Öykü: Pencere
"Geçici olarak gelmiş de iki güne asıl evine gidecek sanki."
Şebnem Gürler Oakman
Kaç zamandır eski evini görüyor rüyasında. Bazı detaylar değişse de ana hatlarıyla tekrarlanan bir rüya bu. Pek muntazam bir L şeklinde olan salon büyüyüp diğer odaları yutmuş gibi duruyor, yamulmuş, köşeleri kaybolmuş. Eşyalar aynı ama salon büyüyünce onlar da birileri uçlarından çekiştirmiş gibi eğri büğrü haller almışlar. Uzamış, ortası incelmiş kanepede oturuyor. Yalnız. Yüzü, ardında gerçek hayattaki park değil beton bir blok olan pencereye dönük. Bu artık pencere olarak adlandırılamaz, diye geçiyor içinden. Pencere dediğin dışarıya açılmaz mı, açıldığında içeri hava girmez mi, açılması bir ferahlık getirmez mi?
Rüyada duvarlar koyu gri, isli duman rengi. Oysa evin duvarlarını hep şampanya rengine boyatırlardı, annesi hayattayken, o bu rengi sevdiğinden… Annesinin ölümünden sonra badana yaptırmadı, salonda uzun uzun oturduğu günlerde kararan yerleri hayvanlara benzettiğini hatırlıyor. Duvarları boyatmanın aklından bile geçmemiş olması şimdi ona tuhaf gelse de bunu kendine açıklamakta gecikmiyor. İnsan bazen yapamaz, elinde olmaz, basireti bağlanır!
Rüyadan uyandığında hemen kendisine gelemiyor. Yatağını, yorganını, duvarları, tavanı kolaçan edip nerede olduğunu anlaması birkaç saniyesini alıyor. Yeni evinde, yeni yatak odasında, taşındı ya… Odanın köşesine yığdığı, aylardır açılmamış koliler, ondan önce oturanların bıraktığı, sökmeye uğraşmadığı posterler, tavanda sallanan çıplak ampul -eski evinden getirdiği sallantılı, kristal avizeleri de takmadı ki daha-, pencereye uymadığından bir kısmını açık bırakan, eprimiş tül… Geçici olarak gelmiş de iki güne asıl evine gidecek sanki. O an tam olarak hesap edemese de taşınmasının üzerinden günler değil aylar geçtiğini biliyor, öyle ise neden bir türlü yerleşemedi?
Kendini zorlayıp rüyada neler olduğunu hatırlamak istiyor. Her ne kadar karanlık ve iç karartıcı da olsa rüya onu eski evine götürüyor, bir yanı orada, büyük bir yanı hem de… İyi ve kötü günleri, sevinçleri ve acıları o evde, başka bir yere kök salamıyor. Rüyayı kontrol edip evin bozulmamış haline gidebilse büyük bir keyif duyacak. Gözlerini yumup kendini zorluyor ama nafile! Uyanık şimdi. O halde rüyayı hatırlamaya gayret etmeli. Bölük pörçük anları birleştirerek anlamlı bir akış elde edebilir mi?
Şekli şemalı bozulmuş salonda oturup artık pencere olmayan çerçeveli camdan betona bakıyordu, ya sonra? Abisi girmişti rüyaya, yıllardır görmediği, uzaklardaki abisi!
Onu göremiyor, sadece sesi geliyor, salonun hakimiyeti altında büzüşmüş odaların birinde olmalı. Hep kısaltarak kullandığı adı ile çağırıyor onu. Alaycıdır, şakacıdır, üstüne büyük çocuklara özgü bilmişlik de eklenince kalp kırdığı çok olmuştur. Oysa rüyada çaresizce sesleniyor, bir yere sıkışmış, kurtarılmak ister gibi çıkıyor sesi. Ama salondan çıkış yok ki gidip abisini kurtarsın. Kapılar da pencereler gibi kapılıktan çok birer sahne dekoru olup çıkmışlar. Kolları dahi yok.
Abisi yıllar önce onu annesi ile eski evde bırakıp Kanada’ya göçmüştü. Pırıl pırıl bir bahar günü, kanepede çayını içerken söyleyivermişti gideceğini, akşama sinemaya gidiyorum, der gibi rahat... Uzun zamandır uğraşıyormuş ama kimseye haber vermemiş, kuraya katılmış meğer, sürpriz! Medeni bir memlekete gideceğinden hayatının kurtulacağına kanaat getirmiş, yırtmak buna denirmiş! E artık geride kalanlar düşünsün, hep beraber batacağımıza birimiz çıksın karaya, değil mi ama!
Annesi; büyük çocuğunun uzak ve soğuk bir yere gideceğine mi yansın -üşür ayol orada, yazları bile soğukmuş-, ölse cenazesine yetişemeyeceğine mi, böylesi önemli bir değişiklikten son dakika haberdar olduğuna mı, hiçbir zaman onun maharetine erişemeyecek küçük çocuğunun eline kalacağına mı?
Cılız seslerle dilenen hayırlar büyük beklentilerle yüklü abisine ulaşmamıştı. Gitmenin coşkusu ve heyecanı kalanlarla olan bağlarını inceltmişti, inceltmese nasıl gitsin? Ne olacak ki diyordu, yaşar giderler, ben varmışım yokmuşum, önemli mi? Arada gelirdi zaten, iş ki orada düzenini kursun, sonra hepsi olurdu, onlar da ziyaretine gelirdi, bu dünyada göç eden edene zaten, harekette bereket var, dememişlerdi boşuna.
Kural, kaide varmış annecim, yetmiş iki millet öyle yaşıyormuş bir arada, herkes işinde gücünde, akşamüstü evinde, huzurlu, sakin… Buradaki gibi keşmekeş yokmuş, altta kalanın canı çıkmıyormuş orada!
Kuşkulu gözlerle bakıyordu annesi ona. Çok uzak, bilinmezliklerle dolu diyarlara gidecek oğlunun verdiği bilgiler, bırakın başka ülkeleri diğer şehirlere bile seyrek gittiğinden, ona masal gibi geliyor, bir yanı ile her zaman güvendiği oğluna inanmak istiyor, öte yandan içindeki kaygılı sesi bastırmakta zorlanıyordu.
Giden gitmiş, kalan kalmıştı. Altta mı geride mi kaldıklarının önemi yoktu, canları çıkacaktı belli ki. Annesinin canı çıkmıştı gerçekten, abisi gittikten sonra fazla yaşamamıştı.
Büyük evladının gidişi ile evine olan düşkünlüğü iyice artan kadın zamanla evin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş, zorunlu olmadıkça dışarı çıkmaz olmuştu. Kanepede saatlerce oturur, parkta oynayan çocukları seyreder, abisine gönderilmek üzere kazak, atkı örer, uzakları gösteren programları izler, özlemini ve kederini sessizce yaşardı. Örülenleri abisine göndermek kolay olmuyordu, ilk zamanlar uğraşıp didinip paralar harcayarak gönderse de bir süre sonra bu iş onu çok yorduğundan örülenleri belediyenin ikinci el eşya kumbaralarına tıkmaya başladı. Abisi ile zaten çok seyrek konuşuyorlardı, örülenlere gelene kadar… Kırk yılın başı söz onlara gelirse yoldadır, gelir, uzun sürermiş, deyip konuyu değiştiriyordu. Bazen de uydurduğu haberleri paylaşıyordu annesiyle. Abim yazmış, mavi atkı onu çok sıcak tutuyormuş, iş arkadaşları da bayılmış, baklavalı kazağı mağazadan almış sanmışlar, annen de nasıl becerikli kadınmış, diyorlarmış… Annesi, bu anlattıklarına inanıyor muydu yoksa numara mı yapıyordu, bilemiyordu ama neyse ki onu bozmuyor, merakla dinliyor, o yakın arkadaşlar kimmiş, onlara da öreyim, bone de örüyorum, kulaklarını filan saracak adam gibi, diyerek bilerek ya da bilmeyerek oyuna dahil oluyordu.
Bir gün, abisi gittikten çok sonra, durduk yere, yalnız bence, demişti, öyle hissediyorum, iş arkadaşı filan işte kalır, bu çocuğun yarenlik ettiği kim var oralarda… Gecenin bir vakti kapısını çalacağı, omzunda ağlayacağı, dudağını büktüğünde canının sıkkınlığını anlayıp gel bir çay içelim diyecek birisi var mıdır? Gurbet zor, sen bilmezsin. Annesi nereden biliyordu ki?
Zihnini zorlayarak rüyayı hatırlamaya çalışıyor, abisi ona sesleniyordu ya, sonra ne oldu? O da abisine sesleniyor, tüm gücü ile haykırıyor, abiiiii, neredesin sen, ev değişmiş, bulamıyorum seni. Ama insanın avazı çıktığı kadar bağırıp sesinin çıkmadığı rüyalardan birisi bu. Salondaki kanepede bir başına oturuyor, kapana kısılmış bir hayvan kadar çaresiz…
Bu noktada uyanıyor hep, ağzı açık, sessiz çığlıklar yarıda kalmış. Annesi yok bu rüyada, sadece bozulmuş eski ev ve abisinin sesi…
Abisine annesinin hastalığını, hastanelerde geçirdikleri günleri, sıkıntıları fazla detaya girmeden yazdığında, bir iki cümlelik cevaplar almıştı. Yaşlandı tabii, olacak bunlar, kolay gelsin. Para lazım mı, elimden ne gelirse… Ben de ancak geçiniyorum, kiralar yüksek burada da. Hafta sonu ararım, sevinir. Ümidi kesmeyelim, can bedenden çıkmadıkça…
Sonra evle baş başa kalmıştı. O kadar uzun zamandır o evde yaşıyordu ki; babası annesi abisi ve o, babası ölünce annesi abisi ve o, abisi gidince annesi ve o, sonunda sadece o…
Şampanya rengi duvarlara asılmış manzara resimleri, kanepenin yanındaki sepete yığılmış renk renk yün yumakları, uçlarındaki dantelleri aşınmış beyaz tüller, annesinden kalan turuncu melamin tabaklar, bakımsızlıktan kurumuş bir iki bitki, resim çerçevelerindeki gülen yüzler -abisinin hiç görmediği kızı iki yaşına girmiş-, orta sehpanın üzerinde Kanada’dan gelen kar küresi… Eski ev deyince ilk anda aklına gelenler bunlar. Taşınırken hiçbir şey atamamıştı, yaşlılık belirtisiymiş bu, geçen birisi paylaşmış, eski eşyalara aşırı bağımlıysanız dikkat edin, nesliniz tükeniyor… Kolilere tıkıştırıp atamadıkları öylece bekliyor yeni evde, çürüyecekler belki, dönüşüp başka varlıklar olacaklar.
Annesinin ölümünden sonra üstüne çöken, kanepede oturmak dışında hiçbir şey yapmama isteğini önce eve bağlamıştı. Ev artık üstüne üstüne geliyor, onu hapsediyor, harekete geçmesini engelliyordu, ondan kurtulsa, ah bir özgür olsa… Neler yapacaktı neler!
Evi kiraya verip taşınma kararı alırken -abisi de memnun olmuştu bu karardan, değişim iyi gelecek sana demişti, ben nerelere geldim sen bir evden çıkamadın- yeni eve aylarca yerleşemeyeceğini, kanepenin yerinin bir türlü içine sinmeyeceğini, kolilerin çoğunu bir türlü açamayacağını, eski evi haftada birkaç kez rüyasında göreceğini öngörememişti. Bir hayalet gibi peşinde dolaşan eski evden kurtulamamıştı, onu seviyor, özlüyor ve onun yüzünden acı çekiyordu. Ne eski eve aitti artık ne de yenisine…
Madem rüyaya geri dönemiyor, daha fazla detay da hatırlayamıyor, yataktan kalksın, yapacak pek bir şeyi de yok gerçi ama âdettendir, sabah kalkılır. Kocaman bir pazar günü var önünde. Eski evin sokağında bir tur atsa, olmaz, kiracı görse rahatsız olur… Merhabanın ötesine geçmediği komşular ile konuşacak lafı da yok! Arkadaş, eş, dost çoktan plan program yapmıştır, kimi arasın?
Şimdiki evine el atsa, ortalığı toplasa, düzene koysa alışır belki ona, için için sevmeye bile başlar… Kendini bir otelde gibi hissediyor, yemek yaptığı ya birdir ya iki bunca zamandır. Denese mi, en basitinden, makarna, yağda yumurta… Bari mutfağa yığılmış hazır yemek kutularını atsa, o da bir adım!
Kalkıp bilgisayarın başına oturuyor, haberlere, insanların yazdıklarına, yorumlara göz atıyor, kayda değer bir şey yok. Durup durup rüya ve eski ev geliyor aklına. Artık biliyor ki bu rüya güzel olmayacak, evin şekli her seferinde daha fazla bozulacak, kapılar, pencereler açılmayacak, salonda kapalı kalacak, abisine ulaşamayacak… Yapacak tek şey var, çok önceden yapmalıydı bunu.
Sahibinden satılık daire, yüksek giriş, ferah salon, üç oda, park manzaralı.
Kalkıp pencereyi açıyor, serin rüzgarla havalanan tülü kenara çekiyor, derin derin nefes alıyor. Dalları bulunduğu kata uzanan heybetli meşe ağacına hiç alıcı gözle bakmamış. Pencereler açılmak için, diyor içinden, ferahlamak için…
Hüzünlü. Ama güzel...