top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıİlke Kamar

Queer: Arayışlar ve olasılıklar

"'Başka bir dünya düşü' geniş queer olasılıkların sürdürülmesiyle mümkün olabilir. Özgürleşmeye ve ‘varoluşa’ değer veren queer düşünce ve edebiyat mutlak önermeler dışında bir diyalog alanı yakalıyor diyebiliriz."

İlke Kamar, feminist/bilimkurgu/distopya ve ütopya örneklerinden yola çıkarak queer edebiyatın ve olasılıkların izini sürüyor.


Bir kelimeyi tanımlamak ve açıklamak başlangıçta kolay gibi görünse de aslında zor ve bir o kadar da tartışmalı. Hele de bu kelimenin Türkçede karşılığı yoksa durum zorlaşır. Dahası kelime birden çok kavramı içeriyorsa ‘anlamak’ sorunlu hale gelebilir. Peki, bu anlam çeşitliliği, kelimenin gücünü de ortaya koyar mı? Eğer queer ise, evet.



İngilizce ’de garip, yamuk, acayip, alışıldık olmayan, tuhaf ve argoda ibne gibi anlamlara gelen queer, kavram olarak farklı biçimlerde kullanılıyor. Queer bazen cinsel kimlikleri, bazen de geleneksel lezbiyen ve gey çalışmalarından doğan teori modellerini ifade etmede özne oldu. Bununla beraber en önemlisi, queerin ne olduğuna dair tanım çabalarına direnç göstermesi. Bu durum queerin normatif akademik bir disiplin olamayacak yapısından kaynaklanıyor. Kavramın her türlü egemen söyleme karşı duruşu onu teori bağlamında sabitlemeyi de imkânsız kılıyor. Queerin tanımsızlığı bazı eleştirilere neden olsa da her şeyin dâhil olduğu ve devam eden sonsuz ‘oluş ’süreci onun en büyük gücü. Genel olarak kavramın toplumsal cinsiyete, cinsel yönelimlere ve kimlik üzerinde her türlü kategoriye karşı durduğunu söyleyebiliriz. Ama bu çerçeve yeterli değil hatta böyle bir tanımlama yanlış okumalara da neden olabilir. Çünkü queer metinler sadece içerik olarak değil, aynı zamanda egemen kültürün bir anlatıdan beklediklerine de meydan okur. Bu bağlamda queer çalışmaları; etnisite, sınıf, ırk, sakatlık hatta başka politik yaklaşımlarla birlikte ele alınabilir.

Son yıllarda sürdürülen akademik yayınlar, queerin cinsiyet ve cinsellik kapsamının ötesinde kültürel ve sosyal yapının normlarıyla birlikte var olan bütün diğer mekanizmalarla kurulan iktidar ilişkilerine karşı farklı katmanlara seslendiğini ortaya koyuyor.


Queer ve edebiyat


Fakat daha çok LGBTİ+ hareketinin, siyasi ve toplumsal iktidarın “kadın”, “erkek”, “eşcinsel”, “transseksüel” gibi iktidar kodlarına ilişkin sorgulama alanı, queer teorinin çoklukları kapsayan eleştirel söylemine dâhil edildi. Dolayısıyla queer düşünce edimlere, bedenlere, türlere, söylemlere ve politikalara karşı sınırların bozulduğu bir form sunuyor diyebiliriz. Ayrıca queer teori, cinsiyetlendirilmiş kimliklerin ve cinselliklerin heteronormatif ikili yapısını ve kimlik inşalarının sınırlarını yıkma çabası nedeniyle iktidar -birey mücadelesinde de etkin bir rol üstleniyor. Teorinin edebiyat ilişkisine gelince: Queer edebiyatın ne olduğu ya da olmadığı, üzerine tartışılan konular arasında gösterilebilir. Bir edebi eserin LGBTİ+ teması içermesi onun queer ile ilişkilendirilmesi için yeterli değil. Bununla birlikte LGBTİ+ temsili içermeyen bir roman queer teori perspektifinden okunabilir. Toplumsal normları kabul ederek, hangi cinsiyet rollerinin ‘standart’ olduğunu ortaya koyan heteronormativite tanımı çelişkilerinden oluşan metinler queer okunamayabilir. Dolayısıyla queer içindeki yaklaşımlar ve çalışmalar farklı okumalarla karşımıza çıkabiliyor.


1990’lar ve 2000’lerde Judith Butler’ın Cinsiyet Belası, Michel Foucault’un Cinselliğin Tarihi gibi çalışmalarda dile getirilen cinselliğin baskıcı iktidar karşısında özgürleşmesi gibi temsillere odaklanan yaklaşımlar feminist, LGBTİ+ queer teori içinde yer buldu. Bu teorik çalışmalarla birlikte yapay zekâ, siborg, insan dışı/sonrası organizmalar, biyoiktidar, biyoteknoloji ve queer edebiyat metinlerinde karşımıza çıkıyor. Daha doğrusu bu metinler, normun dışında yer alması, verili düzen karşısında yeni yaşam önerileri sunmasıyla queer yaklaşımı içeriyor diyebiliriz. Özellikle feminist bilimkurgu/ütopya ve distopyalarda patriyarkal düşünceyi sorgulayan, düzenin değişmesi içi mücadele alanı sunan, sadece cinsiyet merkezli değil tüm canlıların haklarını gözeten ütopik ve distopik gezenlerin yaratıldığı roman kurguları mevcut sistemin eleştirisi, queer okumaya olanak sağlıyor.


Bu bağlamda ilk dönem örneklerinden 1937 tarihli Katharine Burdekin’in feminist distopik türdeki Swastika Geceleri, denetimli ve ıslah edilmiş bedenin mahkûm edilmesini gözler önüne sererken, kontrol mekanizmalarının gözetiminde uygulanan yaptırımları sorgular. Roman, Nazi hegemonyası altında yaşayan, kafeslere kapatılan ve şiddet gören kadınların korkunç yaşamını deşifre eder. Kadın üzerinde erkek şiddeti ve tahakkümünün düşmanlık ilişkisi içinde var olduğunu görürüz. Roman boyunca patriyarkanın ve cinsiyet tahakkümünün karşısında kadının ikincil konumunu ve indirgenmesini işaretler Burdekin. Kadın bedenleri üzerine alınan kararları yıkıcı, deşifre edici bir dil kullanarak anlatmayı seçer yazar. Bununla birlikte, bedene yönelik şiddet ve bedenin nesneleştirilmesini iktidarın egemenlik ve tahakküm stratejini gösteriyor diyebiliriz. Swastika Geceleri özetle, Nazi ideolojisinin devam ettiği Hitler sonrası bir dünyada, Hitler savunucularının, kadınları Alman ırkının çoğalmasını sağlayan üretim makineleri olarak görür. Ve romanda beden üzerindeki yaptırımlar ortaya konur. Devlet için çocuk doğurmak ve anne olmak bir görevdir. Alman olmayan kadınlar ise işkenceler görür ve yok edilirler. Roman, devlet ve iktidara karşı ses çıkarmayan kadınlar üzerindeki baskıyı, şiddeti, ırkçılığı, cinsiyet tahakkümünü gösterir demek mümkün.


Toplumsal cinsiyet sorgusu


1970’li ve 1980’li yıllarda feminist bilimkurgu/ ütopya ve distopyalarda ise, cinsiyet kavramının daha çok sorgulandığı metinler söz konusu. Bu metinlerde bedenlerin ikili karşıtlıklar üzerinden işleyen toplumsal cinsiyet deneyimini sorgulayan bir düşünceye yoğunlaştığını görüyoruz. Cinsiyet ve cinsiyeti yapılandıran bir unsur olarak toplumsal cinsiyete yönelik itirazı ortaya koyan romanlardan 1969 yılında yayımlanan Ursula K. Le Guin’in Karanlığın Sol Eli, değişken cinsiyetli bireyleriyle, farklı bedenlere ve cinsiyet deneyimlerine işaret eden bir evren sunar. Feminist bilim kurgunun öne çıkan örneklerinden sayılan aynı zamanda normu alt üst eden yapısıyla toplumsal cinsiyet ideolojisini aşmada queer teorinin kuramsal temellerini de içeren Karanlığın Sol Eli, ‘kış’ adlı bir gezegende geçer. Yazar toplumun ataerkil doğasına, kadının erkek tarafından ve doğanın toplum tarafından sömürülmesine de karşı çıkar. Kış’ın tüm sakinleri çift cinsiyetlidir. Cinsel kimliklerin değişken olduğu gezegende kişiler yılın belli bir döneminde erkek ya da kadın olur. Dolayısıyla annelik babalık rolleri de değişir. Yarı-kutup iklimine sahip Gethen gezegeninde bir yabancının, elçi Ai’nin gözünden Gethen sakinlerinin yaşamı aktarılır. Sabit bir cinsiyeti olmayan gezenin sakinleri, her ay ‘kemmer’ adını verdikleri birkaç gün boyunca, kadın ya da erkek olarak cinsel aktivite yaşadıktan sonra, ayın geri kalanını cinsiyetsiz olarak geçirirler. Roman, bedeni tahakküm altına alan toplumsal cinsiyete karşı dönüştürücü bir varoluşa işaret eder.

Mücadeleci ve yaratıcı bir ütopya


1976 yılında yayımlanan Marge Piercy’nin Zamanın Kıyısındaki Kadın ütopyasında ise, yazar değişken cinsiyetler kavramına yer verir. Toplumsal cinsiyete dayalı cinsiyet kuruluşunun dışında öznenin farklı kavranış biçimini ortaya koyar Piercy. Romanda kadınlar ve erkekler fiziksel olarak birbirine benzerken üreme tamamen bedenden ayrıdır. Aynı zamanda erkek bedenleri erkeklerin de tıbbi yöntemlerle hamile kalabildiği gibi çocuk emzirebilecek şekilde yapılandırılır. Heteronormatif düzeni ve özdeşliği bozan, gelecek için aktif mücadele sunan bir bakış açısı sunar yazar. Kitap boyunca üç farklı zaman diliminde, tek bir kadının hayatındaki kimi değişimlerine anlatan bir hikâye karşımıza çıkıyor. Bu üç kadının birleşip tek bir benlikte, ütopik bir dünyayı kurtarmak için harekete geçtiği bir dünya betimlenir: Consuelo / Connie / Conchita Ramos. Bölünmüş kimlikler üzerinden hiyerarşik güç odakları, ırk ve cinsiyet ayrımı, kurum ve kontrol mekanizmalarının ortasında buluruz kendimizi. Connie’nin zihinsel ve duygusal sapmalarına tanık oluruz. Şiddet eğilimleri yüzünden akıl hastanesine yatırılan Connie, zorlu bir yaşam mücadelesiyle karşı karşıya olsa da çok geçmeden, yaklaşık iki yüzyıl sonrasının dünyasıyla iletişime geçmesiyle bambaşka bir yöne sürüklenir. Connie doktorların üzerinde deneyler yapmasını kabul etmezken diğer yandan, zihin gücüyle iletişime geçtiği ütopya halkının yardımıyla hâkim sistem karşısında başka bir yapı geliştirir. Roman, cinsiyetsizleştirilmiş, çekirdek aile ve her türlü iktidar ilişkisinin yok edildiği bir distopik alan sunar. Doğum, büyüme, cinsellik, çocuk yapma, delilik, ölüm ve yok olma gibi olguları irdeleyerek toplumsal olarak inşa edilmiş zorunlu verileri tersine çevirir.


Yeni bir yaşam kurgusu


Bilim kurgunun “yeni dalgası” olarak adlandırılan Dişi Adam, ise Joanna Russ tarafından 1960’lı yılların sonuna doğru yazılsa da 1975 yılında yayımlandı. Bu açıdan önceki dönem Amerikan feminizmine bir yanıt olarak da görüldü. Belki de en önemlisi ‘geleneksel ütopya’ anlayışına karşı konumlanması oldu. Geleneksel ütopya anlayışı egemen ideolojiye eleştiri getirirken, genel olarak yine sabit bir toplum üzerinden yeni bir yaşam kurgular. Dişi Adam’da, toplumsal mülkiyet ilişkilerinin yeniden düzenlendiği, ataerkilliği sorgulayan bir dünya kurgusu inşa edilir. Kadın varlığını bambaşka bir düzleme taşıyarak, alegoriler kurarak göstermeyi seçer Russ. Karakterlerin ve anlatıcının bilinç akışı konuşmalarının yer aldığı roman dokuz bölümden oluşur. Aynı zamanda her bölüm beş ile on yedi parçalı anlatımla sürdürülür. Romanın konusuyla ilgili net bir tanım yapmak güç. Çünkü kitabın bir konu çerçevesinde ilerlemediğini görürüz. Çizgisel bir anlatım da gerçekleşmez. Ve olaylar, olgular, karakterler sabit bir veri sunmaz bize. Temelde cinsiyet ayrımı, cinsel roller, evlilik, ailenin kadın üzerinde yarattığı baskıya karşı bölümler halinde parçalı yapıları bir araya getiren bir teknikle anlatı oluşturur.


Siyah, bir vampirin yok edici gücü


1991’de yayımlanan The Gilda Stories ise Amerikalı yazar ve aktivist Jewelle Gomez'in ilk romanı. Siyah lezbiyen bir karakterin deneyimlerini anlatan Gomez’in distopik /bilimkurgusu travmatik tecrübeleri ortaya koyarken; bedene, cinsiyete ve ırka yönelik şiddet biçimlerini de merkezine alır. 1850'de başlayıp 2050'de iki yüz yıllık bir zaman kapsamında geçen romanın kahramanı Gilda, kölelikten kaçar ancak bir süre sonra bir yetişkin olarak vampire dönüşmesiyle, iktidarın iradesini yok eden bir karakter doğrudan açığa çıkar. Gilda’nın ölümsüzlüğü yakalaması, toplumsal dünyanın varoluş koşullarını iktidar ilişkilerini gerilimler ve dönüşümler yoluyla ortaya koyar. Jewella Gomez, romanı beyaz üstünlüğüne, sömürgeciliğe ve ekolojik yıkıma karşı sorgulamalara sürüklüyor. Roman aynı zamanda, kapitalizm ve heteronormatif aile biçimlerine karşı meydan okumasının yanı sıra toplumsal cinsiyet temsillerine karşı da bir mücadele sunar. 1850'lerde kölelikten kaçan ve bir genelevde çalışırken vampire dönüşen Gilda’nın korku üretip iktidarla savaşan bir karaktere nasıl dönüştüğüne tanıklık ederiz. Ve karakterin iki yüz yıllık yaşamındaki olaylar, ırkçılığı görünürleştirir. Yazarın, Amerikalı ve Avrupalı beyaz toplumların içine işleyen ırkçılık, kölelikle geçen yüzyılı imgeleştirdiği bir karakterle bu dramı ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Jewelle Gomez’in ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi ötekileştirici unsurların yer aldığı hikâyelerde bedene indirgenen tüm hiyerarşileri de yok ettiğini söylemek mümkün. Tecavüze uğrayan bir köle ve siyahi karakter intikamını öldürerek alırken; kendi ölümsüzlük gücüne de kavuşur. Yabancı, öteki, köle, siyahi ve lezbiyen karakter, sınırları yok eden, var olan yapıyı dönüştüren bir rol üstlenir.


Karşımıza çıkan feminist/bilimkurgu/distopya ve ütopya örnekleri, yaşamın korunmasını, türlerin özgürleşmesini, ırksallaştırılmış yaklaşımların ortadan kalkmasını ve ekolojik hayatın korunmasını hedefler. Tüm bu “başka bir dünya düşü” geniş queer olasılıkların sürdürülmesiyle mümkün olabilir. Özgürleşmeye ve ‘varoluşa’ değer veren queer düşünce ve edebiyat mutlak önermeler dışında bir diyalog alanı yakalıyor diyebiliriz.


*Swastika Geceleri, Katharine Burdekin / Çeviren: Mehtap Gün Ayral /Encore Yayınları

*Karanlığın Sol Eli, Ursula K. Le Guin/ Çeviren: Ümit Altuğ/, Ayrıntı Yayınları

*Zamanın Kıyısındaki Kadın Marge Piercy/ Çeviren: Füsun Tülek/ Ayrıntı Yayınları

*Dişi Adam, Joanna Russ/ Çeviren: Çiçek Öztek /Ayrıntı Yayınları

*The Gilda Stories / Firebrand Books


Comentarios


bottom of page