ürkütürken babam göbeğini oynatarak kahkahalar atıyordu. Abim tabağı öfkeyle önünden aldığında, babamın gülüşü ağzının kenarında dondu. Tabağa vuran kaşık sesinden rahatsızlık duymayan annem, kan oturmuş ve gergin suratıyla, abimin elinden tabağı, dalından meyveyi asılıp koparır gibi çekti. Dudaklarından tek bir kelime dökülmeden ‘Sen babana böyle davranamazsın’ dediği abim, kafasını önüne eğerken kabahatli çocuklar gibiydi.
Annem çorba kasesini doldurup önüne bıraktığında babam hızlı hareketlerle kaşığını tabağa daldırıp çıkarıyor, o hızla içtikçe kaynar çorba bizim boğazımızı yakıyordu. Biz daha kaşık değdirmemişken, ikinci tabağını bitirdi. Annem kaşığına aldığı çorbayı üflüyor, dumanı kaybolunca tekrar kâseye daldırıyordu. Ağzına bir yudum aldığını görmedim. O kaşığındaki çorbaya bakarken onu izliyordum. Arada bir göz ucuyla baktığı babama karşı hep tetikteydi. Bu tetikte olma halinin uykuda da sürdüğünü yeşil gözlerinin altındaki mor halkalar gösteriyordu. Babam, gözlüklerinde çorba buharıyla üçüncü tabağını istedi. Usulca sandalyeden kalkıp tabağı doldururken, annemin "Yavaş iç, ağzın yanıyor; sonra acı çekiyorsun," derken sesi, şefkatten ziyade bıkkınlıkla doluydu.
Abim çalan telefonunu açmak için masadan kalktı. Mutfaktan çıkmasıyla dönmesi bir oldu. Allak bullak bir ifadeyle; “Anne, baba, burada ne oldu? Salonun hali ne?” dedi. Babam, kâseyi kafasına dikmiş diliyle dibini sıyırıyordu. Annem, gözlerini nihayet kaşıktan ve babamdan başka tarafa çevirince gözyaşları lav gibi fışkırdı. O anlatmadan birileri görsün istemişti. Anlatamadıklarını ve anlatamayacaklarını. Yanaklarından süzülen yaşlar önce masayı, sonra bizi yaktı.
Hıçkırıkların arasında gündüz olanları anlatmaya başladı.
“Kuşun canı istediği zaman uçsun diye kafesin kapısını hep açık bırakıyorum. Salonda biraz uçuşup perdenin kornişine konar, orayı seviyor çünkü. Babanız kuşu orada görünce koltuğun üstüne çıkıp almaya çalıştı. Engel olmak istedim ama çok güçlü tutamıyorum onu, koltuğa çıkmasına izin verseydim düşecekti.” derken masanın üzerindeki titreyen ellerine bakıyordu.
“Önünden çekilmem için beni iteledi. Yere düştüm. Dışarıya çıkıp geldi. Döndüğünde elinde bahçe tırmığı vardı’ dedi.
O tırmığı hediye olarak ben almıştım. Bahçede biten yabani ve ölü otlardan kurtulmaları için. O tırmıktan da kendimden tiksinerek dinlemeye çalıştım “Sapıyla kuşu dürtecek sandım. Tırmığı kaldırıp tüm gücüyle cama gelişigüzel vurdu. Cam tuz buz oldu. Stor perde mekanizmasıyla düşerken de zavallı kuş altında kaldı.’ Yutkunup suyundan bir yudum aldı. Babam çorbasını kaşıklayıp bitirmiş; yine çorba istiyordu.
Odaya bakmaya gittim. Perde koltuğun üzerinde, koltuk devrilmiş, altında kırık bir sandalye ile salon savaş alanını andırıyordu. Her yer cam kırıklarıyla doluydu. Pencereden içeri esen akşam meltemi tüm odaya serin deniz kokusunu bırakıyordu. Kuş sehpanın üzerindeydi, kanat çırpmak istiyor kımıldayamıyordu. Yaralı kuşu avucuma aldım; bakışları annemin bakışları gibiydi.
Comments