Sahiden
"Öteki rengi görmüş, tanımış ve artık bilmiştim. Ama yine de: ‘Tek gerçek şeffaf olandır, bilinen tek renk beyaz.’, diye söylenip dururdum. Odamdalarken."
Süleyman Yıldırım
Sanırım bir kıştı. Hangi kıştı anımsamıyorum. Emin değildim. Olanlardan. Hem de hiç. Ancak içinde bulunduğum duvarlar kadar şeffaf, bunlar kadar açık. Öyle söylerlerdi. Yanıma gelip giden beyazlılar, yine aynı kendi renklerinde duvarlar içinden içeriye sızıp bana bembeyaz ilaçlar verenlerin söyledikleriydi bunlar.
Asıl ben tek bir şeyden o kadar emindim: İçimden gelen kıpırtı. Kıpırtılardan. Kimi baş ucumda, kimi yatağımın altında. Tavan köşelerinde. Bunlar öyle ki beyazlıların koltuk altları, omuz başları ve kasıklarına yerleştiklerini görürdüm. Üstelik kapkara, kara idiler de bunlar. Bana sanıldığı gibi şeffaflığın gerçekte olup olmadığını düşündürüp dururdular.
Bunları görmeye başladığım gibi: ‘İçimde kıpırdanmıyorlar mı? Değiller mi? İçimde kıpırdanmalarına, oradan çıkmaları ve hatta etrafa yayılmalarına engel olamam mı?’ Daha sonra sonralardan: ‘Evet, bunu. Hiç yoktan bunu yapabilirim’, diye ardı sıra düşüncelere kapılır, kendi kendimi telkinlerdim. Yine de elimden iyi ya da kötü hiçbir şey gelmez.
Bahsini ettiğim: Mini, minnacık?! Böcekler mi?! Benden başka kimselerin göremediği. Oysa nasıl da her şeyin apaçık olduğuna inanıp bunu söyleyebilirlerdi. Gelip gitmeyi sürdürürlerken. Bembeyaz olmuş, bunları bilmezlerdi. Her bir yeri tuttuklarının ise hiç farkına varmazlar. Ellerinden anlardım. Odamdan çıkmamacasına ötelerine berilerine anbean aksayışlarından. Durmaksızın kaşınacaklarını. Ama ben aksamazdım. Bağlı olduğumdan?! Bir şeyden daha emindim: Kaşıntılarının beni de tutmayacağından. Durup gülümserdim. Bir türlü nasılsa anlam veremezlerdi. Sevinirdim. ‘Olsun.’, diye başlar. İçimden konuşur: ‘Varsın kaşınsınlar. Ben de hep bu odada kaşınsam, etrafımı alsa bu küçücük şeyler ne olur?!’ Nasıl olsa artık bir öteki renk.’, derdim. Öteki rengi görmüş, tanımış ve artık bilmiştim. Ama yine de: ‘Tek gerçek şeffaf olandır, bilinen tek renk beyaz.’, diye söylenip dururdum. Odamdalarken. Üstlerinin giderek karardığını da mı görmezlerdi? Günlerce aynı önlüğü giyindiklerinden mi bu böyle?!
Mutlaka bu kararmalar, daha ötesi karaltılar benimkilerin işi. Fark edemedikleri benimkiler? Böceklerin işi mi?! Renk vermez, tek kez olsun bir şey de söylemezdim. Susar. Dinler, başımı sallar ve yine susardım. Önlüklerinin yenlerinden bana sallanan ellerini görür görmez ise onlardan olan çekincem giderek yok olur. O kez hiç biri aksamaz.
Aksamayan yeşili de görmüştüm. Onda yaban otları, aksamayan ağaçlar, dallarındaki yaprakları. Belki ilk kez gördüğümü - odamdaki kapkara böcekleri gördüğüm gibi - sanmıştım. Geniş mi geniş, uzun mu uzun yolu olan bir yanında ise koskoca eli başında duran heykelin olduğu büyük bahçeden dışarıya doğru yürümüştüm. Hava giderek kararmıştı. Tıpkı beyazlı ötekilerinin önlüklerininkince. O binadan sonunda çıkabilmiştim.
Dışarısına doğru yürüdüğüm bahçede başka böcekler, cırcır böceklerine de mi rastlamıştım?! Tıpkı öteki türdeşleri ve kendilerinden ayrı bir benim gibi belli etmeyip renk vermezler diye ummuştum. Beni tek seferde anlamış gibi ötmeyi o an bırakmışlardı. Geriye doğru bakmıştım. İçinden çıktığım bembeyaz bina ile ona girmekte olanların gözle görülür derecede karardığını anlayınca tekrar tekrar bir sevinç benliğimi sarmış. Hayatta beyaza boyalı ne varsa binalar, duvarlar, ilaçlar, insanlar kararıp elle tutulur hale gelmişti. Ellerimi uzatsam uzanıp hepsini bulabilirdim. Ama oradan bir an evvel gitmeyi yeğlemiştim. Kendimden daha emin iyice uzaklaştıkça ta en başından beri orada, insanlara vaatlerde bulunurcasına duran düşünen adam heykeli gitgide daha da belirsizleşmiş. Sonunda kendi evimin iki küçük göz kara penceresine dönebilmiştim. İkisinin de apansız gökyüzünü, dallarındaki yapraklar, ağaçlar ve yerdeki yaban otlarını gördüğünü tahmin ederek. İçimden yine: ‘‘Ne çok renk varmış, ne çok öteki renk. Beyazdan, karadan başka.’’, konuşup ‘Artık elimden çok şey gelebilir’, diye de düşünmeden edememiştim. Şimdi tam da bu andan sonra beni de kaşıntılar tutabilir diye endişeye kapılmaya başlamış ama neden ise evimde yatağımı, yatağımın baş ucunu ve bilhassa tavan aralarını sarmakta olan böcek ağlarına dokunmamıştım. Elimi başıma götürmemeye. Kimseyi dinlememeye, başımı herhangi birine sallamamaya ve susacakken susmayıp istediğimi, istediğime söylemeye başlamış.
Ama aslında her şeyin başlangıcında çiçekler vardı, hem bin bir renkten çiçek. Yaban otları arasından sonra onlar gibi gökyüzüne uzayan ağaçlar, dallar, yapraklar. Başımı gökyüzüne çevirdiğimde ise onlardan ayrı renkte bir gökyüzü. Hiç aksamayan bütün bunlar. Hepsi ayrı renkti de nasıl da tümünü kaybetmiştim. Sanırım: ‘Mantığını tamamıyla kaybetmiş. Kendinden bile emin değil. Hastalanmış. Burada bir süre yatıp tedavi görmesi gerekiyor’, kendilerinden emin dediklerine kulak misafiri olduğumdan beri. İşte o zamandan beri o öteki renklerden ırak binanın bir süre misafiriydim.
Söylediklerini duyduğumdan beri halen içimden gelen kıpırtı, kıpırtılarından o kadar emindim ki hepsinin sesiyle hemhal olup renklerin içindeki her birine artık öylesine aşina olmuştum. Üstelik aylardan bir yaz ayı olduğundan aksayan da hiçbir şey kalmamışken. İçimdekiler şimdilerde gece böcekleriydi, hep birlikte ötüşen ama hepten ayrı ağızdan. Şeffaflıktan o kadar uzak ve aslında o kadar sahiden.
コメント