top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Sezonluk

"Masanın sol tarafına yayılmış sarı çiçeklerden birini seçip yeşil sapını kesti. Parlak taç yapraklarını araladı, ortalarındaki sarı kısmı özenle çıkardı. Sağ elinin yanındaki beyaz kaba attı. Bir, iki, üç, dört… Masada sadece bir tane kalana kadar devam etti. Tam ona uzanırken evin ön avlu kısmından gelen tanıdık sesle irkilip dikeldi."


Cemre Öğün


Eliyle ince plastik poşetin içini yokladı. Çok kalmamış. Poşeti ters çevirip masaya boşalttı. İçindekiler azalınca aran dur, böylesi daha kolay. Kambur sırtını düzeltti, derin bir nefes aldı. Çişi var ama bitirmeden kalkmayacak. Masanın sol tarafına yayılmış sarı çiçeklerden birini seçip yeşil sapını kesti. Parlak taç yapraklarını araladı, ortalarındaki sarı kısmı özenle çıkardı. Sağ elinin yanındaki beyaz kaba attı. Bir, iki, üç, dört… Masada sadece bir tane kalana kadar devam etti. Tam ona uzanırken evin ön avlu kısmından gelen tanıdık sesle irkilip dikeldi. Eviyenin üstündeki uzun ince pencereden baktı. Beyaz bir araba taş duvarların arasından geçip toprak avluya girdi. Elindeki çiçeği temizlemeden diğerlerinin yanına fırlattı. Ellerini önüne silip önlüğü kafasının üstünden çıkardı. Mutfağın dar kapısından çıktı. 

Uzun koridorda hızla ilerliyor. Burası mutfağa göre serin ve loş, yüksek tavandaki küçük yuvarlak fil gözleri de olmasa tamamen karanlıkta kalacak. O ilerledikçe sesler güçlenip netleşti. Koridor geniş bir hole açıldı, oradan da giriş kapısına.


Avluya çıkınca gözlerini kısıp kırpıştırdı. Öğle güneşi yüzünü yaktı. İçerinin sessizliğinden sonra ne zaman dışarı çıksa ağustos böceklerinin sesi kulaklarını tırmalıyor. Gözleri aydınlığa alışınca gördü. Beyaz arabadan iniyorlar. İlk olarak kadın. Onun boylarında, sarışın, güleç biri. Sonra adam, en son da çocuk. Kocasının sesi avluda yankılandı.

“Hoş geldiniz! Hoş geldiniz! Elif Hanım değil mi?”

Toprak açıklığın öteki tarafından arabaya yürüyor. Daha iyi görebilmek için elini gözlerine siper etti. Kocası önce kadının, sonra adamın elini sıktı. Kadın ona bakıyor. Kafasıyla selam verip durduğu yere doğru seslendi.

“Merhaba!”

Kocası kadının bakışlarını takip etti. Onu görünce güldü, elini ona doğru uzattı.

“Neden orada duruyorsun Tuğba, gelip misafirlerimizle tanış! Eşim Tuğba, ben de Ozan.”

Karşı çıkmadı, yavaş adımlarla yanlarına gitti. Kadının ve adamın elini sıktı. Tanışma faslı bitince kadın gözlerini avluda gezdirdi.

“Ne kadar güzel bir yeriniz var!”

Ozan atıldı.

“Tuğba size içeriyi gezdirsin isterseniz. Sonra da odalarınıza yerleşirsiniz. Biz beyefendiyle bavulları ve giriş işlemlerini halledelim.”

Tuğba önde, Elif ve küçük oğlan arkada eve girdiler. Holden geçip beyaz yüksek duvarların arasında ilerlediler. Arada arkasına bakıyor. Küçük oğlan parmaklarını duvarın pütürlü yüzeyinden ayırmadan yürüyor. Annesi ise tavandaki fil gözlerine, koridordaki eski eşyalara bakıyor. Beyaz bir kapının önünde durdular. Anahtarı üstünde. Tuğba çevirip kapıyı açtı.

“Odanız burası. Umarım beğenirsiniz.”

Yana çekilip geçmelerine izin verdi. Elif çift kişilik yatağın hemen karşısındaki tırnak aynanın önünde durdu. Bir müddet kendine baktı, sonra gözlerini aynanın köşelerinde, çevresinde gezdirdi. Eliyle mobilyanın ahşabını yokladı. 

“Antika, değil mi? Buralarda var mı böyle şeyler?”

Meraklı gözlerle ona bakıyor. Omuzlarını silkti.

“Maalesef hiç bilmem. Hepsi anneannemden kalma.”

Kaşlarını kaldırdı. Vücudunu ona çevirdi, kollarını kavuşturdu. 

“Ev ailenizden mi kalma?”

Gülümseyerek kafasını salladı. Yanakları hafifçe ısındı.

“Evet. Ailecek kullandığımız ev…”

Kadın bahçeye açılan ahşap kapıya yöneldi. Keten perdenin arasında kulpunu buldu. Çevirmeye çalışıyor. Yanına gitti, mecbur yardım edecek.

“Ben açayım isterseniz.”

Kulpu tutup sertçe çevirdi. Ahşap kapı açıldı. Ağustos böceklerinin gürültüsü içeri doldu. Elif bahçeye bakarken sordu.

“Hep burada mı yaşadınız?”

Gözlerinin içine bakıyor. Yutkundu. 

“Hayır. Ben bankacıyım.”

Şaşkın. Gülümsedi.

“Öyle mi? Hangi banka? Ben de bankadaydım, çok yeni iş değiştirdim.”

Kalbi şimdi daha hızlı çarpıyor. Koridorda yerde sürülen valiz ve ayak sesleri gittikçe yaklaşıyor. Sessizliği yeni bir soruyla yine Elif dolduruyor.

“Şimdi çalışmıyor musunuz?”

Cevap vermek için ağzını açtı. Dudaklarının arasından onun sesi yerine Ozan’ınki çıktı.

“Çalışmıyor.”

İki adam odaya girdiler. Geniş, beyaz, sessiz mekân birden kalabalıklaştı. Valizleri duvarın kıyısına bıraktılar. Ozan onun yerine devam etti. 

“Uzun zamandır buraya taşınmak istiyorduk. Tuğba’nın işi de artık kâbusa dönüşünce bırakmaya karar verdi.”

Ona yaklaşıp sırtına hafifçe vurdu. Vücudu belli belirsiz sarsıldı. Kocasının terli yüzüne bakıp kafasını salladı. 

“Evet, çalışmıyorum.”

Aileyi odalarında bırakıp çıktılar. Koridoru sessizlik içinde yürüdüler. O önde Ozan arkada. Hole ulaştıklarında mutfağa uzanan diğer koridora saptı. Kocası avluya açılan kapıdan çıkıp dışarının aydınlığında kayboldu. 

Mutfak evin geri kalanına göre nemli. Biraz önce masanın üstünde bıraktığı beyaz kabı musluğun altına koydu. Göz ucuyla kapının üstündeki saate baktı. Yemeğe yetişecekler. Önlüğünü kafasından geçirip sabah soyduğu soğanları doğramaya başladı. Acaba kadın hangi bankadaydı? Gözleri yanıyor. Lafını tamamlayamadı ki. Yüzü bir yerden tanıdık mı? Yaşlar yanaklarından çenesine akıyor. Gözlerini kırpıştırdı. Doğramaya devam etmeli. Yoksa akşama yetişmeyecek. İşini bırakmadan önce gittiği son geziyi hatırladı. Bir soğan daha aldı. Ortadan ikiye kesti. Doğramaya başladı. Kadın yöneticiler için hazırlanmış bir saçmalık... Arkasında duyduğu sesle irkildi. 

“Pardon, su rica edebilir miyim?”

Boş elini karnına götürdü. Derin bir nefes aldı. Elindeki bıçağı doğranmış soğanlarla kaplı ahşabın üstüne bıraktı. 

“Tabii, bir saniye elimi yıkayayım.”

Elini eviyede yıkadı. Buzdolabının yanına gidip kapağı açtı. Elif’e döndü. 

“Soğuk?”

Kafasını salladı kadın. Buzdolabındaki cam şişelerden birini alıp, iki büyük bardağa doldurdu. İlk yudumlarını sessizlik içinde içtiler. Cesaretini topladı. 

“Demin yarım kaldı. Siz hangi bankadaydınız?”

Elif ağzındaki suyu yuttu, cevap verdi. 

“Ben Kentbank’ta çalıştım yıllarca. Şimdi başka bir şirkette çalışıyorum. İşler biraz daha yoğun.”

Elini havada dolaştırdı. 

“Bizim de hayalimiz aslında böyle bir yer. Çok şanslısınız.”

Kulakları zonkluyor. Burnundan aldığı hava yetersiz, ağzını açtı. 

“Aslında…”

Elif’in hâlâ havadaki eline bakıyor.

“Aslında…”

Kadın gözlerini olabildiğince açmış, büyük bir sır duyacakmış gibi bekliyor. Konuşması koridordan yükselen sesle kesildi. 

“Anne!!”

Elindeki bardağı ortadaki masaya bıraktı. 

“Bizim ki! Akşam sohbet edelim biraz, olur mu?”

Sessizce kafasını sallıyor. Kadın koridorda kaybolunca bardağındaki suyu bitirdi. Soğanlarına döndü. 

Pembeleştiler. Üstlerine bir kaşık salça koyup kavurmaya devam ediyor. Ocaktan yükselen sıcak yüzünü yakıyor, davlumbazdan gelen güçsüz hava akımı ince saç tellerini hareket ettiriyor. Kentbank. Kadın Kentbank’ta çalışıyormuş. İnsan kaynaklarından Aylin de bir ara Kentbank’ta çalışmamış mıydı? Gözlerini kıstı, hatırlamasına yardımcı olacakmış gibi sararmış duvardaki yağ lekelerine bakıyor. İşten ayrılırken en çok didinenlerden biriydi Aylin. Kalman için elimizden ne geliyorsa yaparız. Aynen böyle demişti. Karıştırmayı bıraktı. Ocağın altını kapadı. Kafasını çevirmeden tezgâhtaki pirinç dolu kabı alıp tencereye boşalttı. Böyle demişti. 

Sırtı ağrıyor. Ahşap sandalyenin arkasına yaslandı. Burada yemek yaparken anneannesi de annesi de sırt ağrılarından şikâyet ederdi. Bankadaki odasına aldırdığı siyah koltuğu getirip buraya koysa… Küçük taş mutfağın içinde kolçaklı döner koltuğu gözünde canlandırdı. Güldü. Kocasını hayatta buna ikna edemez. İlk geldiği günden beri evin ne kadar otantik olduğunu anlatıyor. Son çiçeğin de içini doldurup büyük metal tencerenin zeminine yerleştirdi. Tencereyi sapından tutup kendine çevirdi. İçine baktı, o kadar muntazam ki. Arkasındaki saate göz attı. Yetişir. 

Fokurdayan tencereyi arkasında bıraktı. Avluya çıkacak. Elif’in Kentbank’taki işini merak ediyor. Ortak tanıdıklarını. Koridorun sonuna kadar yürüdü, ev sessiz. Dışarıda olmalılar. Ağır kapıyı kendine çekerek açtı. Gözüyle boşluğu taradı. İleride akasya ağacının dibindeler. Kumaş şezlonglarda. Yanlarına yürürken seslendi.  

“Merhaba, bir isteğiniz var mı?”

Elif’in kocası, adını hatırlamıyor, gülümseyerek kaykıldığı yerde doğruldu.

“Çok teşekkürler, şimdilik yok…”

Adamın cümlesini arkası avluya dönük şezlongdan yükselen tanıdık ses böldü. 

“Hayatım gelsene! Ben de misafirlerimize buraları anlatıyordum.”

Omuzları düştü. Elif ve adam oturdukları yerden ona bakıyorlar. Köy hayatını anlatsın diye. Ozan’ın yanına gitti. Şezlongunun ahşap kolçağına eğreti bir şekilde oturdu. Ozan kollarını başının arkasına yerleştirdi. Önce gülümseyerek ona baktı, sonra misafirlere. 

“Tuğba olmasa buraya gelmemiz mümkün değildi, ona teşekkür etmem lazım.”

Kafasının arkasında ördüğü ellerini çözüp, birini sırtına yerleştirdi. 

“Bizim tarafta köy möy hiçbir şey yok. 50’lerde ne varsa satıp şehre yerleşmişler. Ben neredeyse üçüncü kuşağım. Ama burayı gördüğüm gün âşık oldum. İnsan gibi yaşıyoruz.”

Elini sırtından çekip işaret parmağını karşısında oturan kadına salladı.

“İnanın şehirde tutsağız hepimiz.”

Kafalarını sallıyorlar. Kucağına yerleştirdiği avuçlarına baktı. Parmaklarının boğumlarındaki nasırlara, bir yılda kalınlaşmış derisinin üstündeki çiziklere… Ayağa kalktı. 

“Ben mutfağa döneyim.”

Fokurdamaya devam eden tencerenin kapağını açtı. Suyunu tamamen çekmiş. Ocağı söndürdü. Eviyenin üstündeki dar pencereden gelen ışık beyaz duvara vuruyor. Kızıl uzun bir dikdörtgen. Yemeğe hâlâ zaman var. Tencerenin yanında bekliyor. Parmaklarını sarı dolmalara değdirdi. Uçları yanınca çekti. İşaret parmağına üfledi. Baş parmağıyla ovdu. Kaygan. Sıcak tavalara kahvaltı için attığı gözlemeleri çevirmekten, fırından çıkmış ekmekleri aceleyle kesmekten. Diğerlerine de tek tek baktı. Parmak izleri neredeyse kaybolmuş. Küçük parmakları dışında. Onları sadece on parmak yazarken kullandı. Elini tekrar tencerenin içine soktu. Sıcak dolmalardan birini tuttu. Çıkardı, tezgâhın üstündeki servis tabağına özenle yerleştirdi. Bir tane daha ve bir tane daha…

İşi bittiğinde pencereden duvara vuran ışık soluk bir pembeye döndü. Parmaklarının ucundaki gibi bir pembeye. 

Mutfağın ortasındaki masaya dolaptaki mezeleri dizdi. Önceki gün haşladığı otları ve diğer her şeyi. Uzaklaşıp eserine baktı. Güzel gözüküyor. Zeytinliğe bakan arka kapıyı açtı. Dışarının ışıklarını yaktı. Ağaçların arasına serpiştirilmiş altı masa. Denizden, köyün diğer taraflarından ve odalarından çıkıp gelecek misafirleri bekliyor. Önlüğünün cebine sayısız çatal ve bıçak koyup dışarı çıktı. Bunları masalara özenle dağıttı. Bardakları. Tuzluk ve biberlikleri. İşi bittiğinde sıcak akşamüstü güneşi yerini tatlı bir serinliğe bırakmıştı. Üstünü değiştiremeyecek. 

Misafirler uzun koridordan büfenin hazır beklediği mutfağa gelmeye başladılar. Denizden ıslanmış saçları, yaz kokularıyla bezenmiş hafif keten kıyafetleri mutfağın havasını yeniledi. Ona sessizce selam verip tabaklarını doldurmaya koyuluyorlar. Sonra dışarı çıkıp daha ilk günden seçtikleri masalarına oturuyorlar. Kocası ilk masalar dolduktan sonra mutfakta belirdi. Ona göz kırpıp zeytinliğe açılan kapıdan çıktı. Masalarına yerleşmiş misafirlerle konuştuğunu duyabiliyor. 

“Deniz çok güzeldi, kaçırdınız.” dedi üç gün önce tek başına gelen genç. Kocasının kahkahası bahçeyi inletti.

“Biz hep gireriz! Siz keyfini çıkarın!”

Ensesindeki terler sırtından aşağı aktı. Tezgâha yaslanıp ileri geri sallandı. İçeride en az dört kişi var şimdi. Her seferinde yeni bir şey bulacaklarmış gibi masanın çevresinde dönüp duruyorlar. Çiçek dolmalarına çatallarını batırarak tabaklarına geçiriyorlar. Zarı çok ince olanlar büyük çatallara dayanamayıp dağılıyor, dağılanlar servis tabağına terk ediliyor. 

Mutfak boşalmaya yüz tuttuğunda Elif koridorda gözüktü. Kentbank’lı kadın. İçeri girip gülümseyerek ona selam verdi.

“Biraz kestirdim. Yol yorgunluğu…”

Gözleri masaya kaydı. Heyecanla yaklaştı. 

“Ellerinize sağlık, neler var burada?”

Yanına yaklaştı. Masadaki otları işaret ederek,

“Bu buranın otu, bazen etli de yapıyorlar ama ben zeytinyağlı tercih ediyorum. Bu şevketi bostan zaten bilirsiniz, terbiyeli…”

Elif dinledi. O anlatırken masadan aldığı tabağı doldurmaya başladı. Dört kenarlı masanın son kenarına, kabak çiçeklerinin yanına ulaştılar. Gururla gösterdi.

“Ve kabak çiçeği dolması…”

Lafı yine bölündü.

“Beğendiniz mi?”

Kocası. Elini masanın üstünde gezdirip devam etti.

“Hepsi buranın yemekleri.”

Kadın gözlerini ondan ayırdı, Ozan’a döndü. Avuçlarını sıkıyor. Kabak çiçeklerinin durduğu tabağa baktı. Beyaz porselenin üstüne saçılmış pirinçlere. Hızla uzandı. Tabağı aldı. Göğsüne yakın bir yerde tutuyor. Kocasının bakışları üstünde. Tabağın üstünde.

“Tuğba, ne yapıyorsun?”

Suratında gergin bir gülücük, bekliyor. Cevap vermedi. Adam eliyle masada dolma tabağından boşalan yeri gösteriyor. 

“Bıraksana, Elif Hanım da alacaktı…”

Kadın huzursuz, kafasını iki yana sallayıp bir şeyler geveledi. 

Ani bir hareketle parmak uçlarının üstünde dönüp hızla kapıdan çıktı. Basamakları atlaya atlaya indi çocukluğunda yaptığı gibi. Çevresine baktı. Uzun zamandır yuvasından çıkmamış, burayı yabancılıyor. Arkasında kocasının sesi. Onu mutfaktan bahçeye inen basamakların başına kadar takip edebilmiş.

“Tuğba’cığım, istersen içeride…”

Dinlemiyor.

Masaların hepsi dolu. Gözüne boş bir sandalye kestirdi. Tek başına gelen gencin masasında. Sandalyeyi çekip oturdu. Genç adam hafifçe ayağa kalktı, şaşırmış olmalı. Kabak çiçeklerini önüne koydu. Ona bakıp gülümsedi. Zarı yırtılmışlardan başladı yemeye. Arada kafasını servis tabağından kaldırıp çevresine bakıyor. Mutfak kapısının hemen dışında çaresizce bekleyen kocasına… O yedikçe misafirlerin iştahı kaçmış olmalı. Çatal bıçaklarını sırayla tabaklarına, tabaklarının yanlarına bıraktılar. Umurunda değil. 

Servis tabağı tamamen boşalıncaya kadar yedi. Üstünde tek bir pirinç tanesi bırakmadı.

Comments


bottom of page