Öykü: Körebe
"Ömer, hayatın kibrini, asık suratlı anlamlarını, varlığıyla yerle bir ediyordu. Kıvırcık saçları ve limon suratıyla geçemeyeceğiniz sırat yoktu onunla. Yüzünün altın ışığı, içimize işliyordu. Gülüyordu, göz kırparcasına her nefes alışıyla. Nefes almak ile gülmek karışımı bir şey icat etmişti."
Ömür Öter
1
Ömer, ejderha gördüğünü söyledi. Kısa, parantez bacak, pala bıyıklı ateşbaz; ağzından çıkan kızıl alev topunu, kel kafasının üzerinde bulutlandırdı. Hiç durmadan o kara çubukları yutup bu garip yerde işini görmeye çalışan sirk ehli, yeniçeri kılıklı adam, bize başka dünyaların insanıymışız gibi bakıp duruyordu.
Ateş çıkardıkça, çıplak vücudundaki altın sırma ve lale nakışlı yelek havalandı. Kadife kumaş, adamın göbeğinin her iki yanında ejderhanın kanatları gibi uçuştu. Ömer, altı yaşındaydı ve ilk kez bir adam görüyordu, hele de böyle birini. Zeytin gözlerini ayırmadan izledi zaman makinesinden taşan temaşayı. Kahkahası, ırmak kenarı, yaz akşamlarında birden yükselen kuşların yaban ve sürpriz gürültüsüne benziyordu.
Bayramdı, eski mahallemize küçük bir panayır gelmişti. Sabaha karşı, yıldızların ötesinden gelip kuruluvermişti şanlı sirk... Örgü yumağı misali yuvarlandıkça aramızda açılıp uzuyor, uzadıkça ışıldıyordu. Karanlık bakışlar, efkârlı ve yıkık omuzlarımız, ekşi apış aralarımız, aydınlanıverdi. Gürültü, patırtı duymamıştık. Oysaki karınca geçse duyardık.
Bu işe en çok çocuklar sevinmişti. Görmeliydiniz neşelerini. Hele o pamuk şeker yerken şaşkın suratları var ya…
Palyaço, jonglörlük yaparak kalabalığın ortasını yardı. Parmaklarından fıskiye gibi fışkıran mavi, kırmızı, sarı toplar havada birbirinin içinden geçtikçe hiçbir şekilde yere düşmüyordu. Ömer ve arkadaşları, onu hayranlıkla izlemeye koyuldu. Jonglörün arkasında upuzun tahta bacaklı adam belirince, çocuklar oraya doğru koştu. Gözleri, sevinçten çiçek açmıştı yavrucakların. Gökyüzünden bulut gibi gelen madrabaz, eğilip onlara elma şekeri dağıtmaya başladı. Şekerleri top sanıp saatlerce oynayan gariplerin eskimiş pabuçları, kırmızı bir halının üzerinde ışıldayıp duruyordu.
Neşeli illüzyon başladı. İpek mendilleri nazenin parmaklarıyla mor çubuklara sırlayıp üfleyince sihirbaz, kar beyaz tavşanlar, gül gibi açıverdi onun koyu, kösnül, damarlı maun masasında.
Ömer, bizi açıklamaya ve gizlemeye çalışarak efsunluyordu. Dönme dolaba koşup, arkadaşlarıyla birlikte dönmeye başladı. Onlar döndükçe, çağ değişiyordu. Öte dünyaların kapısı açılıyordu.
Mahallemizin kamburlu kaknem teyzeleri. Köşelerinde çürüyüp, kemikleri kağnı gıcırtısı ihtiyar ablaların bile neşesi yerine gelmişti. Kimisi, siyanür gibi ölümcül ve sinsiydi. Kimisi, küfürbaz ve çölümsü. Buna rağmen birçoğu, kadidi çıkmış, hasta bedenlerine aldırış etmeden dans etmeye başladı.
Ömer, hayatın kibrini, asık suratlı anlamlarını, varlığıyla yerle bir ediyordu. Kıvırcık saçları ve limon suratıyla geçemeyeceğiniz sırat yoktu onunla. Yüzünün altın ışığı, içimize işliyordu.
Gülüyordu, göz kırparcasına her nefes alışıyla. Nefes almak ile gülmek karışımı bir şey icat etmişti. Gece gündüz demeden. Çıt dense. Bir perde veya tespih çekilse… Sorduklarında annemi güldürmek için diyordu. Ama onun tabiatında zaten doğal bir neşe vardı.
Ölgün ışıkların, iki ayaklı çirkin sesli canavarların sizi boğduğu bu yerde o bir mucizeydi. Yüzyıl ötesinde duruyordu bu karanlığın her gün yeniden doğarak, yüzyıl berisinde duruyorduk biz, yaşlanarak belirsizliğimizin sonundaki bu yitik ülkede. Çocuk peygamberimizdi, gözlerinin dehlizlerinden yıldızlara bağlanan gök mağaralarıyla. Sözlerinin önü ve arkasında alacalı boşluklarla. Sizi, çocukluğunuzun tekinsiz ama gururlu anlarıyla dolduran sihirli cümleleriyle. Ürkünç ve gizemli şeylere teslim oluyordunuz, ateşe tapar gibi! Hayale dalarcasına. Onun yükü yoktu, yoku da. Yüzüne baktığımızda ters giden şeylerin kamçılı karanlığı, canımızı yakmıyordu.
Kokusuz, renksiz, görünmez bir kin; gizli soru ve yaralı hınçlarla dolaşıyorken aramızda hayalet peleriniyle. Ömer’in annesini, gözleri önünde altı yerinden bıçakladım. Annesi ölmedi. Oğlu, yine gülüyordu. Kaç gün şişlenmeyi bekledim. Şişip sustum. Bir sabah, bahçede duvar dibine sinmişken ben, elinde çiçekle geldi. İşte o zaman peygamberimiz oldu. Hayatımıza bahar geldi.
2
Haz ve hayal alayıydık. Birçoğumuz sarhoştu. Dans ederek, tehlikeli şarkılarla gidiyorduk. Soğuk ve gergedan yüzüyle çarptıkça, kalp ışığımızı söndüren yere. El ve ayaklarımız, bizden ayrılmıştı. En önde panayırın kamyoneti, dönme dolabı taşıyan delikanlılar. Şuh kahkahalar atan hokkabazlar, Fareler ve İnsanlar’daki gamsız ve zekâsı düşük Lennie tipli işçiler. Onların da önünde hatta her yerde, dans eden, çığlıklar atan, ağustos sıcağına rağmen rengârenk uzun kollu kazaklarla her biri altı yaşını geçmemiş üç beş haylaz karaşın mesut çocuk. Etrafımızı sarmış, şen şakrak oynuyordu.
Ömer’i gördüm. Arkadaşları gözlerine beyaz mendil bağlamış. Yeleleri, boynu, bütün vücudu, bembeyaz bir Midilli atının üzerinde. Birisi onu gıdıklıyor gibi delicesine gülüyordu.
Hayvancağız, üzerindeki diğer birkaç çocuğu yere savurup bizim kervandan koptu ve dörtnala koşmaya başladı. Bahçede yetiştirdiğimiz meyve ve sebzeleri tepeleyerek, hakikat kabında sabrımızla mayalanmış büyük dikene, bize kendimizi bile gammazlatan o dinmez ağrıya, usu bozuk ustaların mahrem ve kemikli ellerinde yontulmuş demirden kapıya vardı.
Cezaevinin kapısındaki onbaşı, yeni geldiğinden buraların âdetini pek bilmiyordu. Peygamberimiz ve arkasındaki deli dolu kafileyi görünce, telaşla, havayı, tüfeği ile taradı. Hava kanıyordu. Askerin yüzünde pişmanlık ve endişe vardı. Er, iri elleriyle telsizine sarıldı. Etrafı tel örgülerle sarılı açık cezaevinin bahçesinden göğe doğru patlayan gürültü, kötü ruhlar gibi geri bize musallat oldu. Birçoğumuz dona kaldık. Geri kalanlar da hücrelerine doğru koşuyordu. Etrafımız sarıldı. Kafamıza dipçik yedik. Yüzlerimize tekme.
Midilli yere devrilip, kalkmak için debeleniyorken, Ömer, hacıyatmaz gibi ayaktaydı. Asker, onu, sertçe bileklerinden yakaladı. Kaçacak sandı. Hâlbuki o, kafeste kanaryaydı. Şimdiden nisyan olacak bu isyan, kısa sürede bastırıldı.
Bana ve yetkililere sorsanız bu hareket, mahkûmların plansız bir kaçış eylemiydi. Ömer’e sorsanız sadece bir oyun.
Ama oyun da bitmişti. Düşüncelerimizin kaplanı demir kapı, ağır ağır açıldı. Kapının ardında dikilen çam ağaçları, gerçek askermiş de bizi itip kakan bu omzu tüfekli adamlar, şakaymış gibiydi.
Bayram, sona ermek üzereydi. Sosyal sorumluluk projesi için panayırın cezaevine gelmesini sağlayan Ateşbaz Hüsnü idi. Hüsnü’nün rahmetli babası gardiyandı ve bu sebeple çocukluğu buralarda geçtiğinden küçük yaşlardan tanırdı, kederli yüzleri, kaderin sillesini yemiş yorgunluk işçisi insanları. Yıllarca hep evladı olsun istedi. İşte şimdi bir sürü evladı vardı. Mahkûmları hayata bağlayan bu çocukları çok sevmişti. Babası, ölmeden ona miras olarak ateşi vermişti. Ateşbaz da bu payeyi, Ömer’e veriyordu.
Hokkabazlar, palyaçolar, ateşbaz, uzun bacaklı adam ve diğerleri, dûçar gözlerle cezaevinin yüksek kapısından hızlıca ayrıldı. İsyan, onlara yazılmamıştı. Arkalarından panayır işçileri, dönme dolabın parçalarını, çeşitli sirk eşyasını kamyonete yükleyip götürmeye başladı. Bir toz bulutu kalktı yerden. Sağır odalarımızın kapkara omurgası kapatıldı. Asker, güvenlik kulübesine çekildi. Kuşlar dallarına.
Başgardiyan, peygamberimizin göz bağını açtı. Onu, koca elleriyle tokatlayıp, kazağından sürükleyerek hücrelerimize getirdi. Şifacımız; hayata küstü, çok sevdiği arkadaşlarına bile sırtını döndü. Her gün usanmadan eğlencenin kurulduğu bahçeye çıkıp, hokkabaz ve palyaçoların yürüdüğü yolun taşını, tozunu, severek gizlice ağlıyordu.
Aylarca bize kederle panayırı sordu. Gözleri, alev aldı. Yandı, yandı, kül oldu…
Comments