top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıAsuman Kafaoğlu-Büke

Seni Uyurken Sevmek… Aşkların en güzeli

"Bir kadını uyurken sevmek, onunla ancak o kadın bilincini yitirdiği anlarda yakın olmak, her şeyden önce Marcel’in erkekliğine güvensizliğini gösteriyor. Karşısındaki kadın tarafından alay edilmeyeceğini, küçümsenmeyeceğini bilmek, cinsel güçsüzlüğünü saklamak ancak uykuda mümkün çünkü." Asuman Kafaoğlu-Büke'den, denklemden kadın cinselliğinin çıkartıldığı anlara, aşkın en garip ve belki de cinsler arasındaki en dengesiz haline dair...



Birkaç gündür dilime, çocukluk yıllarımdan hatırladığım “Seni Uzaktan Sevmek” nakaratı dolandı. Yaşar Güvenir’in Sensiz Saadet Neymiş şarkısının platonik bir aşkı anlattığını sanıyordum oysa ölmüş bir sevgilinin ardından duyulan hasreti anlatırmış. Bu güzel şarkı ve son günlerde okuduğum üç eser ortak bir noktada buluştu zihnimde. Aşk, sevgi, arzu, şehvet, seks, şefkat duyguları hem dilimizde hem de duygularımızda öylesine iç içe geçmiş ki, birinden söz ederken diğerini anlayabiliyoruz bazen.

Resim: Konstantin Somov - A Sleeping Woman

Marcel Proust’un Mahpus (1923) romanı, Yasunari Kawabata’nın Uykuda Sevilen Kızlar (1961) öyküsü ve Gabriel Garcia Marquez’in Benim Hüzünlü Orospularım (2004) novellası, hepsi uyurken sevilen kadınları anlatır. Kırkar yıl arayla yazılmış bu üç eser, geniş bir zamana yayılmış dev zincir halkaları gibi birbirlerine bağlandılar zihnimde; oysa her biri çok farklı kültürlerin ve coğrafyaların, her biri farklı estetik kaygılarla yazılmış, her biri özgün ve benzersiz eserler.


Kayıp Duyguların Peşinde


Bir kadını, özellikle de genç ve güzel bir kadını uyurken sevmek, bu sözünü ettiğim eserlerde iki farklı tema ile ortaya çıkıyor. Birincisi anıları canlandırmak.


Marcel Proust’un etkisini daha sonra yazılmış olanlarda doğrudan göremesek bile kaybolmuş zamanın izi peşinde oluşlarıyla, Mahpus (çeviri: Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 2010) romanına nasıl bağlandıklarına bakabiliriz. Proust sekiz ciltlik Kayıp Zamanın İzinde romanını yazarken o dönemde Henri Bergson gibi filozofların ve yazarların ilgi duydukları konulardan biri zamanın doğasıydı. Belleğin zamanı kaydediş biçimi özellikle Proust’un ilgisini çeken bir konuydu.


Zaman geçince geride kalan izler sanatçıların da – özellikle İzlenimci akımın – ilgi odağıydı. Geride ne kalıyor sorusu, Einstein’ın görecelik kavramı ile yeni bir boyuta taşınmış, sanat ve bilim dünyası her bireyin farklı zaman algısının olması konusunda yeni düşüncelere yelken açmıştı; öznellik bu düşüncelerin merkezindeydi. Kayıp Zamanın İzinde’de zamana mikroskoptan değil, teleskoptan baktığını söylüyordu Proust.

Resim: Felix Vallotton, Laid down woman sleeping

Mahpus romanında anlatıcı Marcel, Paris’e anne ve babasının evine sevgilisi Albertine ile birlikte döner. Marcel ile Albertine geldiklerinde evde Françoise adlı hizmetkârdan başka kimse yoktur ama yine de sevgililer ayrı banyoları olan ayrı odalarda kalırlar. Romanın başlığındaki “mahpus” Albertine karakteri için kullanılır, aslında anladığımız anlamda bir hapis cezasında değildir kadın, evden istediği zaman çıkabilir, istediği kişilerle buluşabilir ama onu burada, bu evde kontrol altında tutmaya çalışan bir erkekle birliktedir. Hapis hayatı bir nebze dışarı çıktığında da devam eder çünkü Marcel ortak dostlarından onu takip etmesini, kimlerle buluştuğunu bildirmesini ister.


Marcel ile Albertine’in ilişkisi bir mutluluk arayışı olarak değil, aksine hiç bitmeyen huzursuzluk kaynağı olarak yansır sayfalara. Her ânı kıskançlık, mutlak sahip olma isteği ile dolu bir ilişkidir bu. Aşkın ana kaynağının gizem olduğunu düşünen Marcel, tüm zekasını kuşku dolu çözümlemelerle gösterir. Annesinden görmeye alışık olduğu aşırı ilgiyi birlikte olduğu kadınlarda da arar.


Zaman da bir karakter gibidir Proust için, zamanı yakalamak ancak ona hükmetmekle, onu esir almakla, zamanı yeniden canlandırmakla mümkündür. Kaybolan anılara, zamanı yakalayarak sahip çıkmak ister. Kayıp zamanı aramak, hiçbir olayı yeniden yaratmadan, her şeyi değiştirmenin mümkün olduğu bir kurgusal yapı içinde gerçeklik arayışıdır Proust için. Seçip, birleştirip, dönüştürerek sonunda bir bütün elde eder. Parçalardan bütün sağlamanın bir yoludur bu aynı zamanda.

“Zaman da bir karakter gibidir Proust için, zamanı yakalamak ancak ona hükmetmekle, onu esir almakla, zamanı yeniden canlandırmakla mümkündür. Kaybolan anılara, zamanı yakalayarak sahip çıkmak ister.”

Kaybolan erkeklik


Kıskançlık (çeviri: Ebru Erbaş, Can Yayınları, 2020) adı altında da derlenen bu bölümde Marcel, kendi karmaşık cinsel dürtülerini anlatır. Sevgilisi Albertine ile karmaşık bir ilişkileri vardır bu yüzden. Marcel bir yandan kendi şefkat ve anne sevgisi arayışını, bir yandan da erkeklere duyduğu ilgiyi silmek ister Albertine’le yakınlaşarak. Toplumsal olarak bastırılmış cinsel arzularını bir kadına sahip olduğunu hayal ederek bulmaya çalışır. Bu kadına da en iyi, o uyurken sahip olur. Bu yüzden de Albertine’e kendini en yakın hissettiği anlar, genç kadının uyuduğu zamanlardır. “Albertine’in yokluğunda bulabildiğim hayal etme gücüne onun yanımda olduğu böyle anlarda, sanki Albertine uyurken bir bitkiye dönüşmüşçesine kavuşurdum. Bu bakımdan uykusu aşk ihtimalini bir ölçüde gerçekleştirirdi. (…) Uyuduğu zaman konuşmam gerekmiyordu, onun tarafından seyredilmediğimi biliyordum, kendi kendimin yüzeyinde yaşamama gerek kalmıyordu. Albertine gözlerini kapayarak, bilincini kaybederek, onunla ilk tanıştığım günden beri beni hayal kırıklığına uğratan çeşitli insani niteliklerinden tek tek sıyrılmış olurdu.”

Henry Meynell Rheam - Sleeping Beauty

Bir kadını uyurken sevmek, onunla ancak o kadın bilincini yitirdiği anlarda yakın olmak, her şeyden önce Marcel’in erkekliğine güvensizliğini gösteriyor. Karşısındaki kadın tarafından alay edilmeyeceğini, küçümsenmeyeceğini bilmek, cinsel güçsüzlüğünü saklamak ancak uykuda mümkün çünkü.


Albertine için de farklı bir açıdan işler bu denklem; o da uyuyarak günahtan arınmış, kendi arzuları dışlanmış olarak bir erkeğe bırakmış olur bedenini. Sonunda sahte bir sevgililiktir romanda anlatılan. “Albertine’in nefes alıp verişiyle inip kalkar hatta tüm bedenim de onun o düzenli hareketiyle hafifçe kımıldardı. Ben de Albertine’in uykusunun kayığına binmiş olurdum. Bazen bu uyku bana o kadar saf ve temiz olmayan bir hazzı da tattırırdı.” Proust’un tüm Kayıp Zamanın İzinde romanının ana temasını, hızla kaybolan anıları yakalamak arzunu da görürüz burada.


Aklımızda Proust’un bu temaları varken şimdi Japon edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Yasunari Kawabata’nın Uykuda Sevilen Kızlar öyküsüne bakalım. Kawabata bu öyküsünde garip bir ev anlatır. Bu evde çocuk denecek yaşta genç kızlar uyuşturulmuş vaziyette uyumaktadırlar – aynı Albertine gibi – geceleri uyuyan bu kızların yataklarını yaşlı erkekler ziyaret ederler fakat kızları uyandırmazlar, onlarla sevişme gücünü çoktan yitirmişlerdir, sadece aynı yatakta yatarak ve soluklarını hissederek bir nebze olsun gençliğe yakın olmanın tadını çıkartırlar.

Kawabata’nın öyküsündeki yaşlı adamlar bir bakıma ölüme meydan okuma duygusuyla genç kızların yataklarına konuk olurlar. İç kapatıcı ve hüzünlü bir yanı vardır Kawabata’nın yaşlılarının çünkü ölümle girişilen her düelloda insan kaybetmeye mahkûmdur.

Tao felsefesinde bütün varlıkları oluşturan, kendi ağırlığı, hacmi ve fiziksel özelliği olmayan bir güç vardır, buna Çince Chi denir. Filozoflara göre nefesin ve beden sıvılarının doğasında yer alır bu güç. Gençlerde yoğun olarak chi varken, yaşlılarda bu güç cılızlaşır ve ölümle birlikte yok olur. Yaşlılar chi taşıyan gençlere yakın hayat sürdüklerinde kendilerine bulaşmasını sağlarlar. Gençlere ya da çocuklara dokunmak, yakınlarında olmak, hatta uzaktan da olsa onlara bakmak, insan bedenindeki chi’yi çoğaltır.


Kawabata’nın öyküsündeki yaşlı adamlar bir bakıma ölüme meydan okuma duygusuyla genç kızların yataklarına konuk olurlar. İç kapatıcı ve hüzünlü bir yanı vardır Kawabata’nın yaşlılarının çünkü ölümle girişilen her düelloda insan kaybetmeye mahkûmdur. Tek kazanan her zaman ölüm olur. Öte yandan cinsel arzularını yerine getiremeyen bir beden de acıklıdır.

Kawabata aynı Proust gibi bu uykuda seyredilen kızları yaşlıların, özellikle de öykünün kahramanı Eguchi’nin kendi genç kadınlarla anılarını canlandırmak için birlikte olduğu bir kurgu ile anlatır. Bu garip geneleve her geldiğinde Eguchi, yanında farklı bir genç kız yatar ve her seferinde geçmiş zamanlarda birlikte olduğu bir kadının anısı canlanır zihninde. Böylece kaybettiği erkeklik gücünü hatırlayacağı bir ortam bulur erkek.


“Proust ve Kawabata gibi Garcia Marquez için de aslında burada uyuyan bir kadının yanında yatmak değildir sadece, bu eylemin canlandıracağı anılardır önemli olan. Yani, kayıp olan zamanın peşinde bir arayıştır dikkat çekmek istediği.”


Gabriel Garcia Marquez Benim Hüzünlü Orospularım’da aynı konuyu işler. Yaşlı roman kahramanı, kitabın ilk tümcesinde konuyu açıklar: “Doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi armağan etmek istedim,” der ve dediğini yapar. Fazla zorlanmadan on dört yaşında bakire bir kız bulur. Kendisini bize “çirkinim, çekingenim, çağdışıyım” diye takdim eden kahraman yoksul ve eski kıyafeti içinde kendini bir karış küçülmüş bulduğunda, süslenip geneleve gittiğinde ve uyuyan kızın yatağına uzandığında, hep trajikomik bir öğe buluruz onda. Ayrıca kendini bu denli nesnel olarak dışardan görebilecek kadar aklı başında olmasına şaşırırız.


Marquez'in genelevleri


Marquez’in genelevleri hep renkli ve canlı yerlerdir. Kawabata’nın günah yüklü genelevine benzemezler. Fahişeler de duygulu ve akıllıdır. Önceki romanlarındaki gibi Benim Hüzünlü Orospularım’da da anlattığı esprili fahişeler bir yandan da filozofturlar. Fahişelere saygı duyulur, dertlenilir, dost olunur, birlikte içilir ama asla âşık olunmaz, ta ki seks aradan tamamen çekilene kadar.

Resim: Federic Leighton, Flaming June

Bu romanında Garcia Marquez özellikle cinsellik ve aşkı karşıt olarak gösterir okura: “O gece, uyuyan bir kadının vücudunu, arzunun zorlamalarına kapılmadan (…) seyretmenin inanılmaz zevkini yaşadım,” diye anlatır genç kızın yanında yattığı geceyi. “Ömrümde hiç tatmadığım bir kurtuluş duygusuyla dolup taşarak ve on üç yaşımdan beri beni boyunduruğu altında tutan bir esaretten azat olarak…” ve “doksanıncı yaşım geçip giderken, onun sayesinde ilk kez olarak kendi doğal halimle yüz yüze geliyordum” der.


Romanın merkezine cinsel tutkuların bitmesiyle keşfedilen yeni duyguları koyar Garcia Marquez. Doksan yaşına kadar hiç âşık olmadığını itiraf eden biri için elbette çok önemlidir bu duygular. Kolera Günlerinde Aşk romanında da seksen yaşında aşkı bulan bir çift kurgulamıştı ve böyle yaparak mümkün olduğunca cinsellikten arınmış duygular peşinde olduğu izlenimi veriyordu. Bu romana da yaşlılık, cinsellik ve aşk temaları anlatan bir metin olarak bakıldığında, tabuları yılan, cinsellik hakkında yeni şeyler söyleyen bir metin çıktığını söyleyebiliriz.


Romanın özgün adı Memoria de mis Putas Tristes “Hüzünlü orospularımın anısı” şeklinde çevrilebilir. Türkçe başlıkta “Anı” sözcüğü çıkartılmış ama bunun yazar için önemini düşünürsek, Proust ve Kawabata gibi Garcia Marquez için de aslında burada uyuyan bir kadının yanında yatmak değildir sadece, bu eylemin canlandıracağı anılardır önemli olan. Yani, kayıp olan zamanın peşinde bir arayıştır dikkat çekmek istediği. Çünkü artık erkeklik bir anıdan ibarettir kahramanımız için. Bütün bu öykülerdeki genç kadınların uykuda olması da Marcel için şimdiki zamanda sahip olmadığı ama diğerleri için geçmiş zamanda sahip olunan, artık var olmayan bir gücün arayışıdır.


Sözünü ettiğimiz her kahraman mutluluğu gerçekten varolan biriyle değil, hayallerinde canlandırdıkları geçmiş zamanın ya da olmayan bir zamanın hayalinde buluyorlar. Bu kadınlar uykuda sevildiklerinden habersizler, bu yüzden de utanç duyulmadan, erkeğe eksikliklerini hissettirmeden cinsel objeye dönüşüyorlar. Utançtan ve günahtan arınmış şekilde anıya sığınma izni veriyorlar. Ne tatmin edilmeleri ne de yanıt vermeleri gerekmeden sahip olunuyorlar. Denklemden kadının cinselliğinin çıkartıldığı bu anlar, aşkın en garip ve belki de cinsler arasındaki en dengesiz halini gösteriyor bize.


BENİM HÜZÜNLÜ OROSPULARIM

Gabriel Garcia Marquez

Çeviren: İnci Kut

Can Yayınları, 96 s.

İstanbul, 1. Baskı 2005


KAYIP ZAMANIN İZİNDE – MAHPUS

Marcel Proust

Çeviren: Roza Hakmen

YKY, 402 s.

İstanbul 1. Baskı 2001.


UYKUDA SEVİLEN KIZLAR

Yasunari Kawabata

Çeviren: Pınar Yoldaş

Assos Yayınları, 131 s.

İstanbul, 2003.





Comments


bottom of page