Öykü: Yağmur ve Öyle Şeyler
Ağaçlar pembe, beyaz ve mor. Ayağımı basacak bir gri taş dahi yok, çiğ yeşil çimenlerin üstünde terk edildim. Sigaram cebimde. Bu tek boynuzlu atlar dünyasını pis kokulu gri dumanla doldurayım.
P. T. Barva
Sekiz dakika önce terk edildim. Hava yağmurlu bile değil. Bankta yan yana oturuyorduk. Konuşmanın seyri kötü gidiyordu, “Keşke yağmur yağsaydı” dedim. Kalkıp gitti. Henüz ikimizden biri “ayrılalım” dememişti. Teoride hâlâ sevgiliyiz. Kahretsin, sonbahar bile değil! Capcanlı bir mayıs günü, yer gök çiçek. Koca mesire alanının ortasındaki bir bankta oturuyorum. Ağaçlar pembe, beyaz ve mor. Ayağımı basacak bir gri taş dahi yok, çiğ yeşil çimenlerin üstünde terk edildim. Sigaram cebimde. Bu tek boynuzlu atlar dünyasını pis kokulu gri dumanla doldurayım.
On bir dakika geçti, şöyle düşünüyorum, onu ben terk etmiş olabilirdim. Repliğimi söylemeden önce bir sigara yakıp ayağa kalkardım, şekilli bir duruşla, “Keşke yağmur yağsaydı” derdim, sonra deri ceketimin yakasını düzeltip kısık gözlerle son bir bakış atar, giderdim. Niye bunu akıl edemedim ki? İlk o kalkıp gidince, ben terk edilmiş oldum. Rezalet.
Çocuk sesleri geliyor. Dönüp baktım, iki bank ötedeki ahşap piknik masasına üç çocuklu bir aile gelmiş, yerleşiyorlar. Pötikareli masa örtüsünü serdi kadın. Mânâsızca coşkulular. Üç küçük insan etrafımda koşmaya başladı. Müzik de açar şimdi bunlar. Kadın, yaşmağının uçlarını ensesinden dolayıp kafasının tepesinde bağladı. Hevesle sofra kurmaya başlayacağının sinyali bu. Poşetlerden bir şeyler çıkarıp duruyor. Adam da gömleğinin önünü açtı, göbeğiyle göz gözeyiz artık. Sigaram bitti, çöp de yok yakında. Çocuklar “Anne! Anne!” diye ortalığı yıkıyor, topları neredeymiş. Ne sabırlı kadın! Adam gitti bir yere. Bugün böyle abla. Gidiyor bu adamlar bugün. İlişki yürütmek zor artık hemşirem. Ne yapalım. Üstelik yağmur bile yağmıyor.
Çantamı karıştırıp bir makbuz buldum. Terzi makbuzu. Sigara izmaritine sarıp cebime tıkıştırdım. Yere atmayı sevmem. Medeniyetsiz miyim? Kadın topu bulmuş. Yaşasın. Artık bir de minikler futbol müsabakası izleyeceğim. Bu çocukluk ne tuhaf şey. Üçken yedi oldular ya! Pusuda mı bekliyordunuz? Futbol topunun birleştirici gücü önünde saygıyla eğilin. Adam geldi. Mangalı almaya gitmiş meğer. Hadi yine iyisin abla, seninki geri döndü. Bak, benimki ortalıkta yok. Çiçekler, kelebekler, kuş sesleri, çocuk kahkahaları… Ben nasıl üzüleceğim? Evren bir tek kuş tüyünden yastık koymadı sırtıma. Kadın salatalık soyuyor, adam mangalı yaktı, köfteleri diziyor. İnanması güç ama mangal kokusunda terk edildim.
Gözümü açtım, hamarat abla başımda, yerde öylece yatıyorum. Başım fena zonkluyor. Sert bir şut gözümde sonlanmış. Et basmışlar gözüme, kokuyor. Adam, “İyi misin yeğenim, ne olur kusuruna bakma bizim itlerin” diyor. Daha iyi olamazdım dayı, bugün baştan sona harika geçiyor. Aslında biliyorum bunlar başıma neden geldi. Arzu’nun evinin önünden geçiyordum otobüs durağına giderken. Bahçesinde menekşeler, mor çiçekli sarmaşıklar, siklamenler… Hele bir gülü var! Kadife gülü diyor, kökünden de vermez kimseye. Kan kırmızı renkli, ipek dokulu bir gül. Tomurcuklarından biri açmış, diğerleri sıralarını bekliyor. Etrafı şöyle bir kolaçan ettim, kimse yok. Uzanıp çıt diye kırdım kadife gülünü. Böyle şeyler yapmayı severim. Pembe düşlerin dünyası değil burası, herkes hâddini bilsin. Ne yani, bırakalım o gülüne bakıp mutlu olsun, öbürü salatalık soyarken, diğeri topun peşinde koşarken… Öyle yağma yok. Mutsuzluk şerbetinden herkes tadacak. Kimi bir çay kaşığı, kimi bir kepçe. Misâl, bugün benim payıma bir kâse düştü, onu bile ağız tadıyla içirmiyorlar. Yeşilçam film setinin ortasına düştüm. Dayı beni doğrulttu, abla ayran içiriyor. Masaya da oturttular, birazdan ağzıma köfte tıkacaklar, biliyorum.
Arzu’nun gülünü kırmasaydım, sevgilim beni yine terk ederdi. Fakat belki gözüme şu topu yemezdim. Zihnimdeki adalet tartısı buna karar kıldı. Gülü kırarken duyduğum o çıtırtı… Gözümün zonkladığı şu dakika, “yine de değerdi” diye düşünüyorum.
Terk edilişimin üzerinden bir saat geçti, köfte ve salata yiyorum. Üç çocuk da karşımda dizili, üç oğlan. En büyüğü on iki yaşındaymış. İlk ikisinin arası çok yok gibi ama en küçük taş çatlasın yedi yaşında. Yanakları kırmızı, topaç gibi bir oğlan. Sarı saçlı. Elindeki plastik mavi topu sıkı sıkı tutuyor, gözümü çıkaran topu. Büyükler daha kumral, babaya benziyorlar. Abla bu sonuncu kimden, doğru söyle. Şurada iki kadınız, çekinme. Helâli hoş olsun, iki günlük dünya sonuçta. Enişte de yutmuş görünüyor, bozma işte. Sanayide dükkânı varmış dayının. Hâli vakti yerinde, köfteleri dizdikçe diziyor mangala. Ablanın kaşı gözü pek güzel. Çatalı tutuşu zarif, yürüyüşü edâlı. Dayı, sert bir abimiz. Yemeğe çağırdığında ip gibi dizildi çocuklar masaya. Ara ara köftelerin en pişkinlerini seçip ablanın tabağına koyuyor. Bir gözü hep karısının üstünde. Ceketimin yakasındaki broş avucuma düşüyor. İğnesinin yuvası kırılmış. Cebime atıyorum. Sevgilim beni terk etmeseydi şöyle bir masa kurardık çocuklarımızla belki. Hem hepsi de ona benzerdi.
Gözümün üstündeki eti yıkayıp pişirdi dayı. Sıra etlere gelmiş, ablayı fırçaladı, köfteyle mi doyuracakmış misafiri. Benimki cimri değildi. Değildi de karnımı bir kere şöyle tıka basa doyurmadı. Hatalarımı sıralamaktan fırsat bulduğunda beni böyle yerlere getirir, açık havanın tadını çıkaralım isterdi. Otobüs kullanırdık veya metroya binerdik. Ona hiç “Neden arabanla gitmiyoruz?” demedim. Bunun yerine, evinden çıkıp -yine- otobüse yürüdüğüm bir gün arabasının sol yanını anahtarımın ucuyla boydan boya çizdim. Böyle şeyler yapmayı severim. Ertesi gün onunla beraber küfürler yağdırdım bunu yapan şerefsize. Hem orospu çocuğu, hem şerefsiz dedik.
Dayı sonunda müziği açtı. “Büyük oğlan telefona yükledi bunu” diyor, “ne istesen yazıyorsun, çalıyor.” Rakıyı da açtı. Ablanın sek içtiğini öğrenince “Helâl olsun” dedim. Ama bir tane içecekmiş, “Dönüşte arabayı ben sürerim” dedi, kocası içsinmiş, adamın bir pazarı varmış. Dayı dudağının kenarıyla küçücük gülümsedi, “Sağlığa” dedik. Sevgilimin rahatını bir gün olsun kendi keyfimden üstün tutmuş muydum diye zihnimi yokladım. Dayı bize Orhan Baba da çalıyor, Müzeyyen Senar da. Oradan Zeki Müren açıyor, sonra Tarkan. Tarkan’ı abla çok severmiş, oğlu onun için listelere eklemiş. Eski şarkıları gibisi olmadığı konusunda uzlaşıyoruz. İki ay önceydi, 90’lar şarkıları dinlediğimiz bir mekândan çıkmıştık, çakırkeyif olmuşum, yalpalıyorum. Sevgilimin suratı asık, yakıştıramıyor. Genel olarak yakışmaz bana hiçbir hâl. Yolun iki yanında küçük süs çamları sıralı. Yerde bir kozalak gördüm. Ellerim cebimde yürürken kozalağa bir tekme attım, sonra peşinden gidip küçük bir fiske, bir tekme daha. Yeni topumla mutlu mutlu ilerlerken “Yeter!” diye bağırdı. Nereye kadar götürecekmişim o kozalağı, ne yapmaya çalışıyormuşum, ne zaman aklı başında bir kadın gibi davranacakmışım? “İstediğim yere kadar” dedim, “canım istediği sürece…” Ama sonra sesimi bastırdım. Kozalağı ardımda bıraktım. Evine gittik. Bir süre bitirme tezine çalıştı, tek kelime etmeden gidip yattı. Uyuduğundan emin olduğumda bilgisayarını açtım, basit bir virüs yükleyip kapattım. Böyle şeyler yapmayı severim. Sabahında sinir krizi geçirip yalvar yakar tezini kurtarmamı istedi. Yazılımcı olduğum için ricasını kırmadım. “Çok karmaşık bir virüs” dedim, “zor bu iş.” Dayı ikinci dubleyi doldururken sırıttığımı fark edip toparlandım. Aslında tam üzülebileceğim şartlar oluştu, sarhoş olup terk edilişimin acı öyküsünü anlatsam bu insanlara diyorum, içimden gelmiyor. Hayır, sormuyorlar da. Ne iş yaparsın, niye orada öyle yalnız oturuyordun, nerelisin diyen yok. Kozalağa vurduğum için azarlandığım o gece onu terk etmeliydim. Hem yağmur da yağıyordu.
“Hava soğumaya başladı” diyor abla, küçük oğlanı hırkasına sarmış. Dayıyı ve beni sorarsanız Neşet Ertaş öyle dedi diye dünyanın yalan olduğuna inanıyoruz. Ben, üçüncü dubleden sonra dünyanın bir öküzün boynuzları üzerinde durduğuna da inanırım. Telefonuma bakıp durmuşum, abla anlıyor hâlimi, “Aramıyor mu?” diyor. Üstünkörü anlattım, ayıpladılar sevgilimi. Dayı hele çok sinirlendi. “Ayrılsa bile burada bir başına bırakmak olmaz” diyor, erkek adam öyle yapmazmış. Abla ona hak veriyor, “Ondan koca olmazmış, hiç üzülme.” “Üzülemedim ki sayenizde abla” diyemiyorum. Evlilik fikrinin korkunç geldiğini de kendime saklıyorum. Belki dayı gibi biri çıksa bir gün karşıma… O da beni kendine yakıştırmaz. Bana pek bir şey yakışmadığı gibi ben de kimselere yakışmam. Kalkıyorum, teşekkür edip veda ediyorum, dayı ortalığı yıkıyor eve bırakmak için, abla da katiyen yalnız başıma göndermeyeceklerini söylüyor. Uzun yıllardır böyle ihtimam görmedim. Mutlu oldukları için mi böyleler? Çocukları bile doğru düzgün kavga etmedi kaç saattir. Bir ara ortanca düştü, ağladı, o kadar. En küçüğü tüm aile pamuklarda saklıyor zaten. O da plastik topunu. Bana acıdıklarına kanâat getiriyorum. Dayının arabasına doluşuyoruz. Üç oğlan ve ben arkada, dayı önde. Herkes yorgun. Abla arabayı güzel sürüyor, tâlimli olduğu belli. En azından yollarının üzerindeymiş evim, daha fazla ezilmiyorum. İyiliğin ölçüsü kaçmamalı. Bunu anlamak lazım. Küçük sarı oğlan hemen yanımda, abisinin kucağında uyuyor. Değerli mavi topu ayağımın dibine düşmüş. Çaktırmadan cebimdeki broşu çıkarıp iğnesini topa batırıyorum. İncecik tıslamayı benden başkası duymuyor.
Güzel, kaleminize sağlık :)