Öykü: Son 24
"Kendine harcaması gereken enerjiyi etrafına dağıtmış anneanneniz. Aynı ampul gibi. Işık vere vere, voltajın inip çıkmasına dayanamamış ve telleri kopmuş."
Esra Bölgen
Uçakta birkaç saat öncesini düşünüyordum ağlayarak. İşten eve yeni gelmiştim. Bir Cuma klasiği olan arkadaşlarla barda buluşma ve haftanın yorgunluğunu atma planımız vardı. Tek derdim, üstümü bir an önce değiştirip buluşacağımız mekâna yetişmekti. Bir sene olmuştu Belçika’ya yerleşeli. İstediğim işi yapıyor, olmak istediğim yerde yaşıyordum. Makyaj yapıyordum telefonum çaldığında. İstanbul’dan, anneannemin altmış yıldır oturduğu apartmanda, yaşadığı yer kadar eski olan komşusuydu arayan. Gülerek açtım telefonu. Arardı beni ara sıra. Benim ikinci anneannem derdim ona. Sesini duyduğum an anlamıştım kötü bir haber alacağımı.
‘’Anneannen’’ dedi. ‘’Anneannen çok hasta. Hemen gelsen çok iyi olur.’’ Sabiş dememişti ilk kez. Anneannen demişti.
Sormadım bile ‘ne oldu?’ diye. "Tamam," diyerek kapattım telefonu çabucak. İlk uçağa bilet alıp, eşyalarımı toplamam ve arkadaşlara haber vermem birkaç dakikamı almıştı. Bilmiyorum belki de birkaç saat… Böyle anlarda zaman kavramı kayboluyormuş onu anladım. Hiç bitmesin dediğim şeyler çabucak biterken, hemen bitsin dediklerimin yıllar gibi sürdüğünü biliyordum da bitsin mi bitmesin mi diye karar veremediklerimin ne kadar sürdüğünü bilmiyordum. Hazırlanırken işte aynı böyle hissediyordum. Hem bir an önce hazırlanıp uçmak istiyor hem de karşılaşacağım şeyi düşünüp ağırdan alıyordum sanki. Zaman ne tuhaf bir algıydı. Birkaç saat önce gülerek işten çıkan ben miydim gerçekten? O bensem eğer şu an uçakta ağlayan kimdi peki? Uçağın tekerleklerinin yere değmesiyle birlikte kafamı tavana vurunca anladım kaçtığım gerçeğe yaklaştığımı. Merdivenlerden inerken yüzüme vuran ılık hava gülümsetti beni bir an. Öyle ya geldiğim yere çoktan kış havası gelmişti. Burası ise baharın son günlerini yaşıyordu. Belki de korktuğum gibi olmayacaktı. Bu hava bana olumlu bir işaretti belki de. Her olayı pozitif bir işaret olarak algılamayı anneannemden öğrenmiştim. Sabiş derdim hep ona. Sabire idi adı. Anneanne dememi istememişti. ‘Sabiş de bana’ demişti. Kim bilir belki de içinde anne olan bir kelimeyi yüreği kaldıramadığı içindi. Hiç sorgulamamıştım. O zamanlar bana çok havalı gelmişti anneanneme ismiyle hitap etmek. Onunla ilk karşılaştığımda beş yaşındaydım. Annemle babam benim de içinde olduğum arabayla kaza yapmışlar ve benim en ufak bir sıyrık almadan çıktığım kazada onlar hayatlarını kaybetmişlerdi. Hastanede sırtıma koydukları bir battaniyeye rağmen tir titrerken görmüştüm onu ilk kez. Mevsim kış olmasına rağmen başında, ucuna koca bir çiçek iliştirilmiş hasır şapka vardı. Şapkasının altından görünen sarı saçları aynı oyuncak bebeğimin naylon saçları gibiydi. Gözünde kocaman pembe kemik çerçeveli kelebek gözlükleri, sırtında sarı peluş kabanı, kırmızı deri pantolonu ve üstüne geçirdiği krem rengi çizmeleriyle oynadığı absürd-komedi tiyatro oyunundan fırlamış gelmiş gibiydi. Tüm bu tuhaflığına rağmen ‘ne kadar güzel’ diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Sanki bilinçli bir şekilde güzelliğini örtmeye çalışmış gibiydi. Bana doğru gelip, önümde eğilmiş ve ellerimi tutarak;
‘’Merhaba güzel kız. Ben anneannen. Bundan sonra birlikte yaşayacağız. Seninle çok anlaşacağımıza eminim ama tek bir şartım var. Bana anneanne demeyeceksin. Sabiş diyeceksin. Anlaştık mı?’’ dediğinde;
‘’Annemle babam neredeler?’’ demiştim söylediklerini hiç duymamış gibi. Duymuştum ama. Söylediği her kelime aklıma kazınmıştı. Çocuk aklımla annemi ve babamı bir daha hiç göremeyeceğimi anlamıştım. Benimki son bir çırpınıştı sadece.
Hiçbir şey demeden gülerek bakmıştı bana. Sonra da elini uzatarak;
‘’Ben de bilmiyorum. Belki zamanla birlikte öğreniriz nerede olduklarını. O zamana kadar onları mutlu edip birlikte çok eğleneceğiz,’’ demişti.
Bu, bana çok eğlenirsem geri dönerler hissi uyandırmıştı nedense. Kim bilir onunla çok eğlendiğimde suçluluk duymamak için ileriye yönelik bir avuntuydu belki de. İlk anda anlamıştım onunla çok anlaşacağımı ve onun beni hep koruyup kollayacağını… Beş yaşındaydım daha. Yaşamak nedir bilmiyordum ki ölmeyi anlayım. Şimdi ise annem ve babam, varlığım bir kanıt olmasa kurgu bir romanın kahramanları gibiydi.
Ama Sabiş? O, otuz yıllık hayatımın yirmi beş yılını geçirdiğim kanlı canlı tek tanığıydı. Kelime anlamıyla değil. Gerçekten hem kandı hem de candı o bana. El ele tutuşup evine ilk girdiğimde gördüğüm manzara biraz hayal kırıklığı olmuştu. Kendisi ne kadar renkliyse evi de o kadar sade ve yaşanmamış hissi uyandırdı bende. Sanki yıllardır kullanılmayan bir eve girmiştik birlikte. Bej rengi bir kanepe ve iki koltuktan oluşan küçük bir salonla, yine oldukça küçük bir mutfak ve sadece yatak ve dolabın olduğu iki odadan ibaretti ev. Evde yaşayan hiçbir şey yok gibiydi. Kendi evimizde hemen her köşede olan canlı çiçeklerden yoktu meselâ ya da evimizin duvarlarına asılmış tablolardan, sehpaların üzerine yerleştirilmiş mutlu aile anlarımızı belgeleyen fotoğraflarla dolu çerçevelerden de yoktu. Bu evde yaşayan tek şey anneannemdi. Evin temizliği ve düzeni dikkatimi çekmişti aynı zamanda. Bizim evde babamın sağa sola attığı çorapları, benim oynayıp da sonra toplamaya üşendiğim oyuncaklarım, sehpalar üzerinde içilmiş ve orada bırakılmış kahve kupaları olurdu. Annem hep söylenerek toplar;
‘’Sizin dağıttıklarınızı toplamak için ayrı bir kadın gerekir bu eve,’’ derdi kızarak. Babamsa annemin kızmasını duymamazlığa gelir ve bana göz atarak annemin arkasından sarılır, boynundan öperdi. O anda annemin tüm kızgınlığının geçtiğini fark ederdim. Gülmeye başlardı çünkü. Sanki biraz önce bize söylenen o değilmiş gibi. Nereden aklıma geldi şimdi annemle babam. Taksiye binip anneannemin kaldığı hastanenin adını söyledikten sonra ‘şu an düşünecek tek kişi Sabiş olmalı’ diye hatırlattım kendime. Durduramıyordum zihnimi. Bir yandan beş yaşıma, onunla hastanede ilk karşılaştığımız ana gidiyor, diğer yandan liseden mezuniyet törenimde bana gururla baktığı ana giderek sürekli zamanda dans ediyordu zihnim. Müco-yani Mübeccel Teyze- Sabiş’in can dostu, komşusu, kız kardeşi, ablası, annesi benim de diğer anneannem mesaj atmıştı bana hangi hastanede olduğunu.
‘’Seni orada bekliyor olacağım yavru kuş,’’ demişti mesajında. Beni ilk gördüğü an yavru kuş demişti. Sonra da adım öyle kaldı onda. Sabiş’in evine ilk girdiğimde şaşkın şaşkın etrafıma bakınırken girmişti içeri Müco. Onun girmesiyle ev yaşamaya başlamıştı birden. Ne tablolara ne fotoğraflar konulmuş çerçevelere ne de canlı çiçeklere gerek vardı artık. Anneannemin karşı dairesinde oturuyordu. İkisinin de kapısı hiç kapanmazdı. Tek ev gibiydiler. Sadece gece yatacakları zaman kapanırdı o kapı. Bir anda iki evim ve iki anneannem olmuştu. Gece dışarı çıkmalarımın başladığı ilk gençlik yıllarımda iki dairenin de ışığı ben eve girinceye kadar açık kalırdı. Eve girerken Müco kapıyı açar, ‘hadi kızım Allah rahatlık versin’ deyip geri kapardı kapıyı. Anneannem ne kadar zayıf, boyluysa Müco’da o kadar kilolu ve kısaydı. Anneannem bir cümleyse, Müco’da onun noktasıydı. Hiç evlenmemişti. Yıllarca yaşlı anne babasına bakmış, onları kaybettikten sonra da aynı evde yaşamaya devam etmişti. Onun da tek ailesi anneannemdi. Bu kadar farklı olup, bu kadar iyi anlaşan bu ikisini görmüştüm sadece. Belki onlar da biliyorlardı birbirlerinden başka kimseleri olmadığını. O yüzden sıkı sıkı sarılmışlardı birbirlerine. Benim gelmemle birlikte birbirlerine gösterdikleri tüm ilgiyi bana yöneltmişlerdi. Yemem içmemden sorumlu olan Müco, oyun arkadaşım ise Sabiş’ti. Okula giderken elinde sütüm, yutturmaya çalıştığı son lokmayla uğurlardı beni hep. Anneannem ise;
‘’Zorlama şu çocuğu. Kendin gibi yapacaksın bak,’’ derdi.
O da;
‘’Senin gibi kuru kemik olmasından iyidir,’’ diye cevap verirdi.
Annemle babam nereye gittiler bilmiyordum ama bu şoku atlatmak için daha iyi bir yer düşünemiyordum. Geldiğim yer bir lunapark gibiydi. Onların ağladığını, suratlarının asık olduğunu bir kez dışında hiç görmedim. O da annemle babamın cenaze töreniydi. Anneannem beni güzelce giydirip;
‘’Şimdi seninle annenle babanın bundan sonra yaşayacağı yere götüreceğim. Onları göremeyeceksin belki ama sen gittiğinde öten kuşlarla, açan çiçeklerle onlar sana hep hoş geldin diyecekler.’’
‘’Neredeler peki?’’ diye sorduğumda,
‘’Çok güzel bir yerdeler ama yetişkinler için,’’ demişti gülümseyerek. Cenaze boyunca elimi sıkı sıkı tutmuş, hiç bırakmamıştı. Çok az kişi vardı cenazede. Hiçbirini de tanımıyordum. Ne babamın ne annemin tarafından kimseyi bilmiyordum. Sadece birkaç iş arkadaşları, yaşadığımız semtin esnafı ve apartmandan komşular vardı. Kısa süren merasimden sonra herkes gitmiş geriye üçümüz kalmıştık. Sabiş ve Müco sessizce yanlarında getirdikleri çiçekleri koymuşlardı taze toprağın üstüne. Sonra bir tane de bana verip benim koymamı söylemişlerdi. Robot gibiydim. Ne denirse yapıyordum. Tam dönerken,
‘’Çok yoruldum Sabiş. Beni kucağına alır mısın?’’ dediğimde bana doğru bakmış;
‘’Tamam ama bir seferlik. Koca kızsın. Kucak da neymiş,’’ demişti kıkırdayarak. Ona sarılırken yanağımı yanağına dayadığımda fark etmiştim ıslaklığı. Gülerken nasıl ağlanırdı ki? Müco ise bize bakmış baş örtüsüyle yüzünün terini siler gibi yapmıştı ama ben anlamıştım onun da ağladığını.
O günden sonra gerçekten de koca kız olmuştum. Büyümüştüm birdenbire. Bana ne denilirse yapan, söylenen her sözü eksiksiz yerine getiren koca bir kız. Mutluydum ama. Nasıl olmayayım ki? Sağlıklı besleneyim diye etrafımda fır dönen Müco; hayatımı renkli bir lunaparka çeviren, beni herkesten koruyan, yüzümün asılmasına bir an dahi izin vermeyen Sabiş varken nasıl mutsuz olurdu insan. Çok ilginç cenaze dahil hiçbir zaman annemle babamın arkasından ağlamadım. Üzülmediğim için değil. Aksine onları çok özlüyordum ama onlar için ağlamaya fırsat bulamıyordum evdeki hareketten. Sabiş’in renkli ve farklı giyimi okul hayatımda arkadaşlarımın çok dalga geçmesine neden oluyordu ilk başlarda. Ben ise hiç utanmıyordum onun bu tarzından. Aksine gurur duyuyordum bu kadar renkli bir anneannem olduğu için. İlk zamanlar o okula geldiğinde kıkırdayıp, arkasından konuşan çocuklar bir gün beden çantamı unuttuğum için okula getiren anneannemin onlarla birlikte üstünde çiçekli taytı, payetli bluzu ve fosforlu spor ayakkabılarıyla koşmaya başlamasıyla onunla ilgili düşüncelerini değiştirmelerine neden olmuştu. Artık Sabiş herkesin Sabişiydi.
‘’Ne zaman okula gelecek? Bir gün size gelebilir miyiz?’’ sorularıyla etrafımda fır dönüyorlardı. Bir anda onun sayesinde okulun en popüler kızı olmuştum. O zaman net anladım.
Anneannem çiçekti. Etrafındaki herkes ise ona konmaya çalışan bal arıları.
Bazen evde ödev yaparken birden gelip, kitabımı kapar;
‘’Çok çalıştın hadi gel dans edelim’’ der, sonra da müziği son ses açıp hoplaya zıplaya dans ederdik birlikte.
Taksinin durmasıyla düşüncelerimden sıyrılıp etrafıma bakındım bir rüyadan uyanırcasına. Hastaneye varmıştık. Anneannemin odasının olduğu kata çıktığımda ilk gördüğüm kişi Müco olmuştu. Odanın kapısının önündeki koltukta, başı önde donmuş gibi oturuyordu öylece. Kalbimin ağzımda attığını hissettim bir an. Koşarak yanına gittiğimde fark etti beni. Beni görmesiyle yüzü ışımaya başladı birden. Bulutların altından güneşin birden çıkıp etrafı aydınlatması gibi gözleri parlamaya başladı.
‘’Ah yavru kuşum! İyi ki yetiştin,’’ diyordu bana sıkı sıkı sarılırken.
Altı ay önce konmuştu teşhis. Kanser bütün vücudunu sarmıştı. Umut yok diyordu doktorlar. İlk başlarda kemoterapi tedavisine başlasalar da vücudu kaldırmayınca kesmişlerdi. Bir süre hastanede kalmış, sonrasında da haftada bir kontrole gitmesini öğütlemişlerdi. Eve döndükten sonra tüm kontrolü Müco ele almış ve kendi araştırıp bulduğu doğal bitkilerle ayrı bir tedaviye başlamıştı.
‘’Her şey iyi gidiyordu aslında. Bugüne kadar…’’ dedi Müco sesi kısılarak. ‘’Beraber oturup sohbet ederken birden başı düştü. Elinde ona hazırladığım bitki çayı vardı, üstüne döküldü. Kaynar suyun neden olduğu acıyı bile hissetmedi,’’ dedi ağlamamaya çalışarak.
‘’Tamam Mücom. O çok güçlü bir kadın ve iyileşecek. Kesinlikle eskisinden de iyi olacak,’’ diyerek odaya dalacakken beni kolumdan tutup durdurdu.
‘’Biraz huysuz yalnız. Hastanede kalmak istemiyor. Beni evime götürün diye bağırıp duruyor. Bir de sana haber verdiğimi duyunca çok kızacak bana haberin olsun.’’
Hiçbir şey söylemeden elini sıkıp odaya girdim.
Odaya girdiğimde yatakta yatan kadını gördüğümde bir an yanlış odaya girdiğimi düşündüm. Sabiş hiçbir zaman çok kilolu olmamıştı ama yataktaki kadın sadece kemikten ibaretti. Güzelim sarı saçları dökülmüş, yerine tel tel yeni çıkan beyaz saçlar vardı. Dudakları ve gözleri sımsıkı kapalı, yüzünde sanki önemli bir maç öncesi konsantre olan bir sporcunun ifadesi vardı. Bunları düşünürken birden gözlerini açtı ve yüzündeki tüm hastalık ifadesi bir anda uçtu gitti.
‘’Yok’’ dedim. ‘’Benim Sabişime hayatta bir şey olmaz.’’
‘’Beni çıkar buradan minik kuşum. Evimize gidelim,’’ olmuştu ilk sözleri. Hayatlarına girdiğim günden beri bir kuş olmuştum ben. Müco’nun yavru kuşu, Sabiş’in minik kuşu… Bir gün ona ‘benim adım Lila’ dediğimde, ‘evet öyle ama sen hep benim minik kuşum olacaksın’ demişti. Annemin en sevdiği renk Lilaymış. Ben olunca da bana Lila adını koymuş. Adımın Lila olmasını sorgulamadığım gibi sonrasında minik kuş olmayı sorgulamamıştım. Müco’nun dediği gibi haberim olmasına ve gelmeme kızmış gibi değildi. Aksine büyük bir sırrı paylaşıp, üstünden tüm yükü atmış bir insanın rahatlamış ifadesiyle bakıyordu bana.
‘’Tamam Sabişim. Çıkaracağım seni buradan ama önce doktorunla konuşmalıyım. Bakalım senin bana bugüne kadar anlatmadıklarını anlatır belki. Ne dersin?’’ Ona kızmayacağım, söylenmeyeceğim diye kendime verdiğim tüm sözleri unutmuştum bir anda. Benimle paylaşmak istememesini anlamaya çalışıyordum ama onu görünce tüm mantıklı düşünme yollarımın tıkandığını fark etmiştim birden.
‘’Tepemde dırdır etme diye anlatmadım işte,’’ dedi düşüncelerimi okumuş gibi. Sonra da kıkırdayarak;
‘’Yalnız doktorum çok yakışıklı bilesin. Söylediklerine odaklanman biraz zor olabilir. Dünyaya kırk senecik erken geldiğime yanıyorum en çok’’ deyince tüm kızgınlığım geçmiş ben de onunla gülmeye başlamıştım.
‘’Müco dışarda senden fırça yemeyi bekliyor. Bana haber verdiği için kızabilirmişsin. Öyle dedi. Ne dersin çağırayım mı içeri?’’
‘’Aman sen çağırmasan da gelir o. Kimseden korkmaz ki. Sana kendini acındırıyor sadece. Aylardır ağzıma dayadığı kendi karışımlarından, otlardan vücudum çiçek açacak neredeyse. Bak rengime! Resmen yeşerdim ot yemekten. Çağır gelsin de ağız dolusu söylensin, rahatlasın.’’
‘’Kim kimden korkmazmış bakayım?’’ diyerek içeri giren Müco’yu göstererek, ‘bak gördün mü?’ der gibi baktı bana.
İkisini yalnız bırakıp doktorunu sordum kat hemşiresine. ‘İşte geliyor hocamız’ diye doktoru gösterdiğinde gülmemi tutamadım bir an. Çok yakışıklı dediği doktor kilolu, başı açık ama kelliğine inat kalın ve gür siyah kaşları olan biriydi. Kırk sene dediği fark da olsa olsa on beşti. Her zamanki gibi hedef değiştirerek dikkatimi dağıtmış ve benim ona söylenmemin önüne geçmişti. Doktor beni odasına alarak durumuyla ilgili tüm bilgileri vermişti kısa sürede. O konuşurken aklımdan ‘şu saatlerde arkadaşlarla barda olacaktım ama ben, doktorun bana hayatımdaki en önemli kişinin yaşayacak çok zamanı kalmadığını, evine götürüp onu rahat ettirmek haricinde yapılacak bir şey olmadığını dinliyordum.
‘’Bu gece hastanede kalsın. Ağrıları çok fazla. Biraz toparlanır en azından. Yarın da evine götürürsünüz. Ne istiyorsa yesin. Yiyebilirse tabii,’’ derken buldum doktoru. Sanki arada bir şeyler daha söylemişti de ben kaçırmışım gibi hissederek onun yüzüne baktım bir süre. O ise konuşmanın bittiğini anlatan bir ifadeyle yüzüme bakıyordu. Bir anda toparlanıp;
‘’Tamamdır ben aynen dediklerinizi yapacağım,’’ diyerek telâşla ayağa kalktım. Arada bir şeyler söylese de yinelemesini istemiyordum. Son duyduklarım yetmişti bana. Tam çıkarken;
‘’Seksenlerine yaklaşan bu kadındaki enerjinin yüzde birinin bende olmasını dilerdim. Kendine harcaması gereken enerjiyi etrafına dağıtmış anneanneniz. Aynı ampul gibi. Işık vere vere, voltajın inip çıkmasına dayanamamış ve telleri kopmuş.’’
Ona dönmeden başımı sallayıp, dışarı çıktım. Anneannemin odasına girdiğimde serumunu kontrol eden erkek hemşireyle cilveli cilveli konuşurken buldum onu. Müco bir koltuğa oturmuş kıkırdıyordu. Anneannemin yüzüne renk gelmişti sanki. İlaçlardan mı benim gelmemden mi diye sorgularken buldum kendimi. Belki yanında olursam, onu bırakmazsam toparlardı. Mucizeler böyle olmuyor muydu? Neden ümidimizi kesecektik ki? Ben Sabişin torunuydum hem. ‘Yok öyle hemen pes etmek’ diye içimden geçirerek yanına gittim ve kararlı bir şekilde;
‘’Bu gece buradayız Sabiş. İtiraz yok, söylenme yok. Ben ne dersem o olacak. Yarın da seni çıkarabilirmişiz. Yarına kadar uslu bir çocuk olacaksın-biliyorum bu senin için çok zor- ve denilen her şeyi yapacaksın.’’
Bir anda bugüne kadar hiç bakmadığı şekilde baktı bana. Sanki hayatında ilk kez birilerinin çocuğu olmak istiyordu.
‘’Tamam’’ dedi sadece. Tam bu kadar kısa bir cevapla hallettik diye düşünürken ekledi.
‘’Kız Müco sen el mi verdin buna? Ne bu başımda Nazi subayı gibi,’’ demesiyle hepimiz gülmeye başladık.
Ertesi gün hastaneden çıkarken, kattaki tüm hemşireler, hasta yakınları etrafını sarmıştı. Onunla şakalaşan refakatçilere, ‘dur gitme ruj süreceğim daha sana’ diyerek rujunu getirmeye koşan ve başına özenle peruğunu yerleştiren hemşirelere bakıyordum kanıksamış bir şekilde. Her yerde böyleydi zaten. Alışmıştım insanların bal arısı gibi etrafında olmasına. Tekerlekli sandalye ile asansöre binerken arkamızda büyük bir kalabalık el sallayarak uğurluyordu onu. Eve vardığımızda ne kadar dirense de yorgunluk etkisini göstermeye başlamıştı. Müco sabahtan evi havalandırmış, etrafa kendisine gelen ‘geçmiş olsun’ çiçeklerini serpiştirmiş ve mutfaktan gelen nefis yemek kokularıyla hazırlanmış bir şekilde karşılamıştı bizi.
‘’Kaldır şu çiçekleri’’ dedi eve girer girmez. ‘’Al götür evine. Benim çiçek sevmediğimi bilmiyor musun?’’ diye devam etti.
Müco hiç itiraz etmeden, gülerek çiçekleri toplamaya başlayınca dayanamayıp;
‘’Ben seviyorum Sabiş. Benim için kalsalar olmaz mı?’’ dedim.
‘’Olmaz. Benden sonra istediğin kadar çiçek koyabilirsin ama ben varken olmaz,’’ dedikten sonra yatmak istediğini söyleyince itiraz etmenin boşa olduğunu anlayarak yatağına yatırdım küçücük kalmış bedenini. Yatar yatmaz gözlerini kapamıştı. Tam odasından çıkarken;
‘’Sen bu evin tek ve en güzel çiçeğiydin minik kuşum,’’ dedi ve sonra da uyuyakaldı.
İçeri geçtiğimde Müco çiçekleri evine götürüyordu.
‘’Neden çiçeklerden bu kadar nefret ediyor?’’ diye sordum kendi kendime konuşur gibi. Bir süre yüzüme baktı Müco, sonra gülümseyerek;
‘’Ona göre çiçekler sadece mezarlara konmak için varlar,’’ dedi.
Çiçekleri taşıma işi bittikten sonra yanıma gelip, sanki yapılacak bir şeyler daha var da onu hatırlamaya çalışıyor gibi bakındı etrafına. Sonra birden derin bir nefes bırakıp;
‘’Seni biraz yalnız bırakayım yavru kuş. Bütün gece uyumadın hastane odasında. Sen de dinlen. Mutfak yemek dolu. Acıkırsan atıştırırsın.’’
İlk kez bu evde durmak istemediğini ve esas yalnız kalmak isteyenin kendisi olduğunu düşündüm.
‘’Tamam Mücom. Sen de dinlen biraz. Senin yorgunluğunun geçmişi daha uzun. Ben buradayım. Aklın kalmasın.’’
Hiçbir şey demeden başını sallayıp, evine geçti sessizce. O gittikten sonra evin huzurlu sessizliğini dinledim gözlerim kapalı. Yirmi beş senemi geçirdiğim sığınağımdı burası. Bana sonsuz mutluluk sunan, korunup kollandığım, eşyaların değil, neşenin doldurduğu yuvaydı. Pencerenin önüne konan iki koltuktan birine oturmadan önce kendime bir kahve yapmaya karar verdim. Kahvemi alıp koltuğa yerleştikten sonra pencereden dışarıyı izledim boş gözlerle. Yıllarımız geçmişti bu pencere önünde. Anneannemin en sevdiği yerdi burası. Nice dertlerimi anlattığım, karşılığında anneannemin ne yapıp edip onu komik bir hale dönüştürmesine tanık olduğum ve sonunu kahkahalara bağladığımız yer…
Kendime geldiğimde boynum tutulmuş, başım önüme düşmüştü. Bir an nerede olduğumu anlamaya çalıştım uykulu uykulu. Şaşkınlığım karşımdaki koltukta oturur vaziyette gördüğüm anneannemle daha da artmıştı. Gülümseyerek bana bakıyordu.
‘’Günaydın minik kuş,’’ dedi şarkı söyler gibi.
‘’Aman Allahım Sabiş! Sen nasıl geldin buraya? Niye uyandırmadın beni? Hem be..’’ derken sözümü kesip;
‘’Sen yaşlandın mı ne? Eskiden bu kadar dırdır etmezdin. Bir dakika susmuyorsun ha! Hastayım sadece. Yatalak değil. Hem yürümeme yardım eden şu zımbırtıyla bırak yürümeyi dans bile ederim,’’ diyerek walkerını gösterdi. ‘’Çok konuşma da kalk bana okkalı bir Türk kahvesi yap. Müco’nun hazırladığı bitki çaylarından kahvenin tadını unuttum,’’ diye devam etti.
‘’Önce yiyecek bir şeyler mi hazırlasam sana? Hastaneden geldiğinden beri bir şey yemiyorsun.’’
‘’Sen uyurken ayakta atıştırdım ben merak etme. Hazır Müco yokken tencereden sarma yemenin keyfini çıkardım bol bol. Yok efendim yemek tabakta yenirmiş. Niye? Yemek, öyle mi buyurmuş? Tabağa koymazsanız küserim bak mı demiş? Kural kural kural! Hayatı kural kadının.’’
‘’Hiç söylenme Sabiş. Ben küçükken asla tencereden bir şey yememe izin vermezdin. Şimdi de Müco’ya lâf atıyorsun.’’
‘’O, senin ne kadar yediğini görmek içindi şekerim. Kuş kadar yerdin. Ben de tabağına koyarak ne kadar yediğini kontrol ederdim. Hem itiraf etmeliyim ki kaç defa seni ayakta, tencere başında yerken gördüm. Ses çıkarmadım,’’ dedi kahkaha atarak.
Şu an yorgun ve zayıf halini bir tarafa bırakırsam hasta olduğunu düşündürecek hiçbir belirti yoktu. Bir an ‘acaba?’ dedim. ‘Acaba mucizeler var mıdır gerçekten?’
Onunla tartışmanın anlamsızlığını bildiğim için uzatmadan mutfağa yöneldim. Bu arada da arkamdan sesleniyordu.
‘’Kendine yiyecek bir şeyler koy ama. Müco bir sarma yapmış parmaklarını yersin vallahi.’’
Yemekten konuşulunca ne kadar uzun süredir aç olduğumu fark ettim. Kendime yemek koyup, yanına geçtiğimde kaşlarını kaldırarak bana bakıyordu.
‘’Hiç kaşlarını kaldırma. Yemek tabağa konulmazsa küsmez ama kahve yalnız içilirse küsermiş,’’ dedim kahve için beni beklemesini ima ederek.
Yemeği bitirip kahvelerimizi yaptıktan sonra bir süre konuşmadan dışarı izledik. İkimiz de kendi içimizde geçmişte seyahat ediyorduk. Birden boş kahve fincanını sehpaya koyup;
‘’Hadi bana güzel bir Margarita hazırla. Canım çekti,’’ deyince şaşkınlıkla;
‘’Hayırdır ne kutluyoruz?’’ dedim. Çünkü biliyordum ki Sabiş ne zaman çok mutlu olsa ya da bir şey kutlamak istese kendine Margarita hazırlar ve müzik açardı.
‘’Evet canım. Bir şey kutluyoruz. Bugün seninle uzun bir konuşma yapacağım ve sen hiç sözümü kesmeyeceksin. Sana duymayı hak ettiğin gerçekleri anlatmanın kutlaması bu,’’ dedi kıkırdayarak. Ama bu seferki kıkırdaması zorlamaydı. Biliyordum. Ağlamaktan kaçındığı zamanlar gülerdi bu şekilde.
Sonra başladı anlatmaya. Hem de nefes almadan… Bir an susarsa bir daha hiç konuşamayacakmış gibi…
‘’Çok genç yaşta evlendim ben. Annemle babamın onaylamadığı bir evlilikti. O zaman da böyle deli doluydum. Çok sevmiştim ama şimdi geriye dönüp baktığımda sevgi değilmiş o. Babam çok katı bir insandı. Annem de öyle. İkisi bildiğin tencere kapak yani. Geç yaşlarda, artık çocuklarının olmayacağını kabul ettikleri bir dönemde bana hamile kalmış annem. Beni hep katı kurallarla büyüttüler. Ekrem ise ben ne yapsam güler, benimle çok eğlendiğini söylerdi. Bizimkilerin aksine ‘onu yapma, şöyle davranma’ demezdi. Hayatımda ilk defa kendimi çok özgür hissetmiştim. Biz evlenmek istiyoruz diye karşılarına çıktığımızda babam da annem de sözleşmiş gibi ‘asla’ dediler. Sonra da sanki çok özgürlük tanımışlar gibi tüm hayatımı kısıtladılar. Ama biz bir şekilde arkadaşların aracılığıyla görüşmeye devam ettik. Bir gün bana ‘kaçalım’ diye bir not gönderdi. Kaçarsak eğer annemle babamın tek çocuklarının hasretine dayanamayacaklarını ve eninde sonunda bizi kabul edeceklerini söyledi. Mantıklı geldi o anda bu fikir. Kaçtık gerçekten. Bir şeyi gözden kaçırmıştım ama. Beni ne kadar sevseler de kurallar her şeydi onlar için. Söz ağızdan bir kez çıkardı. Öyle de oldu. Asla affetmediler beni. Kabul da etmediler yanlarına. Kaçtıktan sonra ailesinin evine götürdü Ekrem beni. Bir şeyi daha gözden kaçırmışım bu arada.’’
Bunu söyledikten sonra güldü acı acı.
‘’O da minik kuş, Ekrem’in ailesi de beni kabul etmedi. Onlara göre evden kaçan kız, namussuz kızdı ve namussuz bir kızı asla eve kabul edemezlerdi. Zaten altı çocukları vardı. Maddi durumları çok iyi değildi ve benim gelmemle bir boğaz daha eklenmiş oldu. Onlar da beni bahane ederek Ekrem’i de göndererek evdeki boğaz sayısını düşürmüş oldular. Bu arada söylemeyi unuttum. Ekrem yani muhterem deden, ilkokul mezunuydu. Ben ise liseden yeni mezun, üniversite okuma hedefleri olan bir kızdım. Üniversite yerine koca daha mantıklı geldi herhalde ne bileyim. Çocukluk işte. Ekrem bir araba tamirhanesinde çalışıyordu. İki evsiz gittik evlendik de ne ev var ne eşya. Ekrem’in ustası acıdı bize. Tamirhanenin üstündeki boş odada yaşayabileceğimizi söyledi. Ama biliyor musun? Bugün gibi hatırlıyorum. Yine de çok mutluydum. Elele başarırız diyordum. Bir süre sıkıntılarımıza rağmen mutluyduk bile diyebilirim. O da çok çalışıyordu ama hakkını yemeyeyim. Zamanla çalışkanlığıyla çıraklıktan ustabaşılığa yükseldi. Tamirhanenin sahibinin gözdesiydi. Sonra annene hamile kaldım. Durumumuz baya toparlamıştı. Hatta iş yerine ortaklık teklif etmişti ustası. Şehrin tüm ileri gelenleri ‘Ekrem Usta’ der başka bir şey demez, arabalarını ona getirirdi. Anneni doğurmama iki ay var beni bu eve getirdi. ‘Bak ev aldım bize’ diyerek. Rüya gibiydi. Annem babam olmadan da ayaklarım üzerinde duruyordum işte. Doğum yaptım. Kimse yok yanımda. Ben çocuğum daha. İşte o zaman Müco girdi hayatıma. Evlenmemiş. Anne babasıyla yaşıyor. Bir fabrikanın muhasebe servisinde çalışıyor. İşten eve, evden işe bir hayat. Çok tatlı bir anne babası vardı. Acıdılar bana. Doğumdan sonra kol kanat gerdiler. Bu arada Ekrem’in durumu düzelince ailesi çıktı ortaya. ‘Oğlumuz, canımız’ diyerek. Bu sefer de Ekrem kabul etmedi onları. Hoşuma da gitmişti o zaman bu davranışı. Beni sahiplendi, bana yapılan haksızlığı kabul etmedi diye düşünmüştüm. Meğerse parasını paylaşmak istememiş. Çocuktan sonra çok değişti. Yorgunluktan, uykusuzluktan dolayı evde ruh gibiydim. Bu da ona eskisi kadar eğlenceli gelmememe neden oldu sanırım. Gittikçe uzaklaştı benden. Eve daha geç gelir oldu. Çocuğunu bile kucağına aldığı sayılıdır. Ama evin ihtiyaçlarını hiç eksik etmez, çocuk için de yapılması gereken ne varsa karşılardı. Bir gün, annen daha iki üç yaşlarında, aynı bana ‘kaçalım’ dediği gibi bir not gönderdi. ‘Ben yokum artık, tamirhaneyi de kapatıyorum yurt dışına çalışmaya gidiyorum. Çok iyi bir fırsat çıktı karşıma. Sizi yanımda götüremem. Bu ev senin, her ay size para göndereceğim. Zorda bırakmayacağım’ diye. Yani minik kuş, bir notla başlayan evliliğim bir notla bitti. Bir süre de gönderdi para ama gittikçe ara açılarak... Sonra ben Müco’nun da araya girmesiyle onun iş yerinde çalışmaya başladım. Kafam basıyordu matematiğe. Annene de Müco’nun annesi babası bakıyordu. Gün oldu, yıllar geçti anneme babama yaptığımla sınandım. Annen, koluna babanı takmış-ikisi de üniversite öğrencisi daha- biz birbirimizi seviyoruz, evleneceğiz diye geldiler. Peki aynı olayı yaşamış ben ne yaptım sence? Normalde anne-babamın beni sahiplenmemesinin acısını çekmemiş gibi, kızıma destek olup, onu iyilikle kazanmak yerine ‘asla’ dedim. ‘Ben hayatta olduğum sürece bu iş olamaz’ dedim. Korktum annenin de benim durumuma düşmesinden. Onlarsa ‘peki’ deyip gittiler. Bir daha arkalarına bakmadan hem de. Kimleri soktum araya bir bilsen. Evlendiklerini duydum. ‘Gelsinler, bitirelim bu küslüğü’ diye haber yolladım. Ama annen çok inatçıydı. Ona kızamam. Aynı bana çekmiş. Dönmedi bir daha. Yani şekerim ben hem anne-babası hem kocası hem kocasının ailesi hem de kızı tarafından kabul edilmemiş biri olarak yaşadım. Ta ki sen hayatıma girene kadar. Sen beni gördüğün an kabul ettin hayatına. Hep korktum sen de beni terk edeceksin bir gün diye. O yüzden anlatmadım sana hiçbir şeyi. Duyduklarından dolayı bana kızar da gidersin diye. O yüzden seni mutlu etmeye adadım kendimi. En azından bir gün gidersen geri dönesin diye. Annemi babamı bir trafik kazasında kaybettim. Üstü çiçek dolu mezarlarıyla gördüm onları. Aynı anneni kaybettiğim gibi. Sana her şeyi şimdi anlatıyorum. Çünkü artık beni bırakmayacağından eminim.’’
Bunları anlattıktan sonra sanki deniz altında uzun süre kalmış da yüzeye çıkıp ilk nefesi almış gibi derin bir nefes aldı. Bana bakıp gülümsedikten sonra;
"Çok yorgunum. Şurada biraz kestireyim. Sonrasında bana ne söylemek istersen söyle," diyerek gözlerini kapattı.
Anneannemi, Sabişimi o gece kaybettim. Konuşmasından birkaç saat, hastalık haberini almamın tam yirmi dört saat sonrasında. Bir ara gözlerini açıp;
‘’Hadi de bakalım ne diyeceksen, hazırım,’’ dedi gülerek.
Ben ise konuşmadan yerimden kalkıp sıkıca sarıldım ona. Öptüm saçsız başından. Öptüm öptüm öptüm…
Anne-babasının yerine, kocasının yerine, kaybettiği kızının yerine…
Sadece öptüm.
Comments