top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

"Kitaplarımda acı bilincini ideolojikleştirmeden estetize etmeye çalışıyorum"

Yazarın fotoğrafı: Aynur KulakAynur Kulak

Aynur Kulak, Özlem Göncü ile üçüncü romanı Kibrit Kokusu odağında söyleşti: "Karakterlerin her birini zihnimde bir ezgiyle, müzikal eserle eşleştiririm. Böylelikle yazmaya ara versem bile geri döndüğümde karakteri bıraktığım yerde bulabilir, duygu dünyasına giriş yapabilirim."



“Kibrit Kokusu’nu yazmadan önce diğer iki romanımda da yaptığım gibi sıkı bir araştırma-okuma sürecine giriştim. Üç İbrahimi dinin kutsal metinlerine dair okumalar yaptım. Özellikle Yunus peygamberin izini sürdüm diyebilirim. Kutsal metinlerde yazılı olan hikayelerin/kişilerin edebi eserlerde yeniden hayat bulması, estetize edilmesi fikrini hep ilgi çekici bulmuşumdur. Kutsal metinler sadece kutsal mesajlarıyla değil, lanetlediği veya sorumluluk altında ezilen figürleriyle de evrensel mesajlar verir.”



Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuarı Keman Bölümü mezunusunuz. Keman sanatçısı olmak sizi nasıl besledi? Çünkü diğer yandan müzik ve bir enstrümanı profesyonel olarak çalmak sanat disiplinleri adına da önemli bir konu. 

Kesinlikle haklısınız. On senelik bir konservatuar eğitiminden bahsediyoruz. Dile kolay. Bir enstrümanı profesyonel çalabilmek keşişvari bir adanmışlık ister sizden. Küçük, havasız etüt odalarında geçirilen saatler demektir. Ağrıyan kaslar, sızlayan parmaklar yahut dudaklar. Dinleyiciden önce siz mükemmeli talep edersiniz kendinizden. Hep daha iyisini hedeflediğiniz Sisifos benzeri sonsuz bir çaba. Sabır, detaylı çalışma, zamanı örgütleyebilme ve odaklanabilme becerisi kazandırır. Duyguları tekniğin ibriğinden geçirmeyi öğrenirsiniz. İfade yeteneğiniz zenginleşir. 

Toparlarsak profesyonel müzik icrası sanatın her alanına sirayet edebilen bir derinlik, yaşamın nabzını yakalayabilmenize yardımcı olan güçlü bir ritim algısı, soyut düşünebilme ve zengin bir imge gücü katar.


Müzik eğitiminiz edebiyat ile olan bağınızı nasıl etkiledi?

Şimdi geçmişe dönüp baktığımda okul yıllarımı minnetle anıyorum. Kelimelerin ezgisini duyabilmemi sağladığı için en başta. Notaları ezberden çalma mevzusunu da unutmamak gerek. Bu sayede güçlü bir hafızaya küçük yaşta sahip oluruz. Bu da bir edebiyatçı için avantaj olsa gerek. Disiplinli çalışma, yazı öncesi titizlikle araştırma yapma, metnin armonisini oluşturma, cümlelerin sıralanışındaki metronomu tutturabilme gibi mevzularda müzik eğitiminin katkısı çok büyük.

Edebiyat da müzik gibi gücünü seslerden alır. Harfler ve notalar aynı kaynaktan çıkar. Notaları doğru basmak, güzel tınlatabilmek için senelerce uğraştım. Şimdi de aynı şekilde kelimelerle çalışıyorum. Thomas Berhnard’ın dediği gibi: “Başkasının notalarla yaptığını ben kelimelerle yapıyorum.” Ya da daha önce notalarla yaptığımı şimdi kelimelerle yapıyorum, kendi adıma.

Metni yazmayı bitirdiğimde ince işçiliğe sıra gelir. Kelimelerle mesaim başlar. Yüksek sesle birkaç okuma yaparım. Kulağımı tırmalayan kelimeler üzerinde usanmadan çalışırım.

Karakterlerin her birini zihnimde bir ezgiyle, müzikal eserle eşleştiririm. Böylelikle yazmaya ara versem bile geri döndüğümde karakteri bıraktığım yerde bulabilir, duygu dünyasına giriş yapabilirim.


Kibrit Kokusu öncesi iki romanınız daha var. Hayatı müzikle ifade etme, yansıtma sonrası yazarak da anlatma konusu kafanızda ilk ne zaman şekillenmeye başladı? 

Edebiyatla olan bağımın tarihçesi ilkokul sıralarına uzanır. Fıkra, şiir, hikayeler yazardım. Lise yıllarımda ufak ufak deneme yazıları eklendi. Sevdiğim şairlerin şiirlerini oraya buraya çiziktirirdim. Kemanı elimden bıraktığımda parmaklarımı rahatlatabilmek için piyanonun başına geçerdim. O da sonlandığında notalarla dolup taşan zihnimi dinlendirme ihtiyacım peydah olurdu. İmdadıma kitaplarım, yazılarımı biriktirdiğim defterlerim yetişirdi. Konservatuar eğitiminin hatayı tolere etmeyen, katı atmosferinden kaçıp sığındığım kıymetli sığınağımdı onlar. 

Uzun yıllar kalem ve keman birlikte, kol kola yürüdüler. Tutkuyla okudum, üç roman yazdım, müzik yaptım. Yirmi dokuz yaşıma kadar senfoni orkestralarında sayısız konserler verdim. Sahne büyüleyicidir. Orada çok seslilik hakimdir. Ama kulisler tek seslidir. Güç kimdeyse onun düdüğü öter. Kulislerde kaygı, rekabet, gruplaşmalar vardır. 

Bir yerden sonra kırk-elli kişilik gruplarla, bir şefin mutlak yönetimi altında müzik yapmanın beni mutlu etmeye yetmediğini fark ettim. Sınırlandırılmış bir alandı. Sanatsal habitat için ihtiyaç duyduğum özgürlüğe sahip değildim. Öncelikle icra ettiğiniz eserin bestecisi sonrasında da orkestra şefi mutlak itaat istiyordu. Farklılıklara hoşgörünün sınırlı olduğu bir alanda kendinizi ifade etmenizin önünde fikirsel, sanatsal barikatlar dikiliveriyor ne yazık ki.  

Adorno’nun da belirttiği gibi orkestra, toplumsal sistemin bir mikro kozmosu gibidir. Şefin otoritesi altında bireysel özgürlüklerinden büyük ölçüde vazgeçerek kolektif uyum sağlamaya mecbur olur insanlar.

Boynumdaki ağrılar uzun saatler keman çalışmama mani olacak noktaya gelince mesele kendiliğinden halloldu. Benim açımdan kopuş kaçınılmaz olmuştu. Kemanım hüzünlü bir vedanın ardından kutusuna kaldırılırken kalemim hükümdarlığını ilan etti. 

Sanat bir kere ruhunuza sirayet ettiğinde söküp atabilmek imkansızdır. Yaratıcı ifade bir şekilde kendine çıkış yolu bulur. Bende de terazinin kalem olan kefesi ağır basmaya başladı.


Romanlarınızın yazılma sebepleri, ana odak konuları neydi ve birbirlerinden farklarının ne olmasını istediniz?

Her üç romanımın da ortak meselesi kaybedenler, ötekileştirilenler, kimlik-aidiyet sorunları, insanın mana arayışı diyebiliriz. Adına “çoğunluk” denen kaotik koro tarafından sesi bastırılanlar özcesi. Edebiyatımda onlara yer açabilme çabası içerisindeyim. 

Muktedirlerin sesi yeterince yüksek perdeden çıkıyor. Umberto Eco’nun da dediği gibi gerçek edebiyat her zaman kaybedenlerin hikayesini anlatır. Bu hikayelerin hepsi travmatiktir, bize bolca dram hatta trajedi vaat eder. Ben eserlerimde ajitasyona kaçmadan, deyim yerindeyse bu acı bilincini ideolojikleştirmeden estetize etmeye çalışıyorum. Trajedinin, travmanın estetikleştirilmesi her zaman zordur, her zaman risklidir ama bunun edebileştirilmesinin önemi de ortada. 

Başkasının derdiyle hemhal olma itkisi ister istemez insanın yolunu edebiyatla kesiştiriyor. Katina’nın bir bedene iki ruh sığdırabilme sancılarını anlamaya çalıştım ilk kitabımda. 1920’lerde başlayıp 80’lere uzanan bir hikayeydi. Tarihsel haksızlıklar bazen bir kuşağı içten enkaza çevirir. Enkaz altında kalan ilk kuşak da kendisini travmatize eden olaylarla hakkıyla yüzleş(e)mediği için sonraki kuşaklara bir parça enkaz miras bırakır. Ben bu enkazın içinde hem açan yeni filizlerin hem de solan çiçeklerin peşine düştüm. 

İkincisinde 1906 yılında Edirne’deki bir akıl hastanesinde Miryam, Akif, Talat, Bahattin ve Sokrat’ın kesişen hayatlarını anlattım. Hikayenin temel harcı insan ruhunun derinlikleri ve müziğin şifa veren gücü diyebiliriz. Bu genel çerçevenin içerisinde dönemin siyasal atmosferine ilişkin mevzular da mevcut. Bu çalışmada peşine düştüğüm noktalardan biri ta İbni Sina’dan bu yana akıl hastalıklarının tedavisinde kullanılan müziğin oynadığı iyileştirici rolü vurgulamaktı. 

Delilik veya akıl hastalıkları biliyorsunuz modernite ile birlikte bambaşka bir haleye büründü. Hatta Nazizm gibi ideolojiler tarafından “itlaf edilmesi” gereken düşman olarak lanse edildi.

Üçüncüsündeyse kendiyle ve ölümün ağırlığıyla sınanan Yunus karşılıyor bizi. Yunus karakteri kelimenin tam anlamıyla bir “günah kaşifi”, bir “sırlar fatihi”, klasik bilme biçimlerine bir meydan okuyucudur. Bu vasıflar onun toplum dışı ve istenmeyen adam ilan edilmesiyle sonuçlanacaktı doğal olarak. Bir yerde Yunus kendi “kabiliyetlerinin” ve içinde yaşadığı toplumun günahlarının kurbanı olacaktı. Her toplum günah keçisi ister, arınmak ve bir ölçüde de olsa yüklerinden kurtulmak için.  


“Her şey yanık kibrit kokusu ile başladı” bu çağrışımın hikaye boyunca bizi takip edecek imgeleri önemli. Hikayeyi böyle bir imge üzerine kurmayı baştan beri düşündünüz mü yoksa kafanızda sanrıları olan bir karakteri anlatmak varken böyle bir yanık kibrit kıvılcım imgesi mi çıktı karşınıza? 

Yunus’un iradesi dışında görmek zorunda kaldığı hakikatleri temsil edecek bir imgeye ihtiyacım vardı. Herkesin iyi bildiği, (en azından benim kuşağın) tanıdık bir koku fikrini sevdim. 

Edebiyatta imge demişken, değinmeden geçmek olmaz. Proust İmgesi makalesinde Benjamin bu konuya değinir. “Ender rastlanan fiziksel bir illet”den bahseder ve konumuzla bağlantılı olarak bu imge üzerinden yapmak istediklerimi okurlarına hatırlatır. Proust’un imgesi der Benjamin, “edebiyatla hayat arasında gittikçe artan bir uyuşmazlığın alabildiği en yüksek fizyonomik ifadedir”. Kibrit kokusu imgesi Yunus için tam da gayrı iradi hatırlamayı temsil ediyor.


Yunus karakteri ile tanışıyoruz. Anlatılan hikaye onun hikayesi. Yunus’u sevenler, sevmeyenler, ondan etkilenenler ve etkilenmeyenler var. Yunus özellikleri olan bir karakter aslında, nöbet geldiği an bazı şeyler görmesi, ona malum olması da diyebiliriz buna, onu özel kılıyor, öyle değil mi? 

Ölüm karşısında insan, varoluşunun çaresizliğini hisseder ve yaşamı anlamlı kılabilme sancıları çeker. Modern insanın çıkmazını, çözümsüzlüklerini, karın ağrılarını görüyoruz Yunus’ta. 

Eleştirmenler sıklıkla edebiyatın bir işlevinin ifşa olduğunu söylüyor biliyorsunuz. Günlük hayatta da bir şeyi değiştirmenin prelüdüdür ifşa. Yunus toplumsal, etnik veya cinsiyet sorunlarının kangrenleşmiş sahneleriyle karşılaştığında bunu çözmeye güç getiremeyeceğini bilir, bu nedenle ifşa edip, ortada bırakır. 

Ayrıca modern insanlar olarak bilme biçimlerimizde, bilgiyi üretme düzeneklerimizde her an krizle yüz yüze kaldığımızın farkındayız. Beş duyusal algının dışında bir bilme biçiminin olmadığını düşünüyoruz. Oysa bu pozitivist rasyonaliteyi büken, bilmenin, bilgiye ulaşmanın farklı  yollarını tecrübe eden bilme biçimleri de var ve Yunus’un bir krizi de burada karşımıza çıkıyor. Kendisine rağmen, hatta mutlak reddiyeci tavrına rağmen bazı bilgiler ona malum oluyor. 

Bilmek istemeyeceğimiz, bildiğimizde bize sorumluluğu ağır gelen bilgiden hepimiz kaçmak isteriz. Zira bilgi her zaman güç değildir, bazen de güçsüzlüktür, yüktür. Bu tür durumlarda doğal olarak bunu tanımlamaya girişiriz, Yunus tanımlayamadığı ve aşina olmadığı bir bilgi kanalını, lanetliyor, reddediyor. Zira toplumun, insanların işlediği suçlara tanıklık ediyor. Bu tanıklık omuzlarına büyük bir yük bindiriyor. Bilmenin yahut bilgiye sırt çevirmenin politik tercihlerimize bağlı olduğunun farkında Yunus. Ve bilmenin mecburi kıldığı sorumluluklarla başı belada. Başarısız olmaktan, ona inanan insanları hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyor. 

Öte yandan gerek sinema gerekse tragedyalar bizi fena halde kahraman karakterlere alıştırdı. Çoğu zaman karakterler üstün yetenekleriyle, sevdiklerini, halkını veya toplumu iyiye ve özgürlüğe kavuşturmakla görevlidir. Halbuki insan dediğimiz şey güçsüzlükle, yalpalamakla malul. Bazıları buna anti kahramanlık diyebilir ama sonuçta her karakter kahramanlık suyundan içmek zorunda değil. Pratiğe geçiremediğimiz teorilerin, hesabını soramadığımız zalimliklerin altında ezilebiliriz bu gayet normal. 

Romanda da gördüğümüz gibi ölümle, saf kötülükle yüzleşmekten kaçıyor. Yunus idealleriyle sınanmıyor hayır, reddettiği, lanetlediği, ondan köşe bucak kaçtığı bir yeteneğiyle sınanıyor ve bunun altında eziliyor. 

Kibrit Kokusu’nu yazmadan önce diğer iki romanımda da yaptığım gibi sıkı bir araştırma-okuma sürecine giriştim. Üç İbrahimi dinin kutsal metinlerine dair okumalar yaptım. Özellikle Yunus peygamberin izini sürdüm diyebilirim. Kutsal metinlerde yazılı olan hikayelerin/kişilerin edebi eserlerde yeniden hayat bulması, estetize edilmesi fikrini hep ilgi çekici bulmuşumdur. Kutsal metinler sadece kutsal mesajlarıyla değil, lanetlediği veya sorumluluk altında ezilen figürleriyle de evrensel mesajlar verir.

Hikayenin 99 depremi ile başlaması da önemli bir husus. Hem toplumsal hem de bireysel gelişmelerde ülkemizdeki depremler çok önemli rol oynuyor çünkü.

Yunus’un kişisel tarihinde yaşadığı içsel depremlerle toplumun sürüklendiği felaket atmosferi arasında ara ara paralellikler kurmaya çalıştım. Çünkü gerek bireysel gerek toplumsal travmaları, kolektif yas süreçlerini önemsiyorum. 

Her deprem, afet, felaket toplum/devlet mekanizması açısından turnusol kağıdı işlevi görür. Sistemin, siyasal erkin kriz yönet(eme)me becerilerini teşhir eder. İki seçenek kitleleri bekler. Hızlıca fiziki, ruhsal, toplumsal yaralar sarılır. Ya da tam tersi kangrene dönüşür ve etkisi sonraki kuşaklara sirayet eder. 

Yaşanılan acılarla, felaketlerle yüzleşebildiği oranda bir toplum fiziki/ruhsal gelişimini koruyabilir. Aksi takdirde manevi bir çürümenin kokuları etrafa sinsice yayılır. Yüzlerce yıl sonrasına bile izlerini bırakır çürüme kokusu.


Romanın ikinci kısmı Urfa ile açılıyor. Yunus amcasının vefatıyla birlikte kendini birdenbire Urfa’da buluyor. Hikayede son derece katı geleneklerle, örfler ve adetlerle yönetilen eril dünyanın içine düşüyoruz. Hem babası ile ilgili öğrendikleri hem de eril dünyanın gerçekleri Yunus’un hayatını bambaşka bir yöne götürüyor. Urfa kısmını erk yapı ve yönetim, aile hiyerarşisi adına konuşabilir miyiz?

Sol kültürden gelen bir genç için şaşırtıcı bir deneyim oluyor elbet. Bunda tabi solun, Türkiye’deki toplumsal yapının dokularına nüfuz etmekte yer yer yetersiz kalmasının da ilgisi var. Urfa’da Yunus’u, şeyh olan amcasının merkezinde olduğu bir toplumsal/dinsel yapılanma bekliyor. Bölgede epey güç ve öneme sahip, köklü geçmişi olan bir tarikatın gerçekliğini keşfediyor. 

Kitabi olan ile reel dünyanın çarpıcı gerçekliği arasındaki farkın şokunu yaşıyor. Yabancısı olduğu bu dünyanın kurallarını anlamaya çabalarken zorlanıyor, yer yer çatışıyor. İtaati şart koşan yazılı olmayan kurallardan irrite oluyor. Biat kültürünü, “tek adam” zihniyetini sorguluyor. Eril zihniyetin mutlak hakimiyetini ilan ettiği ilişkiler ağını gözlemliyor.

Pek tabii ki Urfa’yı tesadüfen seçmedim. Urfa bir çok boyutuyla insanlığın ilk yerleşim birimlerinden olan bir yer. Multi kültürel olması, İbrahimi dinlerin kök yeri olması… 

Hatta kutsal metinlerde İbrahim peygamber üzerinden, insanın düşünebilir, muhakeme edebilir yeteneğinin altının çizilebildiği bir yer olarak bu meziyeti gerektiğinde geleneksel olana, ataerkil olana (babası Azer’e karşı çıkmasını hatırlayalım) karşı çıkışının merkezi olması itibariyle de hayli önemli bir lokasyon. Aklın başkaldırısı, ateş gibi bir yok edici maddeye karşı destansı bir direniş…

Kendi varoluşsal çıkışsızlıklarını tanımlamaya çalışmaktan yorgun düşmüş biri Yunus. Ve tüm bu debdebenin ortasında aklı ile kalbi arasındaki gerilim hattında yürümeye çalışıyor. 

Kalp ile akıl arasındaki çarpışma eski bir çarpışma ve bu hemen her zaman bir kriz alanı yaratır. Biliyorsunuz eğer bir yerde kriz lafı geçiyorsa, peşinden edebiyatın ilgisinin gelmesi kaçınılmaz. Zira edebiyat krizin öteki adıdır.


Nuh karakterini de konuşmak istiyorum çünkü hikayenin bireysel, toplumsal, kültürel ve siyasi arka planının yansımalarını bize Nuh karakteri gösteriyor öyle değil mi? Hep var mıydı kafanızda böyle bir karakteri yazmak, yoksa hikayenin gidişatında mı doğan bir karakter oldu?

Yazmak da yolculuk gibidir. Öncesinde yaptığınız planlar pek çok kez değişime uğrar. Yola çıkanla yolun sonundaki asla aynı olmaz. En azından bende böyle işliyor.  

Nuh karakteri, yazma eylemine başladıktan sonra şekillendi. İnancın maddi hırslarla, keskin zaaflarla kesiştiği öfke dolu bir adam belirdi sayfalarda. İçine doğduğu dünyanın çıkmaz sokaklarında yolunu kaybetmiş, biat etmekle isyan etmek arasında sıkışıp kalmış William Reich’ın tabiriyle bir “küçük adam”. Daha doğrusu gölgesi büyük ama kendisi küçük.


Roman yazmaya devam edecek misiniz? Önümüzdeki yeni projeleriniz neler?   

Elbette. Yazmak iflah olmaz bir tutku benim için. Çaresizliğim diyelim. Yeni projem üzerinde çalışıyorum. Kaynak tarama, araştırma ve okuma faslı bitti. Karakterler ete kemiğe bürünüyor. İnsan/toplum ilişkilerinde tahakküm kurma ve manipülasyon yöntemleri zihnimi kurcalıyor diyelim. Şimdilik bu kadar ipucu yeterli bence.

Comments


bottom of page