top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Sıradan Bir Sefer

Yazarın fotoğrafı: LiteraLitera

“Eziğim ben ezik. Otur diyorlar oturuyorum. Gel diyorlar geliyorum, git diyorlar gidiyorum.”


Özlem Arslan Oskan


“Ah benim güzelim, nar çiçeğim az mı emek verdim sana. Çok borca girdim seni almak için…Gerçi mazota zam gelmeseydi kredi borcumu çoktaaan kapatmıştım da neyse... Şükür ödüyoruz kazandığımızla.” diye düşünüyordu derin derin. Karısı az önce arayıp akşama abisinin geleceğini söylemişti. “Birader sever. Bir büyük kapıp gideyim bari. Bizimki de mezelerinden hazırlasa nasıl güzel gider yanında ama her zaman yapmaz, suyuna gitmeli.” diye düşündü. Gel gelelim, minibüsteki yolcular, insanı yakın vadeli hayal kurarken bile rahat bırakmazdı. Arkadan yüzüne doğru bir el uzandı:

“Şurdan bir tam bir öğrenci alır mısınız?”

“Buyrun para üstünüz.”

“Teşekkürler.”

Şoför, dolmuştaki vaziyeti değerlendirmek için başını sağa çevirerek omzunun üstünden şöyle bir kapıya, dolmuşun içine baktı. Yetmedi, dikiz aynasından arkaları kontrol etti. “Şu hale bak, yine doluştular kapının önüne. Ne binene izin veriyorlar ne de inene. Üstelik arkadaki koltuk da boş,” diye mırıldandı. Hemen ardından,

“Abla, abla! Arkada boş yer var geçiverin,” diye seslendi. Şoförün dikiz aynasından bakarak kendisine seslendiğini anlayan kadın, ister istemez “Abla anandır!” diye içinden geçirdiyse de nezaketle cevap vermeye çalıştı: 

“Sağ ol kaptan, arkası tutuyor beni.”

Şoför, kadının cevabından memnuniyetsiz, kafasını sola sallayıp elini kolunu yukarı kaldırdı. “Arkadaş, arkaya oturmayı kimse istemiyor. Dolmuş ulan bu, taksi değil! Hey Allah’ım!” diye düşünürken kadının sinirleri tepesine çıkmış, aklından sevimsiz cümleler geçiyordu: 

“Sanırsın altın kaplama taht sundu da ben oturmadım. Allah Allah! Kıç kadar yer var o da benim kıça kadar değil. Tövbe, tövbe… Zaten canım burnumda…” 

O sırada büyükanne, elinden sımsıkı tuttuğu torunu ile dolmuşa bindi. Kapının yanında oturan genç, kan ter içinde kalmış kadını görünce isteksiz de olsa yer verdi:

“Geç otur teyze.”

Yüzünde muzaffer bir gülümseme, “Sağ ol evladım,” diye cevap verdi kadın. Torununu kucağına oturtup nefeslenmek istedi ama çocuk bu, durur mu…

“Bana ne, ben kendim oturcam, bana ne, bana ne!” diye omuz silkiyor, yaşlı kadının onu saran kollarından kurtulmaya çalışıyordu.

“Evladım gel kucağıma, her yer dolu.”

“Sen kalk ben oturcam!”

“Aaaa ne ayıp, insan babaannesini kaldırır mı?

“Bana ne! O zaman başka yere otururum,” diyerek göz açıp kapayıncaya kadar kalabalığı yarıp arkadaki boş koltuğa oturdu. Büyükannesinin,

“Tekerlek üstü bak miden bulanır. Zaten hastasın…” diye diller dökmesi boşunaydı.

“Babasını besle, büyüt yetmez bir de oğluyla uğraş. En azından Hakan söz dinlerdi. Haaaa, söz dinlemedi mi… azıcık etini çimdikleyiverirdim. Buna onu da yapamıyoruz. Hemen annesine yetiştiriyor, müzevir!” diye aklından geçirirken başını arkaya doğru uzatıp koltuğa iyice yerleşen ve halinden pek memnun torununa baktı. “Şuna bak, sıpa! Şu tatlılığı olmasa hiç çekilcek şey değil…” diye düşünerek gülümsedi.

Şoförün, “Gel abim, gel ön koltuk boşaldı.” diye yanını işaret ettiği, üst tutamaca asılmış iri kıyım adam, vites kutusuyla koltuk arasındaki daracık boşluktan ıkınarak geçip koltuğa kendini bıraktı. “Ooooh, şöyle bir yerleşeyim. İyi oldu. Yoruldum vallahi, şikayetlerin ardı arkası kesilmedi bugün, sahadan şubeye geçemedik.” diye düşünürken bir taraftan da başıyla şoföre selam verdi. Eeee, o artık sıradan bir yolcu değildi, muavin koltuğunda oturan bir yolcuydu! Oturunca gözünün önüne gelen göbeğini eliyle sıvazladı. “Göbeği de çok büyüttüm. Dünya kupası bahanesine her maçta büyük boy cipsle birayı gömersem olacağı buydu.” diye pek yerinde bir tespitte bulundu. Ev yoluna düştüğünden olsa gerek gün boyunca aklının ucuna gelmeyenler geliverdi: “Evde yemek yok, buzdolabı tamtakır…N’apsam ki? (….) Salçalı makarna yanına da sarımsaklı yoğurt… Behzat’ın maması bitmişti yoğurtla birlikte onu da alırım.” 

Şoför, hastane durağından yaşlı bir kadını aldı. Kadın, ilk basamağa bastonunu koydu, bir eliyle ondan, diğer eliyle demir tutamaçtan aldığı güçle önce bir ayağını hemen peşinden diğer ayağını attı. Diğer basamağı da bu şekilde çıkması haliyle biraz zaman aldı. Kadıncağız henüz tutunamamıştı ki şoför, kaybettiği zamanı çıkarırcasına gaza bastı. Yolcular, hava yastığı görevi gördü yoksa düz yolda bile dengesini sağlaması zor olan kadının düşmesi kaçınılmazdı.

Her ne kadar yüreği ağzına gelse de ses etmedi. Öyle ya! Hastaneye giderken evinin önünde binip hastanenin önünde iniyor. Dönüşte de hastanenin önünde biniyor, evinin önünde iniyordu. “Bu kadarcık şey de olur.” diye düşündü. Tutunacak bir yer bulunca avucuna sıkıştırdığı parayı uzattı:

“Evladım bir kişi uzatır mısın?”

“Bu gençlerde büyüğe hiç saygı kalmadı. Haftada iki gün fiziğe gidiyorum, dönüşte tekrar bozuluyorum. İnsan bir yer verir büyüğüne. Ayaktakilere ne demeli… Ha bir de kocaman sırt çantaları var devenin hörgücü gibi! Evladım sırtından indir elinde tutuver değil mi, yooook nerdeeee! Zamane gençleri...Bak hiçbiri bana bakıyor mu? Hah, koltuk boşaldı! Tersini düzünü mü arıycam şimdi, belim koptu…”

Az önce büyükanneye yer veren gencin sıkıntısı büyüktü. “Ooooffff, çok sıkıştırdı. Eve de çok var. (….) Tüh, tutamadım! Iıııııııy! Öğlen çorbaya sarımsak atmasaydım iyiymiş. Öööf öf! Anlamamışlardır değil mi benim yaptığımı? Hı? Aman nerden anlıycaklar zaten balık istifi gidiyoruz. Hıh, neyse dağıldı...” diye kendini rahatlatadursun gencin etrafındakiler, gaz maskesi olsa takacaklardı.

Büyükanne, bir eliyle yüzünü yellerken aklından pandemi günlerini geçirdi: “Aaaaah ah, nerde o pandemi günleri… Herkes maskeyle binerdi. Ayakta yolcu almazlardı. Bir de Şevket beyi kaybetmeseydim… Torununun büyüdüğünü görmesini isterdim. Hem parka falan da çıkarır, azıcık rahatlatırdı beni. Ah Şevket Bey ah, ne vardı erkenden gidecek!”

Genç, dolmuşa bindiğinden beri onu rahatsız eden karın ağrısından kurtulduğundan dolmuşa başka gözlerle bakmaya başlamıştı: “Benim de şöyle bir minibüsüm olsa... Üniversite sınavıymış, girdiydim giremediydim uğraşmam. Yalnız para üstünü nasıl dönücem, o kısım beni zorlar.” Gözlerini kısarak, şoför mahallinin üstündeki güneşliğin üzerine yapıştırılmış kâğıtta yazılanları okumaya çalıştı: “Hah, bu tam bana göre işte! Adam yazmış, kaç kişi kaç lira verirse ne kadar para üstü dönecek. Ben para üstü verene kadar yolcular ineceği yere gelir çünkü. Hi hi! Aracı kullanmakta sıkıntı yok. Askerden sonra ilk işim ehliyet almak, sonrası kolay...” diye düşünerek kariyer planları yapmaya koyuldu.

“Affedersiniz, bakar mısınız? Havasız kaldık da camı açabilir misiniz?” diye rica etti yolculardan biri ayakta duran delikanlıya. Delikanlı, hoşlandığı kızla ilk buluşmasına gidecek gibi giyinmiş, süslenmişti. Saçlarının briyantinle taranmış hali ve etrafa yaydığı parfüm kokularından öyle olması da kuvvetle muhtemeldi.

“Efendim, ha tabii…” diye cevapladıktan sonra bir hayli uğraştı camı açmaya.

“Ne açılmaz cammış bu, sıkışmış herhalde. Şimdi bir cam açamazsak da olmaz… Kodumun camı!” diye içten içe köpürürken “Bir dakika, ben bir deneyeyim.” diyerek araya giren kadın, camı bir hareketle açıverdi. Delikanlının suratı kıpkırmızı kesildi. Camı açmak için elini acıttığına mı yansın onun yapamadığını bir kadının yaptığına mı bilemedi. Kadın, arkadaki koltuğa oturmayışını haklı kılan bir fiziğe sahipti. Orta boyun üzerinde, geniş omuzlu, etine dolgundu. Onun için camı açmak işten bile değildi. Annesiyle iş çıkışı buluşmak için sözleşmiş, az sonra görüşecek olmanın iç sıkıntısıyla boğuşuyordu: “Oooh, biraz hava geldi! Benimki yine neler yumurtlayacak bakalım? Ne gibi sorular hazırladı canımı sıkacak? Hakkını vermek lazım ama iyi hazırlanıyor. Son buluşmamızda, evlilik için daha fazla geç kalmamam gerektiği ile ilgili uzuuunca bir nutuk dinlemiştim. Bu sefer nerden vuracak? Ayhhhh içim daraldı! İşim var görüşemiycem desem n’olacaktı sanki. Neden hayır diyemiyorum ben bu kadına?” 

Yolculuk sürerken binenler olduğu gibi inenler de oluyordu. Yaşlı teyze ayaktaki orta yaşlı adama boşalan yanını işaret ederek,

“Otur oğlum, gel bak tutuyorum kapanmasın.” dedi. Adamın tereddüt ettiğini görünce: 

“Ters oturmak mı dokunuyor, niye oturmuyorsun?” diye sordu. Adam mahcup bir ifadeyle cevap verdi:

“Yok annem yok, ondan değil. Tamam sağol, sağol…” diyerek oturdu.

“Eziğim ben ezik. Otur diyorlar oturuyorum. Gel diyorlar geliyorum, git diyorlar gidiyorum. Müdür herkesin içinde nasıl bağırdı bana. Bir çift laf edemedim. Desene, ben üzerime düşeni yaptım; bana verdiğiniz raporları inceledim, o raporları Özkan Bey inceleyecekti diye. Eziğim ben ezik! Umutsuz vakayım… Benden bir cacık olmaz. Oooof ooof!” diye kimsenin duymadığı ama içini kaplayan derin bir of çekti. O sırada yaşlı kadın, başını adama doğru eğip koluna parmağının ucuyla dokunarak:

“Evladım aslında beni de ters oturmak tutuyor ama n’apıcaksın ayakta dursam daha kötü.” 

Adamın sormasına fırsat vermeden devam etti:

“Bel fıtığım var zaten, fizikten çıktım korumam lazım kendimi.”

Adam hafifçe gülümseyip başını sallamakla yetindi. İç muhabbetini böldüğü için kızgındı ve kadının bel fıtığı onu zerre kadar ilgilendirmiyordu. Teyzenin konuşmasına fırsat vermemek için gözlerini dolmuşta gezdirdi ve tavandaki aylı yıldızlı ışıkları gördü. 

“Ay ve yıldızlar… Açık bir gecede gökyüzünü seyretmek ne güzeldir. Nurperi’yle kampa gittiğimizde gece sahile inmiş, el ele koyun koyuna saatlerce... Yani milattan önce. Nurperi bana boynuzu takmadan önce… Ya yine aklıma geldi o…neyse. Başka karı kalmadı sanki dünyada! Nurperi de Nurperi! 15 sene oldu 15! Önüne bak be adam! Kadın sana boynuzu taktığı adamla evlenip bir de üç çocuk yaptı. Sen hala Nurperidesin! Tüh sana!”

“Evladım bir şeyin mi var, yüzünün rengi attı? Nane şekeri vereyim mi miden bulandıysa?” diye sordu yaşlı kadın. Bu mahzun yüzlü adam, onda hazırda bekleyen şefkati uyandırmıştı.

“Yok annem, yok sağ ol iyiyim. İyiyim, iyiyim…” dese de soğuk soğuk terlemeye başlamıştı.

“Nerde iyisin, bok gibisin! Ooooof! Bir dakka bir dakka…Doktor ne dedi, dikkatini kendinden başka şeylere çevir. Nefes al, ver. Nefes al, ver. Nefes al, ver...” diye düşünerek birkaç kez nefes alıp verme pratiği yaptı. Kendi kendini yatıştırdıktan sonra gözlerini dolmuşun içinde gezdirmeye devam etti.

“Vişne rengi deri döşemeler minibüsün hatlarını ne güzel çerçevelemiş. Yeni kaplatmış herhalde. Şofördeki vizyona bak be! Bi de bana bak! Adam mısın sen be!” diyerek döndü dolaştı muhabbeti yine kendine çevirdi.

Adamın tepesinde, bir eliyle telefonu tuttuğu diğer eliyle de ekranı kaydırdığı için hem koltuğa hem de farkında olmadan adama yaslanmış olan genç kız, o sırada sosyal medyanın altını üstüne getiriyordu: “Ay aylaynıra bak. Süpeeeer! Fiyatı nasılmış? Olay yani! Kesin almalıyım. Kay-det-tim! Hah, ta-maaaam! Pelin yine havasını atmış. Bir de güzelim sanıyor. Yorum yapmadan geçemiycem: kusan surat, kusan surat. Ha, hay! Ay hiç güleceğim yoktu...”

Şarjının azaldığını fark etmesiyle dolmuşta olduğunu anımsadı ve kafasını telefondan kaldırıp etrafına bakındı. “Neyse avemenin yakınına gelmişiz. Ay bu kafası emme basma tulumba gibi sallanan köpeklerin modası geçmedi mi hala? Bu sene de dolmuş kreasyonunda salla baş köpekler göz doldurdu. Ha ha ha! Komiğim ya, engel olamıyorum falan yani… Dantelleri de sarkıtmış amcam. Evi sanıyor galiba. Hoş böylesini evlerde bile göremezsin. Şu top top şeyler ne ya! Oha! Şoförün dikkatini dağıtmıyor mu bunlar?” diye düşünürken kulaklarındaki devasa kulaklıklardan ötürü kendi sesini duymadığından öyle yüksek sesle “Aveme’de incek vaaaar!” dedi ki uyuklamakta olan birkaç kişiyi uyandırdı.

Arka beşli koltuğun en sağındaki genç kadın, son okuduğu kitabın etkisindeydi. Zihnini, kitabın çağrıştırdığı fikirler yumağı sarmıştı ki gözüne dikiz aynasının yanındaki gösterge ilişti. 23 dereceyi gösteriyordu sıcaklık. “İç Anadolu havası işte... Sabah donarız, öğleden sonra yanarız. Ah nerede Ege’nin yumuşak havası...” diye iç geçirdi. Aynı gösterge şimdi de saati gösteriyordu: 20:34. “20:34 mü? Hiç alakası yok! Saaaat, bakayım 17:06. Dolmuşlardaki saatler hep yanlış saati gösterirken, sıcaklıktaki bu isabeti anlamak mümkün değil. Zamanı bilmek bizim için, hava sıcaklığını bilmekten daha mı az önemli?” diye yeni ve yine bir soruya daha asılmıştı ki ineceği yere yaklaştığını fark ederek ayaklandı. “Kaptan, müsait bir yerde inebilir miyim lütfen?” diye seslendi.

Bu sırada arkanın önünde, koridor kenarında oturan adam, kafasında birtakım planlar kurmakla meşguldü:

“Dolmuşta geçen bir kurgu yazsam… Dolmuş hikayesi… Sinemada şey var… Neydi… Çiçek Abbas! Şakir ve Abbas’ın atışmaları nasıl unutulur? Yavuz Turgul efsane ya…Benimkinde hikâye baştan sona dolmuşta geçsin. Var mıydı böyle bir şeeeey? Hıh, hatırladım! Ali Sunal’ın dolmuş şoförünü oynadığı komedi filmi…” Aklına takıldı ve telefonundan filmin adını araştırmaya koyuldu. “Heh! İşte böyle bir şey ama mizah ağırlıklı olmıycak, gerçekçi bir hikâye olacak. Benim bir şekilde faturalarımı ödemenin ötesine geçmem lazım. Radyo reklamları beni tatmin etmekten çok uzak. Geçen yazdığım metni fazla edebi buldular. Bir yazara reklam metni yazdırıp sonra da aşırı edebi olduğu için revize ettirmek de tam bize göre. Dilin sayısız imkanları var ve ben bunlarla oynamaktan keyif alıyorum, ba-yı-lı-yo-rum.” diye düşünürken karnından bir ses yükseldi.

“Guuooooouuuuuuurrk!”

“Öhö öhö öhö…” diye yalandan öksürerek durumu kurtarmaya çalışsa da yazarın karın gurultusu duyulmuş, hatta dolmuşta düşük şiddette deprem etkisi yaratmıştı.

“Evet bayılıyorum, bayılıyorum ama açlıktan bayılıyorum.” diye kendi kendine sızlandı.

Yazar, açlık krizini bastırdıktan sonra yolcuları gözlemlemeye koyuldu.  Önündeki koltuklarda ana kız oturuyordu. “İkindi güneşi, kendinden parıltısı olan değerli bir taş gibi olan yüzüne vurmuş, genç kızı ince narin okşamaktaydı...” diye içinden kıza güzellemeler yapadursun kızın güzelliğini fark eden sadece yazar değildi. Yanı başlarında dikilmekte olan yağlı saçlı, sivilceli yüzlü yeni yetme oğlan da dolmuşa bindiğinden beri çaktırmadan kızı izliyordu. Kız ise üzerindeki bakışların farkında olmaksızın annesiyle hararetli bir konuşma içindeydi:

“Anneee, bugün fizik hocası ders yapmıycakmış. Dershaneye 8’den sonra giderim.” 

“O zaman eve gider gitmez hemen bir şeyler ye Ece. Sonra da otur bir deneme sınavı çöz. Oldu mu kızım? Okulda yapılan denemede matematikten kaç yanlışın vardı?”

“İki.”

“Full yapıcaz annem, tamam mı? Hedefimiz full yapmak!”

“Tamam anneee!”

Şoför koltuğunun hemen arkasındaki adam sığışmak için dizlerini şoförün koltuğuna yapıştırmış; zaten küçük olan ve adamın kocaman elinin içinde adeta kaybolmuş, artık tedavülde olmayan telefonuyla konuşuyordu. Adam, telefondaki kişiyle, “Heeee beri bak, o 500’ü yatır bak! Neee! Ben Aligile söylemiştim. Sen 500 verceksin, o 400 vercek. O iş öyle! Hayır sen 500! Heeee? Hayır! Yarın hesaba yatır. Bak, bak! Yatır diyyom!” diye yüksek sesle tartışıyordu. Konuşmaya mecburen kulak misafiri olan yolculara gına gelmişti.

Onun yanında ince yapılı, sarışın, ellilerinin başında bir adam oturuyordu. Ellerindeki çatlaklar ve nasırlar, tırnaklarındaki boya izleri sanayide çalıştığını açık ediyordu. Yanındaki adamın konuşmasından rahatsız, içinden adama saydırdı: “E be adam, bir meseleyi halledemedin yarım saattir! Kulağım koptu. İşimi bitirmişim, evimin yolunu tutmuşum. İşittiğim muhabbete bak! Akşama kadar torna sesi, şimdi de bu bozuk plak!” Kucağında yuvarlakça bir şeyi incitmek istemez gibi tutuyordu. Yazarın, iki üç koltuk öteden aldığı patatesli kokusunun sorumlusu bu olmalıydı. 

Arkadaki ufaklık, elleriyle kendine direksiyon yapmış, hayali dolmuşunu kullanıyordu. Dolmuş durunca onun dolmuşu da duruyor, hareket edince ayağının altındaki pedallara var gücüyle basıyordu: “Vın vın vııııın…Vıııın vıııııın…Iıııııııııyk!” Dolmuş kırmızı ışıkta biraz fazla bekleyince canı sıkıldı, ellerini indirdi, gözlerini camda yürüyen küçük, yeşil sineğe dikti. “Aaaaaa, sineğe bak! Tuüüüüh! Tuüüüüh!” diyerek cama doğru acemice bir tükürük savurdu. Sineğin kıvamlı sıvıda debelenişini izlemek hoşuna gitti, kıkırdamaya başladı. İzleyip dururken, nedendir bilinmez, birdenbire minicik parmağıyla sineği bastırarak onu tükürükle birlikte cama sıvadı. Tam o sırada babaannesi seslendi:

“Haydi Mert, iniyoruz oğlum!” Yolcuların arasından sıyrılıp hızlıca büyükannesine ulaştı. Dolmuştan inerken yaptığı marifetmiş gibi anlatıyordu: “Babanneeee, sineği öldürdüm biliyor musun?” Babaannesi, “İyi yapmışın oğlum, aferin!” diyerek oğlanı geçiştirdi. Dolmuşa bindikleri gibi inmeleri de telaşlıydı.

Şoför, bugünlük son seferini tamamlamak üzereydi. Kendisini durakta bekleyen şoför arkadaşını son anda fark ettiği için dolmuşu biraz açıkta durdurdu. Koltuğuna arda koyduğu deri ceketini hızlıca alıp dolmuştan indi. Eli arkadaşının sırtında “Haydi kolay gelsin.” diyerek dolmuşu ona teslim etti.

Günün yorgunluğunu, su damlası lekelerinden müteşekkil cam çay bardağında demli bir çay içerek mahalle kahvesinde bırakıp tekel bayiinin yolunu tuttu.

Commentaires


bottom of page