"Erkeklerin kötülüğü gücünü sistemden alıyor"
Ayşegül Şahin, Sibel K. Türker ile yeni romanı, Cennette Gibiyim üzerine söyleşti.
Sibel K. Türker’in yeni romanı Cennette Gibiyim, İthaki Yayınları’ndan çıktı. Yazarla Türkiye’de kadın olmanın zorluklarını gözler önüne seren kitabını konuştuk. “Roman toplumsal bir cehennemin içinden yazıldı” diyen Türker, sisteme yönelik eleştirilerini de dile getirdi: “Bir insanı hayattan koparmanın bedelinin dilediğimiz kadar ağır olmaması, bütün bu yaşanan kıyımların sebebidir.”
Yeni romanınız Cennette Gibiyim okurla buluştu. Kitabın ismi ile ana karakter Temenni’nin adı yan yana geldiğinde pozitif intiba bırakıyor. Ancak yaşadıklarına bakınca; kahramanımız “cennet”te değil, “cehennem”de adeta. Öyle ki çocukken ölmüş olmayı dileyecek kadar canı yanıyor. Annesinin babası tarafından öldürülüşüne tanıklık eden ve tüm hayatı öldürülme korkusuyla geçen Temenni’nin trajik hikâyesine olumlu çağrışım yapan bir isim seçmenizin sebebi nedir?
Evet, roman toplumsal bir cehennemin içinden yazıldı. İnsanların, kirli zihniyetlerin, batak ruhların yarattığı bir cehennem. Ve bu insan eliyle yaratılan cehennemde yaşamaya mecbur bırakılan kadınları anlatıyor. Dediğiniz gibi Temenni ışıldayan bir isim gibi duruyor bütün bu çirkinliklerin ortasında. Çocuksu ve masum bir tınısı da var. Yeter bu kötülük dedim ve kahramanımın ismini böyle koydum. İyiliği dilemek gibi, mutluluğu olmasa da insanca bir yaşamı dilemek gibi geldi bana.
Edebiyat tarihinde iz bırakan kitapların ortak özelliklerinden biri, etkileyici giriş cümleleri. Cennette Gibiyim de daha ilk cümlesinde yakalıyor okuru: “Keşke çocukken ölseydim diye düşünüyordum yatakta uzanırken.” Romanın özeti niteliğindeki bu ilk cümle nasıl doğdu?
Ben ilk cümleyi yazmadan bir anlatıya girişemeyenlerdenim. Daha doğrusu uzun bir süre kurup çatmış, romanı kafamda oturtmuştum, ancak bir start vermem gerekiyordu. Çocukken ölmeyi dilemek bir insanın en mutlu günlerinin çocuklukta kaldığını gösterir. Kahramanımız sonra öyle şeyler yaşamıştır ki çocukken bitseydi bu iş, yani ölüp gitseydi gördüklerini görmeyecek, acıyla sınanmayacaktı. Hem geçmişe özlem, hem çocukluğun cennetine kaçma arzusu, hem şimdide yaşanan acıdan kurtulma isteği bu cümlede vardı. Aradığım maalesef buydu. Maalesef diyorum, çünkü çocukken ölmek iyi değildir, ama kahramanımızın sonra yaşadıklarına bakacak olursak bir kurtuluş gibi de duruyor. Sanki roman, kozasını bu cümlenin etrafında kurdu.
Kadın cinayetlerine dikkat çeken bir roman “Cennete Gibiyim”. Sizi bu konuda kalem oynatmaya iten spesifik bir olay oldu mu hayatınızda? Ve Temenni karakterine ilham veren gerçek bir kişi var mı?
Benim hayatımda olmadı, yakınıma uzanmadı bu cinayetler. Ama tanıklıklarım var. Gerçekten ablası öldürülmüş bir kadın tanıdım. Ama bunun da çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Sayısı giderek artan kadın cinayetlerine bakacak olduğumuzda, bu toplumda kadın olmanın ne denli zor olduğunu biz hepimiz, tüm kadınlar anlayacaktır diye düşünüyorum. Birebir aynısının başımıza gelmesi gerekmez. Ama ayaklarımıza yürüyen kirli bir su var. Soluduğumuz zehirli bir hava var. Kadın olmak “suçu”nun bedeli türlü şekillerde ödetiliyor her birimize.
Romanı tamamlamak ne kadar zamanınızı aldı?
Romanı yazma sürecinin ilk 6 ayı kafada düşünüp tartmak, yürekte gezdirmek, satırları hayal etmek, akışı planlamakla geçti. Sonrasında 1.5 yıl gibi bir sürede yazdım. Zaman zaman tıkandığımı hissederek bıraktım. “Ağır şeyler anlatıyorum” diye düşündüm, “umarım altında kalmam”. Sonra bir sorumluluk bilinciyle tamamlamaya gücüm yetti.
Dünyaya Temenni’nin gözünden bakmak, onu yaşamak, acılarını, korkularını, çaresizliğini hissetmek travmatik bir süreç miydi? Romanı kaleme aldığınız dönem, ruh halinizi nasıl etkiledi? Zorlandığınız, öfkelendiğiniz anlar oldu mu?
Travmatik denemese de zorlayıcı bir süreçti. Ne yaparsak yapalım bir başkasına hep yabancı kalacağız. O kendi anlatmadıkça layıkıyla dillendiremeyeceğiz onu. Bu eksiklik duygusunun farkındaydım ama olabildiğince bitişmeye çalıştım kahramanıma. Üstelik bir “ben” anlatısıydı söz konusu olan. “Ben ben” diyordu Temenni. Kendimi ağır bir yükün altına sokmuştum anlayacağınız. Başta öfkeleniyordum elbette. Bize yaşatılana katıksız bir nefret duyuyordum. Ancak biraz ilerleyince yolumu buldum ve öfkeyle fazla gidemeyeceğimi anladım. Yakıtım bitince ne yapacaktım? Dolayısıyla tüm duygulardan biraz tasarruf ettim. Ancak ruhsuz bir metin yazmadığıma inanıyorum. Organik, kıpır kıpı, konuşkan bir anlatı oldu.
Kitapta kadınların hepsi mağdur, erkeklerin ise neredeyse tamamı kötü. Bunu hikâyenin etkisini artırmak adına bilinçli bir tercih olarak mı okumalıyız?
Evet, bilinçli diyebiliriz. Safları sıklaştırmak gerekiyordu. Ak ve kara olarak ayırmaktan korkmadım bu kez, gri alanlara da itibar etmedim. Ortalık savaş alanı gibi çünkü. Katile çiçekle yaklaşmazsınız. Erkeklerin kötülüğü sistemsel, gücünü sistemden alıyor. Toplumca onaylanan bir kötülük yani. Bu durumda kadınlar istese bile çok kötü olamaz, yaptırmazlar yani. O zaman başka bir dil kurmak gerekir.
Korkularla dolu hayatında hiçbir şeye gıkını çıkarmaması, köşeye sinmesi beklenen Temenni, değişim için ihtiyaç duyduğu güç ve desteği yine bir hemcinsinde buluyor. Temenni ile sığındığı evdeki teyze kızı arasındaki “kardeşlik bağı”, hem karaktere hem de okura bir nebze olsun nefes aldıran, umut veren bir alan açıyor. Buket Uzuner bir röportajında “Kadınlar birlik olursa kadına şiddet kalmaz” demişti. Neler söylemek istersiniz kadın dayanışması hakkında?
Kadın dayanışmasını birçok kadın bile astral seyahatte gerçekleşecek bir şey olarak görüyor. Masalmış gibi, mümkün değilmiş gibi. Bu inançsızlık da dayanışmada gedikler açıyor. El yükseltmemiz gerek diyorum ben. Aklımızı, ruhumuzu, yüreğimizi genişletmeliyiz. Karşımızda örgütlü bir ataerkil düzen var. Kıyım yapıyor, kurban ediyor ve korkunç makine duracak gibi de görünmüyor. Demek ki bir kolaylaştırma var ortada. Bir adama bunu yaptırtacak bir kolaylık sağlanıyor. Bu kolaylık gizli onaydır aslında. “Kes o kadının cezasını” diyen bir toplumsal anlayış vardır arkasında. Kadınlar hemcinslerine yönelen her şiddet eylemini kendilerinden ayırmadan, kendilerini ayrıştırmadan görebilmeli. Sınıf, ırk, din, dil ayrımı olmadan kendine yapılmış gibi duyumsayabilirse çok şey değişir. Yalnızlık duygusu kırılır en hafifinden ki yaman bir duygudur bu. Aldırmazlık uyuşturur insanı, olanı da olağanlaştırır. Toplumu doğru okumalıyız, bunun için de bilinçlenme gerekir en başta. Hemcinsine el vermekten korkmamalı kadınlar.
Teyze kızı şöyle diyor Temenni’ye: “Haksız tahrikle -hani teyzem sen de erkek misin demiş ya- müebbetten yırtan eniştem teyzemi doğramasaydı iyi huyuyla takdir kazanıp on, bilemedin on iki yıl yatar çıkardı. Ama hukukumuz vahşiliğe karşıdır.” Temenni de aşkı neden istemediğini “Bütün kadın katilleri ‘Sevdiğim için öldürdüm’ diyor. Öyle duygusal bir ülke ki burası, hukukumuz da aynı hislerle aşka öncelik verip bu sevdalı kocalara, erkek arkadaşlara, bu mecnunlara kol kanat geriyor” diye açıklıyor. Hukuk sistemimizin kadın cinayetleri konusundaki rolü, sizin hikâyeyi yaratma sürecinize nasıl etki etti?
Hukuk sistemi dediğimiz şey yalnızca ceza kesmez. Ortada iyi bir sistem olsaydı, önleyici tarafı daha baskın olurdu. Suçlar ortaya çıkmadan bastırılırdı, verilecek cezanın tahayyülü de caydırıcılıkta önemli bir rol oynardı. Bir insanı hayattan koparmanın bedelinin dilediğimiz kadar ağır olmaması da bütün bu yaşanan kıyımların sebebidir. Zaten oturmuş, bireyi ve yaşam hakkını öncelikli olarak koruyan bir hukuk sisteminde böyle suçlar ancak hasta kafaların ürünü olabilirdi. Bu da ekstrem durumlara girerdi. Oysaki yaşadığımız şey bir tür normalleşme. Yani kurbanlara bu eylemlerin gerçekleştirilmesi kanıksanıyor. Hem sistem hem de toplum tarafından. Neredeyse oyun diyeceğim, berbat bir oyun kurulmuş neredeyse. Bu da romanın yazılma sebeplerinden biri zaten.
Kadına şiddeti, kadın cinayetlerini ne yazık ki kanıksadık. Haberlere artık şaşırmıyoruz, çünkü sıradan hale geldi. Korkunç bir tablo var; Türkiye’de sadece 2023 yılında 308 kadın, uğradığı şiddet nedeniyle yaşamını yitirdi. 2024 yılının başından ekim ayına kadar da 300’e yakın kadın cinayete kurban gitti. Bu insanlık suçuna dikkat çekmenin yollarından biri; sanat. Bu bağlamda edebiyatın gücünü ve etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz kitabınızla nasıl bir etki yaratmayı amaçladınız?
İster şiir, öykü, ister deneme, ister roman olsun her yazınsal türle bir etki bırakmayı umar bir yazar. Yoksa niçin yazalım? Başımıza gelecek en kötü şey de sessizlikle karşılanmak olur bu durumda. Umarım bu roman okuruna ulaşır. Bu romanın okuru kimdir derseniz onu hissedecek, anlayacak ve yüreğinde hafif bir sızı hissedecek olandır. Sanat için sanat yapmıyorum bu romanda. Okumanın zevki varsa, gerçeklerin de bir hükmü vardır. Romanın gerçeğinin görülmesini arzuluyorum.
Siz yazar olarak sanatınız aracılığıyla kanayan bir yarayı gösteriyorsunuz, peki bu yara nasıl iyileşir sizce? Kadın cinayetlerinin önlenmesi adına ne tür adımlar atılmalı, çözüm önerileriniz neler?
Erkeklerin sırtının sıvazlanmasının bırakılması gerekir öncelikle. Toplumsal anlamda sorun çok derinlerde, yüz yıllarda değil, bin yıllarda. Coğrafyamızın tarihi böyle belirlenmiş. Bugün görebildiğimiz, anlamlandırabildiğimiz kodlarla yazılmış. Bu ülkede kadınlar av hayvanları gibi kıstırılmış yaşıyor. Her anlamda. Köydeki de, metropoldeki de. Okumuşu da, okumamışı da. Çalışanı da, çalışmayanı da. Geleneğin, dinin ve toplumsal kabullerin de etkisiyle bunu yaşıyor kadınlar. Biraz havalanayım, kanat çırpayım diyeni de vuruyorlar. Çok şeyin değişmesi gerek. Sosyolojik çalışmalara da her zamankinden fazla ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Sanıyorum tabandan gelmesi uzun sürecek bu talebin. O zaman üst yapı kurumlarının insanca bir düzeni tepemizden indirmesi gerekecek. Fakat bizi yöneten erkekler hallerden ve hallerinden bu kadar memnun olduğu sürece bu da zor görünüyor. Silkinmek lazım.
“Cennet vatan” sadece kadına değil, çocuğa ve hayvana yönelik şiddetle de sınanıyor son dönemde. Her güne başka bir kötülükle uyanıyoruz neredeyse. Vahşetin dozu da giderek artıyor sanki; gençlerin karıştığı vahşi cinayetler, bebek katliamı, terör saldırısı... Romanda okusak belki de “Bu kadarı fazla!” deyip gerçekçi bulmayacağımız olayları peşi sıra yaşıyoruz, çaresizlik içinde izlemekten başka bir şey de gelmiyor çoğumuzun elinden. İçinden geçtiğimiz bu dönemi göz önünde bulundurarak, geleceğimiz adına bir “temenni”de bulunmanızı istesek, ne söylersiniz?
Evet, kötülüğün türlü biçimleriyle sınanıyoruz sanki. Bir iblis yeryüzüne inmiş de gecikmeden işe koyulmuş gibi. Ardı ardına geliyor her şey. Şaşkın ve umutsuz kılıyor bu durum hepimizi. Neden sürekli hayvanlar, çocuklar ve kadınlar kurban ediliyor, bunu anlamak gerek. Bu gücün denenmesidir. Güç dediğimiz şey neredeyse doğada bile korkunç geliyor gözüme, insan toplumundaki ise hep zayıfı, örselenebilecek olanı, arkası, koruyanı, hesap soranı olmayanı önceliyor. Bu adamlar kavga ediyor olmuyor, küfrediyorlar olmuyor, ille bir zayıfa bulaşmaları gerek. Tamamen hastalıklı bir durum. Gecikmiş modernite ile de ilgisi var ama buralara girmeyelim. Her bireyin eşit, özgür ve olabildiğince mutlu olduğu bir ülke, bir toplum temenni ediyorum.
Okurlarınızın kitabın son sayfasını okuduktan sonra ne hissetmelerini umuyorsunuz?
Bir kadersizliğin nedenini anlamalarını istiyorum. Bu topraklarda yazgının yazgı olduğuna emin değilim. Sebep ve sonuçlar ortadayken hiçbir şeyi mistifike edemeyiz. Okurken acıklı bir şey okuduklarını sanmasınlar isterim. Boğuntuya, kuruntuya da kapılmasınlar. Mümkünse göz devirmesinler ve sıkılmasınlar. Çok şey istiyorum gibi görünüyor ama istediğim tek şey biraz anlayış aslında. Yazarının yazarken içi acıdıysa da bu hiç önemli değildir. Sineye çekilecek bir şey. Sorularınız için teşekkür ederim.
Comments