Hayat işte öylesine renkli ki aslında
Sinem Örs Ertaş, Prof. Dr. Seda Ünsar'ın ilk romanı Düşüş üzerine yazdı: "Düşüş; farklı coğrafyalar, farklı zamanlar, farklı kültürler arası çarpıcı, derin, katmanlı ve sorgulayan bir yolculuk."
Sinem Örs Ertaş
Düşüş; farklı coğrafyalar, farklı zamanlar, farklı kültürler arası çarpıcı, derin, katmanlı ve sorgulayan bir yolculuk. Bu yolculuğa aşk, dostluk, sinema, felsefe, rüya ve gerçek ikilemi eşlik ederek renk katıyor. Esasen kategoriler üstü, “Türk edebiyatına yeni bir soluk getirecek” cümlesinin tam da karşılığı olan bu romanla edebiyatımız hem çeşitlilik hem de müthiş bir yazar kazandı.
Çehov da bizi görecek mi?
İlk basımının üzerinden henüz bir yıl geçmeden 2. baskısı yapılan, “roman” sözcüğüne sığmayan bu ilginç ve katmanlı kitap, zaman geçtikçe çok daha iyi anlaşılacağına dair güçlü ipuçlarına sahip. Roman ilerledikçe, kült filmleri ile sinema sanatının, Çehov'un kışkırtıcı gerçekçiliği ile Rusya'da geçen bir hikâyenin, farklı coğrafyalardan ve farklı kültürlerden gelen karakterleri ile "hayat işte öylesine renkli ki aslında" dedirten olayların eşlikçisi oluyor. Düşüş’te aynı zamanda diyalogların ustalıkla ve neredeyse James Joyce’un Ulysses’ini andıran bir tempo ile yoğrulduğuna tanık oluyoruz. Elena Ferrante için Napoli ne ise Seda Ünsar için de Los Angeles o! Şehre hiç gitmediyseniz bile önemi yok. Kitabın sayfalarında gezindikçe Los Angeles’ın da sokaklarında dolaşmışsınız hissi kalıyor damağımızda. Bunların ötesinde, siyaset bilimi profesörü olan Seda Ünsar, ülkemizin bugünkü durumuna hangi yollardan, hangi duraklardan, hangi yanlışlardan ve bitmeyen sancılardan geldiğine de müthiş bir kurgu içinde yer veriyor.
Roman içinde roman
Rüya ve gerçeklik arasında gidip gelen, hatta gidip de aslında gerçekliğe dönmek istemeyen Ali karakterinin yazdığı Rusya’da geçen roman da Düşüş’ün en büyük sürprizi. Evet, adeta matruşka gibi romanın içinden roman çıkıyor!
Öte yandan, kitaptaki karakterlerin varoluş sancıları, aşkı arayışları, aşkı buluşları, aşkı bulamayışları, aşkı kaybedişleri de insanın zihninde, nefis bir sinema filmi izlemiş lezzeti bırakıyor. Yaşanmış, yaşanmamış, yaşanamamış, yaşanmak istendiğinden emin olunamamış ne kadar aşk türü varsa bu romandaki karakterlerde vücut buluyor. Zaten kitap bittiğinde insanda “filmi çekilse izlerim muhakkak” hissi baki kalıyor.
Labirentin her dönemecinde farklı bir hikaye
“Doğu'da en zor şey kendin olmayı başarmaktır” diyen yazar, Osmanlı tarihinden bahsedilirken çoğunlukla es geçilen Şeyh Edebali felsefesine, Jön Türkler’e, Osmanlı’da ulema sınıfına, siyasal İslamcılığın laiklikle olan ezeli kavgasına, Çince öğrenmenin zorluğu ve dünyaya Çin'de gözünü açmanın insanı sürüklediği dil sorunu çıkmazına şaşırtıcı şekillerde yer veriyor. Eğlenceli ve öğretici bir labirentte çıkış yolunu ararken, her dönemeçte farklı bir hikâyeye rast geldiğinizi tasavvur edin; işte tam da böyle bir okuma sunuyor roman. Mısır mitolojisinde gezinirken, kendinizi birden Las Vegas'taki Luxor Hotel’de buluyorsunuz hatta Las Vegas'in sahte olup olmadığı yönünde bir sesli düşünmeye giriştiğinizi dahi fark ediyorsunuz. En yakın dostuyla beraber kaldığı otel odasının ücretini yarı yarıya bölüşmekle ilgili detayda, çoğu romanda, filmde, öyküde ne yazık ki çok da rastlamadığımız bir mesaja denk geliyoruz: Kadının hesap ödeten değil, hesabı ödeyen, paylaşan bir birey olması; çok doğal bir itki ile bunu zihninden geçirmesi. Feminizm sözcüğünün adını geçirmeden feminist olabilmek de romanı türdeşlerinden ayırıyor.
Aşk, anlam, yolculuk…
"İnsan umudunu tam olarak ne zaman veya ne olduğunda yitirir?" sorusunu "Bir ümit belki cevabı bilen biri vardır…" uysallığında sormuyor bu kitap. Siyasi tespitler yaparken de eğlence dünyasını analiz ederken de içten içe bitmeyen o doğrudan sorgulama ve karşı çıkışla baş başa bırakıyor okuyucuyu. Kör kuyularda merdiveni kırılmış bir aşkı, altıncı sezonunu merakla beklediğiniz bir dizi gibi izlerken, ülkenin bugün bulunduğu durumun derin analizini de eşzamanlı okuyorsunuz. Çok az kitap kişiyi bu denli fazla renge eşlik etmeye davet edebilir.
Romanın sonuna geldiğimde hiç bitmesin hissine mıhlanıp kalıyor; tam da bu yüzden "..... balkondan düşmekte olan beyaz bir çarşafın bir ucuna dokunur gibi dokunup" onu tutamıyorum, her güzel şeyin sonu olduğunu öğrenmiş ama bunu bir türlü kabul edememiş yetişkin aklımla.
Hayalini yatağının altına saklayan Afife
Koca koca insanların, profesörlerin, siyasetçilerin, danışmanların, bilirkişilerin yıllardır usanmadan ekranlarda tartıştığı pek çok şeyi, kahramanımız Behman üç-dört cümleye sığdırıyor "bizim toplumlarımız sorunlarını asla çözemeyen, boşanmaya da niyeti olmayan karı kocalar gibidir...." diye başlayan konuşmasında. Afife’nin "hayal kurarken yakalandığında, hemen eğilip hayalini yatağının altına sakladığı" yıllardan sonra, tek bir bavulla, ardına bakmadan, İstanbul'u bırakıp peşine düştüğü mutluluğu bir türlü hissedememesinin sebebi varoluşsal bir sorun mu yoksa Ali’den karşılığını, istediği dozda, istediği biçimde, istediği renkte göremediği o derin aşk mı olduğu sorusu ile baş başa kalıyoruz bir süre.
Çehov’a da bir imza
Düşüş romanında hayatı akışına bırakmakla, belli bir strateji ve hedefe odaklanmak arasındaki çelişkiyi, karakterleri S ve Ali üzerinden soruyor Akademisyen-Yazar Seda Ünsar. Şimdi kendinizi nefis manzaralı bir tren yolculuğunda, kadife kaplı rahat koltuklarda, kahvenizi içerken hayal edin ve bu kitabı tam da o ruh hali ile “yudum yudum” okuyun.
Yolda kimlere rastlayacağınızı söyleyerek sürprizi kaçırmak istemem. Yolculuğun sonunda “iyi ki bu romanla ve yazarıyla tanıştım” diyeceksiniz. Düşüş farklı bir tür, yeni bir edebiyatın habercisi adeta.
Çehov yaşasa, bu romanın imza gününde muhakkak sıraya girerdi!
DÜŞÜŞ
Prof. Dr. Seda Ünsar
İnkilap Yayınevi, 2021
464 s.
Kaynaklar:
Comments