Öykü: Mutfakta
“Ölülere her zaman güvenebiliriz ama yaşayanlara asla. Hep gölgeleriyle gezer yaşayanlar; karanlık, her şeyi içine çeken gölgeleri vardır. Ölülerin gölgesi yoktur, kendileriyle birlikte gölgeleri de yok olmuştur.”
Gülhan Davarcı
Bu yıl sığırcıkların gelişine yetişemedin baba…
İki ya da üç yaşlarındaymışım. Bir gün beni hava almam için dışarıya çıkarmışsın. Biz parkta gezinirken gökyüzünde bir sığırcık sürüsü ortaya çıkmış. Sevinçten çığlık atmışım onları görünce. Ben onları izlemişim, sen beni... Ben onlara hayran kalmışım, sen bana… O günden sonra sık sık dışarı çıkıp sığırcıkları beklemeye başlamışız. Biraz büyüdüğümde bahçeye defne ağaçları dikmişiz dallarına konsunlar diye.
Seslerini duyunca yataktan kalkmaya çalıştım. Biraz zor oldu, başım döndü. Ayaklarımı sürüye sürüye pencereye yaklaştım. Ellerim öyle çok titriyordu ki zor araladım perdeyi. Gözlerimi yakan gün ışığında daldan dala zıplayışlarını izledim. Dışarının soğuğunu umursamadan pencereyi açıp yüzüme çarpan ayaza rağmen ötüşlerini dinledim.
Diktiğimiz defne ağaçları yerinde, her yıl beklediğimiz sığırcıklar bu sene de geldi; ayılar çoktan kış uykusuna yattı, kar ve yağmur dolu bulutlar gökyüzünü terk etmiyor. Ya sen, sen neredesin?
Yine de yalnız kaldım diye üzülme. Senden sonra bir ev arkadaşı aldım. Yabancıları sevmezdin biliyorum ama o yabancı değil baba. Sylvia ile yaşıyorum, hani şu şair olan kadın, Sylvia Plath. Bir gün geceyi dışarıda geçirmek zorunda kalırsam, mezarlığa sığınmamı söylerdin. “Çünkü,” derdin üzerine basa basa, “Ölülere her zaman güvenebiliriz ama yaşayanlara asla. Hep gölgeleriyle gezer yaşayanlar; karanlık, her şeyi içine çeken gölgeleri vardır. Ölülerin gölgesi yoktur, kendileriyle birlikte gölgeleri de yok olmuştur.” Sana bunları söyleten olaylara dair en ufak bir fikrim yoktu ama insan nihayetinde birilerine güvenmek ister, ölü ya da diri. Sen da çareyi yaşayanlara değil ölülere güvenmekte bulmuştun.
Birkaç ay önceydi galiba, hatırlamıyorum. Senin gidişinle birlikte zaman denen mefhumla aram iyice bozuldu. Şiddetli bir lodos vardı İstanbul’da. Lodos öyle esmeseydi sen de ölmezdin baba. Teknelerin denizin üzerinde bir o yana bir bu yana döndüğü, vapurların hareket etmeye cesaret edemediği, pencerelerin birden açılarak küllüklerdeki sigara izmaritlerinin havada uçuştuğu, çatıları uçuran, elektrik tellerini koparan, ağaçları deviren, insana garezi varmış gibi her şeyi döven, kıran, vuran lodos… Halsiz ve keyifsizdin o gün, ağzını bıçak açmıyordu. Tek kelime etmeden, hiçbir şey yapmadan bütün gün pencerenin önündeki tekli koltukta öylece oturdun. Alışık değildim bu haline. Keyfin yerine gelsin diye ıhlamur kaynattım, mahlepli kurabiye yaptım. Ne çok severdin mahlebin kokusunu! Akşama doğru konuşmaya başladın. Sesini duyduğumda kalbim çiçeklendi. “Senelerdir böyle şiddetli lodos olmamıştı İstanbul’da,” dedin. Halbuki bu şehrin şiddetli lodosu eksik olmazdı. Sustum. Sen konuşmuştun ya, varsın her şey senin hatırladığın gibi olsundu.
Bilmediğim bir dünyada geziyor gibiydin o akşam. İlk defa bir anını paylaştın. “Sen doğmadan kısa bir süre önceydi, bir hafta sonu Burgazada’daki evimize gitmiştik ailecek. Misafirlerimiz de vardı. O hafta sonu lodos çıktı. Dünya yıkılacak sanmıştım. Eskiler lodosun gözü yaşlı olur derdi İnci,” dedin. Sonra tekrar daldın. Ailecek dediğin insanlar kimdi, annem de var mıydı aralarında? Lodos sana neden gözyaşı döktürmüştü baba? Bu soruların hiçbirini sormadım, çok merak ettim de soramadım. Kaya kovuğundan çıkmıştım ben. Leylekler getirip senin kucağına bırakmıştı beni, bunu çoktan kabullenmiştim. Kabullenmiştim kabullenmesine ama karşımda yabancı biri gibi duruşun kalbimi kırıyordu işte. Yabancı olmaya hakkın yoktu beni baş başa bıraktığın bunca bilinmezlik içinde. “Hadi film izleyelim,” dedim, Kızıl Damga filmini istedin. Sevincimi gizlemeye çalıştım, dönmüştün bize ait olan o dünyaya. Bu filmi kaçıncı kez izleyişimizdi kim bilir. “Demi Moore ne güzel kadınmış,” derdim, sense neden bilmem, hüzünlenirdin sanki böyle bir güzellik karşısında. En heyecanlı yerinde, çiftin yaşadığı yasak aşkın tam zirvesinde internet bağlantısı koptu. “Film izleyemeyeceğimize göre ne yapalım şimdi baba,” diye seslendim. Ses gelmedi. Baba? Yine ses gelmedi. Gömüldüğüm koltuktan doğrulup oturduğun tarafa baktım. Başın yana düşmüş, kımıldamadan duruyordun. Önce uyuduğunu sandım, “Hadi yatağına git,” dedim. Cevap vermedin. Neden sonra sanki anlamışım gibi başımı kalbine yasladım, kalbin atmıyordu. Panikle ambulansı aradım. Ambulansı beklerken koltukta baba ölüsüne baktım, bu dünyada tek başıma kalmışlığıma baktım. Bugüne kadar hiçbir sorumun cevabını alamayışımın, daha da acısı, alma olasılığımın tamamen kaybolmuş olmasının kederiyle kaldım. O karanlık kederde bir kadının hıçkırarak ağladığını duydum.
Kalp krizinden öldün baba. Lodosun devirdiği ağaç yüzünden ambulans evimizin bulunduğu sokağa girememiş, yön değiştirip sokağın diğer tarafından gelmeye çalışırken geç kalmıştı.
Cenazende sadece ben, bina görevlisi ve yönetici vardı. Başka kim olabilirdi ki? Helallik isteyecek kimsen yoktu ki bu hayatta bizden başka! Hatta sadece ben…
Hakkım sana helal olsun baba, helal olsun, helal olsun! Kim ne derse desin senin için, benim için, bizim için, benim hakkım sana defalarca helal olsun. Beni, hayatım boyunca delirmemek için çırpındığım o koca bilinmezlikte bir başıma bırakıp gitmiş olsan da hakkım sana helal olsun…
Hoca duasını bitirdikten sonra mezarının başında biraz yalnız kalmak istedim. Eğildim, toprağını öptüm. Altında yattığın toprağa, üzerinde duran ağaca emanet ettim seni, etrafında uzanan mezarlık komşularına… “Tanımasanız da onu, sadece ölmüş olduğunuz için sizi çok severdi,” dedim onlara. Bu hayatta ne büyük iş başarmışlardı sana göre; tek bir eylemle, sadece ölerek… Ne kadar rezil bir hayat geçirmiş olursanız olsun, sadece ölerek bütün hatalarınızı affettirdiniz, aferin size.
Sığırcıkların ötüşünü sen de duyuyor musun baba? Defne ağaçlarımızı hiç boş bırakmıyorlar.
Gün geçtikçe azalmak yerine artıyor kederim. Yataktan çıkmayı hiç istemiyor, yemek yemeyi unutuyorum çoğu zaman. Yemek yemeyi unuttuğum için ilaçlarımı almayı da unutuyorum. Sen olsaydın sürekli kontrol ederdin, “İnci bugün ilacını aldın mı?” diye sorardın. Sesindeki şefkat benim ilacımdı, söylemiş miydim? Çok kızgındım sana, bunu da hiç söylemedim, değil mi? Psikiyatristim hastalığımın ailede başka birinde olup olmadığını sormuştu. Sense başka kimsede olmadığını söylemiştin. Aileden kastın kimlerdi baba? Konuşmalarınızı duyduğumu bilmiyordun, sen doktorun odasındayken ben asistanı ile bekleme odasında oturuyordum. Asistan odadan çıktı bir an, kapıya kulağımı dayadım konuştuklarınızı duymak için. Ketumluğunu doktor karşısında da bırakmadın. Yine hiçbir şey öğrenememiştim. Ama için rahat olsun, Sylvia geldiğinden beri diğer arkadaşlarım gelmiyor.
Pijamalarım bol geliyor artık biliyor musun, belimden düşüyor. Lastiklerini sıktım hepsinin. Yenilerini almak için dışarı çıkmam gerekecekti yoksa. Çıkamam. Bazen perdeyi aralıyorum, hemen geri kapatıyorum. Gün ışığına dayanamıyorum. O gün mezarlıkta da kör edici bir ışık vardı; bir müddet oturdum, sonra eve geldim, ne yapacağımı bilmeden koltukta oturdum. Bi ara odana gittim, bütün çekmecelerini karıştırdım, sana ait ne varsa tek tek baktım. Eve dair tutulmuş gelir gider hesaplarının olduğu birkaç not defteri, içinde antika sayılabilecek bir kol saati ve kol düğmeleri olan bir kutu, birlikte çekilmiş fotoğraflarımız… İşime yarayacak hiçbir şey bulamadım, ne bir telefon numarası, ne bizden başkalarının olduğu bir fotoğraf… Sanki sadece ben değil, sen de kaya kovuğundan çıkmıştın. Yoktu baba, bizim bir geçmişiz yoktu.
O gece sabaha kadar uyumadım. Çok sevdiğin o şarkıyı mırıldandım durdum.
İki küçük kol düğmesi… Bütün bir aşk hikayesi…
Ve o boşlukta günler, haftalar akıp gitmeye başladı.
İki düğme iki ayrı kolda… Bizim gibi ayrı yolda…
Ayakta durmakta zorlanıyorum, yatağa oturuyorum. Kol düğmelerin başucumda duran komodinin üzerinde. Sen gittiğinden beri ara sıra aynı şarkıyı söylüyorum, söylerken bir yandan da düğmelere bakıyorum. Annem olduğunu düşündüğüm bir kadınla seni hüzünlü bir aşk hikâyesinde hayal ediyorum. Birbirinizi çok sevmişsiniz, dedem evliliğinize karşı çıkmış. Hamile kalan annem beni sana bırakmak zorunda kalmış. Sen de ondan sonra kimseyi sevememişsin. Bu hikâyeyi bazen çok sıradan buluyorum. O zaman başka bir hikâye uyduruyorum. Annem senin sevgine layık bir kadın değilmiş. Seni başka bir adam için terk etmiş. Sen de intikam olarak beni bir daha ona göstermemişsin. Sonra bu hikâyeyi de fazla klişe buluyorum. Belki ben senin öz kızın değilim. Evlatlık aldın beni. Mezarını açtırıp dna testi mi yaptırmalıyım? Hayır, asla. Senin babam olmadığın bir dünyayı hayal edemiyorum. Umutsuz bir aşk hikâyesinin çocuğu olduğum düşüncesi bir nebze iyi geliyor.
Kol düğmelerinin yanında duruyor en sevdiğin kitaplar. Sen öldükten sonra kitaplıktan alıp buraya koydum onları, mesai yapar gibi erkenden uyanıp okumaya başladım. Ne yaparsam yapayım hiçbir şey seni özlememi engellemiyordu. Sylvia ile konuşmaya başlamam, seninle artık konuşamadığım o günlere denk geldi. Kafamın içinde sürekli anlatıyordum, çocukluğumu, seni, senin gidişini, bitmeyen sorularımı, sığırcıkları, defne ağaçlarını… Sonra ona sorular soruyordum, büyüdüğü dünyaya, Londra’daki yaşamına, babasının ölümüne, kocasının onu terk etmesine, intiharlarına, çocuklarına dair… Bütün bunları kendi kendime değil de onunla yüz yüze konuşmanın daha iyi olacağını düşündüğümde, ona bir mektup yazmaya karar verdim. O mektubu sana da okuyacağım, bekle.
Sivvy,
Sen gazdan zehirlenmiş uzanırken mutfağında, sürekli senin hakkında konuşuyorlar. Kocanın sadakatsizliği, babanın ölümü, önceki intihar girişimlerin, çocukların, şiirlerin, romanın… Vakit geçirecek bir şeyler hep buluyorlar. Neden anlamıyorlar sence mutluluğun üzerimizde eğreti bir elbise gibi durduğunu? Kahkalarımızın ardındaki o zifiri karanlığı neden fark etmiyorlar? Cehennemiyle doğanlar için başka bir dünyanın mümkün olmadığını nasıl anlatabilirim onlara? Anlamazlar. Her ömrün bir bahanesi vardır, her ölümün de. Her şeyi mantıklı bir çerçeveye sığdırmaya çalışan sağlamlara bırakılmış parçalar senin, bizim hayatımızdan geriye kalanlar. Yalnızca mutfakta uzanan bedenine bakanlar görebilecek ellerinde taşıdığın o acıyı.
Son günlerde seninle, bizimle ilgili çok düşünüyor ve okuyorum Slyvia. Yalnız yaşıyorum ve yalnız yaşamakla birlikte kendimi yalnız da hissediyorum. Bu genel bir kural değilmiş. Bazıları yalnız yaşar ama yalnız hissetmezmiş. Babam bir gün sığınacak bir yer bulamazsam mezarlığa sığınmamı çünkü ölülerden bize asla zarar gelmeyeceğini söylemişti. Şu an mezarlığa da gidemiyorum çünkü evden mezarlığa giden yolda karşılaşacağım yaşayanlardan korkuyorum.
Bu mektubu sana kendi mutfağından kalkıp benim mutfağımda uzanır mısın diye yazıyorum. Zehirlenmen için ocak gazım ve zehirlenirken gaz dışarı çıkmasın diye kapının altına koyman için havlularım var. Rahatça ölmen için her şeyi hazırladım, lütfen gel ve benim evimde öl.
Mektubu yazdıktan bir süre sonra Syvlia geldi baba, ricamı geri çevirmedi. Mektubumu aldığında mutlu olmuş. Londra’daki evde değil de başka bir mutfakta ölmeye yatma fikri onu heyecanlandırmış. Geldiği gün uyumadan sabaha kadar sohbet ettik. 1963 yılının 11 Şubat günü yaşadıklarını anlattı. Nasıl da hüzünlendim o anlattıkça. Sen olsan “Çok fazla empati kuruyorsun İnci,” diye uyarırdın beni. Nasıl kurmayacaktım ki baba? Frieda ve Nick’i yatırınca, gazdan zehirlenmesinler diye odalarının penceresini açık bırakmış, biliyor musun? Uyandıklarında kimse gelmemiş olabilir diye yataklarının yanına ekmek ve süt bırakmış. O bunları anlatırken annelik böyle bir şey mi acaba diye düşündüm. Keşke… Ted’in onlara bakacağından emin olduğunu söyledi. Başka bir kadın için kendisini terk etmiş olan kocasına güveniyor olması tuhaf değil mi? Çocukları için son hazırlıkları yaptıktan sonra mutfağa geçip kapının altını havlu ile kapatmış ve gazı açmış. Kimse gelmemiş onu kurtarmaya, kimsesiz ve mutsuz, başarısız onca denemeden sonra ölmeyi başarmış. Buz gibiymiş hava, bütün hayatı donduran bir soğuk varmış. İngiltere en soğuk kışlarından birini yaşıyormuş o yıl, tıpkı şu an burada olduğu gibi. “Hiçbir ceset çürümezdi o soğukta,” dedi. “Yaşam o gün dondu, ruhum çıkıp gidemedi bedenimden, buz gibi soğuk o Şubat gününde Londra’daki evin mutfağında asılı kaldı. Yıllardır tek başıma uzanıyordum o mutfakta,” diye anlattı o günleri.
Sarı saçları, keskin bakışlı ama bazen insana donuk da gelen iri gözleri, hüzünlü ve çocuksu, belki bazılarınca muzip denebilecek yüz ifadesiyle çok güzel bir kadın Sylvia, Demi Moore kadar olmasa da güzel. Yazdıklarından çok hayat hikâyesiyle, hatta bazen sadece intiharıyla akıllarda yer tutmuş, ne acı değil mi baba? Gerçekten onu tanıdığını söyleyebilecek kaç kişi var acaba bu dünyada… Bazen bir kişiyi gerçekten anlamış olmak, bu dünyada onunla birlikte milyonlarca kişiyi anlamak anlamına gelebiliyor, ya da tam tersi, bir kişiyi hakikatiyle, bütün gerçekliği ile göremediğimizde, onun gibi olan başkalarının da hakikatini ıskalıyoruz. Sivvy’i gerçekten tanısalar beni de tanırlar. Böylece belki ben de çıkabilirim bu evden.
Komodinin üzerindeki kitaplara dokunuyorum tek tek. Kokluyorum ellerinin kokusu sinmiş midir kağıda diye. Ben de Sylvia’ya seni anlattım biliyor musun? Tıpkı Oğuz Atay gibi, Dostoyevski gibi, Orhan Pamuk gibi mühendis olduğunu… Hayır hayır, Orhan Pamuk olmaz, yaşayanlar bizim konumuzun dışında. Yazarlar en yakın akrabalarımızdı, değil mi? Sivvy’e, mesain bitince oyalanmadan eve geldiğinden, akşam saatlerini roman okuyarak geçirdiğinden bahsettim. Ah o romanlar… Okumak için seçtiğin yazarların ölmüş olmasına özellikle dikkat ederdin. “Tıpkı diğerlerine olduğu gibi, yaşayan yazarlara da güvenemeyiz,” derdin, “Her an ortaya çıkıp kendileri ve yazdıklarıyla çelişecek, saçma sapan hareketlerde bulunarak bizi hayal kırıklığına uğratacak şeyler yapabilirler. En iyi yazar, ölü yazardır. Söyleyecekleri ve yapacakları her şeyin bitmiş olmasına dikkat etmeli.” Kitaplığımız ölü yazarlar koleksiyonuydu, hatta en sevdiklerinin portreleri bile vardı. Miguel De Unamuno’yu büyükbabam olarak hayal ederdim, Dino Buzzati amcamdı, Dostoyevski büyükbabamın babasıydı… ama kendime hiç anne seçemezdim çünkü sen kadın yazarların resimlerini koymamıştın. Sevdiğin hiç kadın yazar yok muydu sahiden?
Kitaplardan birini açıyorum. Altını çizdiğin satırlara göz gezdiriyorum, senden bir şeyler yakalama çabam, benim hep söylenmemişleri yakalama çabam… Korkardım bazı soruları sana sormaktan. Kaç kere denedim de sessizliğine çarparak daha çok yara almadım mı? “Bu dünyada sadece sen ve ben varız,” derdin. Seninle başlayan benimle biten bir soy zinciriydi bizimkisi. İş çıkışı kimseyle bir yerlerde oturup çay kahve içtiğini hatırlamıyorum, benden de aynı şekilde davranmamı beklerdin. Erken yaştan itibaren aramızda kuralları hiç konuşulmamış bu düzene uydum. İsteseydi eğer, diğer insanlar gibi gezer, tozar, arkadaş edinir, belki evlenirdi diye düşündüm. O beni seçmişti, diye avuttum kendimi. Sen beni seçtiğin için ben de seni seçtim, ne okulda ne mahallede yakın arkadaş edindim. “Biz birbirimizin en iyi arkadaşıyız,” derdin, “Biz iki kişilik bir takımız.” İlkokula gidiyordum. Öğretmenim bir gün evimize ve sana dair sorular sormuştu. Evde neler yaptığımızı, kimlerle görüştüğümüzü, annemi görüp görmediğimi… Ben de eve gelince sana anlattım. Ertesi gün müdürün odasını basıp hayatımıza burnunu sokmaya kimsenin hakkı olmadığını, bir daha böyle bir şey yaşanırsa bakanlığa şikayette bulunacağını söylemiştin. “Kimsenin sorularla kafanı karıştırmasına izin verme İnci, onlar bizi anlayamaz,” dedin. Onlar bizi neden anlayamazdı? Biz kimdik?
Sığırcıklar uçtu baba, sesleri gelmiyor. Defne ağaçları bomboş kaldı, yine gelirler mi acaba? Yatmak istemiyorum. Ağır ağır, duvarlara tutuna tutuna mutfağa doğru yürüyorum. Odamdan mutfağa giden koridor bu kadar uzun muydu? Duvardaki sığırcıklara dokunuyorum, hepsini sen gittikten sonra çizdim. Bütün koridor duvarları onlarla dolu. Hiçbiri tek uçmuyor. Yırtıcı hiçbir kuş yiyemeyecek onları.
Ne kadar zaman sonra mutfak kapısının önüne geldim, anlayamadım. Kapıyı açıp Sivvy’nin yanına uzanıyorum, onunla uzanmak iyi geliyor baba.
Bir gün Sivvy’ye kalkmasını söyledim, “Belki birileri vardır bizim haricimizde. Eğer bulabilirsek onları, toplanıp hep birlikte yürürüz yaşayanların üzerine,” dedim. “Sivvy, uyan! Sivvy? Sivvy! Sivvy… Sivvy. Sivvy, lütfen uyan!”
Sivvy kalkmadı. Ben de o günden sonra ısrar etmeyi bıraktım.
Sylvia yine de iyi bir ev arkadaşı, sadece hassas olduğu bazı noktalar var. Yönetici bir şey söylemek için kapıyı çaldığında çığlık atmaya başlıyor. Neden anlamadım ama bu adamı hiç sevmiyor. Halbuki Bay McCarthy çalışkan bir yöneticidir, sen çok takdir ederdin bu yönünü. On üç dairelik apartmanın bütün hesaplarını çok titiz tutar. Zaten onu kızdırmamak için her şey istediği şekilde yapılmaz mı? Bütün komşular onu ve onun nezdinde Cumhuriyetçileri çok sever. Sen de severdin. Zaten Cumhuriyetçileri sevmek bizim apartmanın genel kuralıdır, yoksa ev verilmez. Kira kontratında sadakat ilkesi maddesine çok gülerdim. Sen de kızardın, bunda gülünecek ne var diye… Hangi yöneticinin aklına gelirdi ki böyle bir madde, komikti işte.
Sivvy geldiğinden beri adam zile basacak diye ölesiye korkuyorum. “Bay McCarthy,” diyorum, “Zile basmasanız keşke.” “İnci Hanım benim ismim McCarhty değil, Ahmet,” diyor. Zavallı adam adını karıştırıyor. Onu üzmemek için yanlış hatırlayan kişinin ben olduğumu söylüyorum. Yüzüme boş boş bakıyor. “Bir şeye ihtiyacınız olursa, söyleyin lütfen,” dedi son gelişinde, “Hepimiz size yardım etmek için hazırız.” Bir şeye ihtiyacım olduğunu da nereden çıkardı?
Sylvia… Bir de üst komşunun elektrikli süpürgesinden hiç hoşlanmıyor. Kadın neredeyse iki günde bir ev süpürüyor ve Sylvia’nın çığlıkları böyle zamanlarda dayanılmaz oluyor. Birkaç hafta önceydi, artık dayanamadım Sivvy’nin çığlıklarına, üst komşuya çıkıp hangi elektrikli süpürgeyi kullandıklarını sordum. Hoover isimli bir Amerikan firmasına aitmiş ve piyasanın en kaliteli süpürgesiymiş. Dedi ki makinesini övmek için, “Bırak evi, bıraksan ülkeyi bile tertemiz eder. Hatta kafanda kirli düşünceler varsa onları bile çeker.” Bir şey söylemedim ama irkildim, ülkenin tertemiz olması fikri midemi kaldırdı. Hem kafam ile ne ilgisi var, bir şey mi ima etmeye çalıştı sence? “Bizim evde temizlik meselesi hallolunmuştur,” diye bitirdi konuşmasını, kibarca gülümsemeye çalıştım memnuniyetsizliğimi gizlemeye çalışarak.
Başımın ağrısı artıyor, midem iyice bulanmaya başladı. Geçer ama değil mi, hep böyle kalmaz? Sylvia üzgün olmama dayanamıyormuş. “Ocağı aç, gel yanıma uzan, nasıl iyi hissettiğine kendin bile inanamayacaksın,” dedi. O benim en iyi arkadaşım, ona güveniyorum, tıpkı sana güvendiğim gibi. Mutfakta uzandık, tavanı izliyoruz şimdi birlikte. “Sığırcıkları görüyor musun?” diye soruyor. Baba inanmazsın ama gerçekten tavanda sığırcıklar uçuyor. Şekilden şekle giriyorlar, bazen ikiye bazen üçe ayrılıp kümeler halinde uçuyorlar. Seslerini de duyuyorum. Tıpkı çocukluğumdaki gibi… Sylvia bu gösterinin bana özel olduğunu söylüyor. Keşke sen de görseydin…
Bir şey oluyor baba, olmaması gereken tuhaf, sıra dışı bir şey oluyor. İçlerinden biri yön değiştiriyor ve diğerleri onu takip etmiyor. Neden hedeflerini şaşırdılar? Tek başına kaldı sürüden ayrılan. Diğerleri başka yönde kümeleniyor.
Kalp çarpıntım artıyor, nefes almakta zorlanıyorum…
Gökyüzünde kavis çizerek bir doğan yaklaşıyor bütün yırtıcılığıyla. Yiyecek zavallı sığırcığı.
Hayır diyorum bağırmak istiyorum bağıramıyorum ağzımı hareket ettiremiyorum hayır diyorum doğan çok yaklaştı baba doğan yiyecek onu şimdi geri dön geri dön geri dön dön geri doğan dön geri.
Comments