top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Yara

"Bu sesler sadece ona mesaj değil beni de salondan yalıtan bir perde gibi. Ne kadar gürültü çıkarırsam kendimi o kadar güvende hissediyorum. Gürültü kesiliverse salonda olmak zorunda kalacağım."


Yakup Yılmaz


“şarabı sev, tütünü incitme, beni de unut artık”

Refik Durbaş


Gözüm sürekli yüzeyini iltihap sarısının kapladığı dizindeki yarasına takılıp duruyor. Suçluluk duyuyorum nedense. Onun aldırdığı yok halbuki. Yaranın açılmasına neden olan sakarlığı kendisiyle dalga geçerek anlatıyor. Yaranın etrafını saran ve onu bacağın sağlıklı bölgelerinden ayıran pembe çizgi bir mahremiyet halesi gibi. Anlattığı sakarlıkları da müstehcenleştiriyor. Bacağının beyazlığı kötücül bir anlam kazanıyor sanki. Orada olmaması gereken hastalıklı bir renge dönüşüyor bu beyazlık. Bacağa sürdüğü kantaron yağının parlaklığının altında bu renk onu mumdan yapılmış bir heykel gibi gösteriyor.


Manavda karşılaştık, aynı mahallenin sakinleriyiz ne de olsa. Manavda sebze seçenlere içten içe hep sinir olan ben elime geçen her domatesi hiç incelemeden poşete koyarken onu her zamanki gibi her soğanı tek tek incelerken gördüm. Yanına gidip gitmemekte tereddüt ettim. Hiç tanımıyormuşum gibi hissediyordum. Bir yabancıya rahatsızlık vermek istemediğimizde duyduğumuz tereddütten. Yine de “kolay gelsin” deme cesareti gösterdim. Ne harika giriş ama?! Fazla doğal olsun istemiştim ama söyledikten hemen sonra nasıl da yavan geldi kulağıma. Tam esnaf cümlesi. Ben sevmem ama o bayılır bu esnaf anonimliğine. Hak verirdim de bazan, daha ötesinde kasıntılı pozlara düşmek tehlikesi çok fazladır. “Teşekkür ederim” deyip elindeki soğanı bıraktı, beğenmemişti. Soğan seçmekten aldığı keyfi bozmuşum gibi hissettim. Pişman oldum selam verdiğime ama olan olmuştu. Mümkün olduğunca aynı anonimlikten devam ettim. Konuşmada bana ait olan bir şey olmaması gerekiyormuş gibi. “Naber?” “İyilik. Senden naber?” “Benden de” “Görünmüyorsun?” “İş, güç!” “Anladım” 


Nefret ederim halbuki bu ayak üstü karşılaşmalardan, neden giriştim ki şimdi buna?! Hasb-i hal dışında konuşacak bir şey yoktur ama sanki o kadar kısa kesmek de uygunsuz olacaktır. Fazladan bir iki cümle söylemek gerekir ama böyle ayaküstü muhabbetlerde çok da söylenecek bir söz yoktur. Yine öyle olmuştu. Muhabbete ekleyecek hiçbir şey bulamadım. “Teşekkür ederim, eve geçeyim” demesini umarak “Acelen yoksa bir çay demleyeyim” dedim. Karşılaşmadan bir çıkış olmasını ummuştum. (Gerçekten ummuş muydum?!) Olmadı. Saatine bakınca telaşlandım. Kabul edecekti belli ki ve etti. 


Karşımdaki tekli koltuğa oturana kadar farketmemiştim yarasını. Koltukta bacak bacak üstüne atarak oturuyor. Yaralı dizi üstte olan tabii ki ve bu haliyle alttaki bacak üstteki müstehcen yara heykelinin kaidesi gibi duruyor. Yaraya bakmamak imkansız yani. Gözümü gözüne dikiyorum yaradan kurtulmak için ama yara da gözüme dikilmiş bir göze dönüşüyor o zaman. Bakmasam da bakıyor gibi hissediyorum. Bakmama çabası bir bataklıkta batmayı hızlandıran çırpınmaya benziyor artık. Çabaladıkça sakarlaşıyor, sakarlaştıkça bu yarayla aramdaki müstehcen gerilimi açık ediyordum. 


Çok da şaşılacak bir şey yok aslında. Her şey o meşum hastalıkla eve kapanmamızla başladı galiba. Dışarısı olmayınca ev de ev olmaktan çıktı. Bu kadar yakın olmanın sonucu herhalde. Hep evde olduğumuz bugünlerde haliyle zaman da biraz değişmişti. Neydi değişen anlamak zor, bizde değil de gölgelerimizdeydi sanki değişiklik. Görünüş tamamen aynıysa da malzemesi değişmişti işte hayatımızın. Evdeki her şeyin, sesin, kokunun, ışığın hatta gölgenin bile bir gölgesi belirmişti sanki. Eve ait olmayan ama evde olan bir şey. Göremiyordum ama oradaydılar. Yapıp ettiğimiz her şeyin içinde. Bir kaşığın çınlamasının gölgesi, bir bardağın tınlamasının. Evde fazladan tıkırtılar var gibiydi. Yapılıp edilenleri taklit eden gölge bir varlığın çıkardığı araya karışan sesler. Eve ait olmayan, ama evdeki hacmi bizimkini geçen bir varlık. Huzursuzluk veriyordu ama alışıldık bir huzursuzluk değildi bu. Evde bir hırsız olduğunu düşündüren kulak kabartan bir huzursuzluk olur ya ondan değil işte. Evde gezindiğini bildiğin ama nerede olduğunu bilmediğin zehirli bir yılanın vereceği türden bir huzursuzluktu. Evdeki varlığımıza karışan bu kirli gölgeyi arkamda bırakıp dışarı çıkma telaşı da veriyordu, evde kalıp bu dağınıklığı temizleme mecburiyeti de. Evden kaçmayı tercih ediyordum tabii ki.


Çay koyacağım deyip biraz ferahlamak için mutfağa gidiyorum. Yapacak işler arıyorum, orada çok meşgul olduğumu, bu yüzden salona dönmediğimi belli edecek abartılı gürültüler çıkarıyorum. Hızlıca çekmeceler açıp kapıyorum, bardakları bir yerden alıp bir yere koyarken çokça ses çıkması için özellikle çabalıyorum. Bu sesler sadece ona mesaj değil beni de salondan yalıtan bir perde gibi. Ne kadar gürültü çıkarırsam kendimi o kadar güvende hissediyorum. Gürültü kesiliverse salonda olmak zorunda kalacağım. Misafiri nedensizce bu kadar uzun süre yalnız bırakamam salonda.  


Cenazesi hâlâ yerde olan taziye evlerine benziyorduk o zamanlar. Evdeki eşyalar hem dağılmış hem de şiştikçe şişmişti. Bu dağınıklığı gideremeyeceğimizi bildiğimizden midir, ne kadar şikayet etsek de toplamaya girişmiyorduk evi. Bir ceset büyüyordu sanki evde ve bu cesede dokunmadan hareket etmek gittikçe zorlaşıyordu ve bu evlerde cenazeyi kaldırmak için gösterilen telaş bizde yoktu. Evde şikayet edip durduğumuz dağınıklık aslında bir taziye evi dağınıklığıydı. Kaçabildiğimiz birer köşeye sıkışıp kalmıştık ikimiz de. Evde iki kişiydik ama köşelerimizde tek kişi. Günlerimiz bu köşelere sıkıştı. Konuşmak yasak değildi ama kimsenin içinden gelmiyordu. Sessizliğin kör kuyusuna düşmemek için küçük cümlelerden dal parçalarına tutunuyorduk. “Tuzluğu verir misin?” “Faturaları ödedin mi?” Bunun ötesinde söylenen her söz bir mucize değilse bir skandaldı artık. Kendini olduğundan fazla gören ama aslında çok da matah olmayan birinin fazla kitabi sözleri bunlar, bilmemek mümkün mü? Söylerken utanıyorum zaten. Ama başka türlü anlatsam yalan söylüyormuş gibi hissedeceğim. 


Gelmekte olanı görmemek imkansızdı. En önce birbirimizden sıkılmıştık. Bilmiyorum belki de öncesinden başlamıştı ama onu gösterecek bir işarete ihtiyacı vardı her şeyin. Belirli bir şey sayamazdık ikimiz de ama ev ikimiz için de irin dolu bir yaraya benzemişti. Sanki birimiz gitsek yara patlayacak ve bütün irin akacak ve rahatlayacaktık. Öyle de yaptık neyse ki! 


Elimde çay bardaklarıyla salona dönüyorum, önündeki sehpaya bırakıyorum. Kendimi yaradan sakınabileceğim bir yer bulup oturuyorum. Çayın tadı kötü. Sevindim buna nedense. Normalde iyi demlerim ama bu sefer böyle oldu. İyi de oldu. Ferahladım biraz. Bu gergin atmosferi boşaltacak bir delik açılmış gibiydi. Her şey oradan uçup gidecekti, bir biz kalacaktık kötü demlenen çayın hafifliğiyle. Konuşmaya cesaret edebilsem demlediğim çayla dalga da geçebileceğim. Gülebilirdik. O dalga geçer deyi bekledim. Geçmedi. Nezaketten herhalde ya da umursamadığından çayın tadını. İlki olsa daha sevineceğim. Bir özveri işareti olacaktı bu. Bir sürü keyiften benim için vazgeçmiş olacaktı. Renk vermedi. İkincisi ise kötü. Yerçekimsiz bir ortama neden olacaktır. Hiç bir duygulanmanın mümkün olmadığı bir kayıtsızlık boşluğu. 


Yine abarttıkça abarttım. Üçüncü sınıf bir roman karakteri gibi düşünmeye başladım. Ne zaman gerilsem böyle oluyor işte. Her kıpırtıya çokça anlamlar yüklemeye başlıyorum. Oysa ki ne kadar hafif ve güzel bu insanlar. Yaşıyorlar. Bir bedene ve onu kayıtsızca eyledikleri bir dünyaya sahipler. Ağır anlamların dünyayı nasıl da opaklaştırdığının sımsıkı farkındalar. Ama ben de her zaman böyle değilim zaten. Sadece gerildiğimde böyle oluyor. Etrafımdaki her şey anlamlar yüklü bir işarete dönüşüyor. Bana verilen görev ise bu işaretleri deşifre etmek. 


Yine kendime öğütler vermeye başlıyorum içimden. Absürt ve gayr-ı ciddi gevezeliklere başlıyorum. Her zaman işe yarardı durumu idare etmede. Hiç bir sözden mesul olmayacağım yüzer gezer gevezelikler. Bir Kayışdağlı Mahmut hikayesi anlatıyorum. Onun da tanıdığı hayalî bir karakter. Kayışdağlı Mahmut biraz şapşal, biraz obsesif!! Her macerada yeni bir salaklık peşinde. Hikayeler komik değil bu yüzden pek ilgi de çekmiyor. Belli etmemek için çay içiyor. Gülmüyor. Ben zaten komik olsa da gülemeyeceğim. Böylece Mahmut da kendi hazin sonuna doğru gidiyor hikayede ve tası tarağı toplayıp Kahire’ye taşınıyor. Son bir şaklabanlık atılımıyla “her Mahmut bir gün Kahire’yi tadacaktır” diyerek bitiriyorum. Sakarlığın en büyüğünün bu olduğunu fark ediyorum. 


En son ne zaman görmüştüm onu hatırlamaya çalışıyorum. Yapamıyorum. Bu yaranın olmadığını biliyorum ama son görüşmemizde. Demek ki bir yaranın iyileşebileceği zamandan daha az olmuş. Yine de bizim için uzun denebilecek bir zaman. Görüşmelerimizin seyrekleştiğinin ikimiz de farkındaydık aslında ama bu gündemimiz değildi. İrinli bir tabakanın sardığı yara uzak bir yaşamın zaman işareti gibiydi. Bir yerlerde benim dünyama ait olmayan bir şeyler olup bitmişti ve bu yarayla benim dünyama taşınmıştı. İki dünya arasında bir kapıydı sanki yara. 


Başlarda görüşmeye devam ederiz diye düşündük. Bu kadar zamanın hukuku vardı sonuçta. Hem zaten arkadaş değil miydik? Rahatlamıştık ve bu yüzden hiç gereği yokken iyimserdik. Halbuki ne güzel çoktandır uzaklaşmıştık olay mahallinden. Dönmeyi ummak sadece anlamsız değil, tehlikeli ve salakçaydı. Her karşılaşmamızda böyle bir suçlunun olay yeri tedirginliği yaşıyordum ben de. Onda da vardır belki kim bilir. Bundan olacak görüşmelerimiz hızlıca seyrekleşti. Yalnızca böyle huzursuz tesadüflerle oluyor artık. Bunlardan da kaçmanın bir yolu olsa keşke. 


Her şeyin (bu televizyon dizisi repliğinden araklama “her şey” neyse artık) bittiği bir anı tespit etmek çok zor. Hangi anı düşünsem asıl olay daha geride olmuş gibi geliyor ya da daha ileride. Böyle bir anın olmayacağını, olamayacağını bile bile olayları kafamda bir sıraya sokmaya çalışıp duruyordum. Bir tarih çıkıyordu ortaya ama daha çok hakikatin üstünü örtmeye yarayan resmi tarihlere benzeyen bir tarih. Bunu da yapmayı bıraktım bir süre sonra. Ama bu “tarih uyanmayı istediğim bir kâbus” olmayı sürdürdü. 


Yara galiba beni bu kabustan uyandırdı. Gerginlik kadar güven de veriyordu bu yüzden. Beni bu tarafta tutan güvenli bir kapı gibiydi. İki dünya arasındaki kapı ama aynı zamanda iki dünyayı birbirinden ayırıyor da. Diğer taraftan yumruklandığından tedirginlik ama tam da yumruklayanı uzak tuttuğundan güven de veriyor bu kapı. Belki de gözümü yaradan ayıramayışımın nedeni ikisiydi de. Yine salak salak düşünmeye başladım. Tavla oynamayı mı teklif etsem acaba deyi düşündüm. Muhabbet etmeden zamanı geçirmiş, çaylarımızı da içmiş ve evlere dağılmış olurduk. Ben de sadece tavlaya baktığımdan yaradan kurtulmuş olurdum. Harika çözüm diye düşünürken, o benden önce davrandı. “Bir tavla mı atsak?”

Comments


bottom of page