top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Son Bakış romanında bakışın öldürücü gücü

Gülhan Davarcı yazdı: "Bakmak, görmekle ilintili olarak, gizli olanı açığa çıkarmaz, karanlıktakini aydınlatmaz, görülmeyeni görünür kılmaz mı? Bu sorunun cevabını, Irmak Zileli’nin Son Bakış adlı romanında Orpheus ile aynı yazgıyı paylaşan Tina’nın hikâyesinde arayacağım."

Gülhan Davarcı



Helen mitolojisinin en ilginç aşk öykülerinden biri onlarınki, Trakyalı Orpheus’un genç yaşta yitirdiği karısı Eurydike’e olan aşkı. Olimpos’ta şarkılar söylerken tasvir edilen, mükemmel bir şarkıcı, müzisyen ve şair Orpheus. Öyle ki o şarkılar söylerken, vahşi hayvanlar peşinden gider, ağaçlar ve bitkiler ona doğru eğilir, en haşin yaratılışlı insanlar bile yumuşarmış müziği karşısında. Hatta bir seferinde, bir savaş sırasında, bir fırtına çıkmış da şarkılarıyla gemi mürettebatını sakinleştirip dalgaları yatıştırmış. Lakin, dünyanın, müziğine hürmeten önünde eğildiği Orpheus, kötü kaderden kaçamamış. Bir gün, Eurydike ırmak kenarında gezinirken, otların arasından çıkan bir yılanın saldırısına uğrayınca, Ölüler Diyarı Hades’e inivermiş. Bu kayıp karşısında bir türlü teselli bulamamış Orpheus, sonunda karısını aramak için o da Hades’e inmiş. Lirinin nağmeleriyle, yalnız Ölüler Diyarı’nın canavarlarını değil, onun tanrılarını da mest edip, Hades’i ve Persephone’yi, karısını geri vermeleri için ikna etmiş. Yalnız bir şartı varmış tanrıların; Orpheus, karısı arkasından gelirken, asla arkasına bakmayacakmış. Kabul etmiş yorgun aşık; önde o, arkada karısı, Ölüler Diyarı’ndan çıkmak için yola koyulmuşlar. Bu süre boyunca dönüp arkasına bir kez bile bakmamış Orpheus ama tam gün ışığına çıkacakken içine bir şüphe düşmüş, ya Eurydike arkasından gelmiyorsa? Korku ve şüpheyle arkasına dönüp bakmış. Eurydike peşindeymiş! Peki ya tanrılar, onların şartı? Olimpos tanrıları acımasızlığıyla bilinir, hiç acımamışlar, anında almışlar karısını Orpheus’tan. Sevgilinin arzusuyla dolu o bakış, o ölümcül bakış, sevileni yok etmiş. 


Orpheus miti, bakışla düşüş arasında bir bağ kurar. Bakmak, ölümcül bir güç olarak belirir mitte. Yoğun duyguların gücüyle bezenmiş bakış, ötekini yok eder, yeraltına, karanlığa gönderir. Oysa bakmak, görmekle ilintili olarak, gizli olanı açığa çıkarmaz, karanlıktakini aydınlatmaz, görülmeyeni görünür kılmaz mı? Ancak mit tersini söyler gibi. Eurydike tam gün ışığına çıkacakken sevgilinin bakışıyla karanlığa gömülmüştür. Nedir onu öldüren, bakan nasıl olur da bakışıyla karşısındakini öldürür?


Bu sorunun cevabını, Irmak Zileli’nin Son Bakış adlı romanında Orpheus ile aynı yazgıyı paylaşan Tina’nın hikâyesinde arayacağım.


***

Gürcistan uyruklu Tina Gelaşvili, Türkiye’de hasta bakıcılık yapan bir göçmendir. Bir gün çalıştığı evin anahtarlarını unutup içeri giremeyince, çatıya çıkıp oradan eve girmeye çalışır ve bu esnada düşer. Ölmeden önce asfaltta uzandığı o birkaç dakikada, Tiflis’te geçen çocukluğu, ailesinin Çarlık Rusyası’ndan, İkinci Dünya Savaşı’na ve Stalin dönemine uzanan hikâyesi, İranlı kaçak sevgilisi Kaveh ile anıları, göçmen bir kadın olarak yaşadığı sıkıntılar parça parça gözlerinin önünden geçer.


Tina ile Orpheus ortak bir yazgıya sahiptir. Tina, Kaveh ile Türkiye’ye gelirken, sınırda arkasını dönüp öyle korkuyla bakar ki sevgilisine, dikkatleri Kaveh’in üzerine çeker. “Bana öyle geliyor ki Kaveh’i benim bakışım öldürdü,” der. Sevgilisinin felaketine yol açacak son bakışı atmıştır o, hem de birlikte kurtuluşu planlamışlarken. “Kaveh’im sınırdan geçerken çektim ben üzerine dikkatleri, ah o bakışlarım yüzünden, o son bakışım sevdiğime ele verdi de onu, tuttular birden…” Sınırdan geçemez Kaveh, kapı kapanır, ayrılır sevgililer sonsuza dek. Tıpkı Eurydice’nin Hades’te kalması gibi, Kaveh de geride kalır. Polis tarafından yakalanıp hapse atılmış, daha da korkuncu idam edilmiş olması muhtemeldir. Kaveh’i yeraltına/ölüme gönderen Tina’nın bakışıdır. Suçluluk duygusu peşini bırakmayacaktır artık, “İdam sehpasına beni hatırlayarak gitmiştir belki… İstemeden de olsa sınır polisinin dikkatini üzerine çekerek sevdiğimin ölümüne sebep oldum, bunun vicdan azabıyla daha ne kadar yaşayabilirim ki ben? İyi oldu çatıdan düşmem, Tanrı sonumu bana bırakmayarak çok iyi etti.” 


Roman, aynı zamanda Tina’nın ölmeden önce birkaç dakika içerisinde hayatına son bakışıdır. Çatıdan düşerek layığını bulmuştur kendince. O, sevgilisinin düşüşüne sebep olmuş, bu yüzden de tanrısal bir cezalandırmayla kendisi de düşmüştür, düşüşü de tekrar o son bakışı doğurmuştur; bu sefer sadece sevgiliye değil, sevgiliyle birlikte bütün geçmişe yöneltilmiş bir bakış.


Sonu böyle olsun istememiştir elbette Tina. Kaveh ile Türkiye üzerinden Avrupa’ya kaçmayı planlamışlardır ama Kaveh yakalandıktan sonra Tina ne Avrupa’ya gitmiş ne de eve dönebilmiştir. Oysa “Eve dönmeyi hep istedim,” der. Zileli, ilk romanı Eşik’ten beri, karakterlerini hep bir eşikte tutar, bazen mecazi bazen gerçek anlamda kapı/eşik Zileli’nin romanlarında kendini gösterir; geçmişle şimdinin, ölümle yaşamın eşiğinde gezinir Zileli karakterleri. Tina da arada kalmıştır, eşikte; tıpkı ölümle yaşam arasında asfaltta uzanırken geçirdiği zaman gibi. Eve dönememiş ama evinin anahtarlarını yanında taşımıştır hep, “Anahtarlarımı hep tuttum cebimde, çantamda, nereye giderse gideyim, sanki akşam olunca kendi evime dönecekmişim gibi,” der, avucunun içindedir hâlâ asfaltta uzanırken, ama yanlış anahtardır avucunda tuttuğu, “Yanlış anahtar. Yanlış kapı. Yanlış ev.” Bakıcılık yaptığı kadın yatalaktır, kapıyı açamaz ona, işvereni Seval Hanım’ı da arayamaz, korkar, bu yüzden çatıya çıkıp balkondan eve girmeye çalışmıştır. Kendi deyişiyle “korkudan ölmüştür”, “…çatıdan balkona atlayabileceğime inanacak kadar, su borusuna tutunacak kadar, ha pamuk ipliği ha su borusu deda, aynı kapıya çıkıyor. Araftan, öte dünyaya geçişimi sağlayacak olan kapı buymuş meğer. Yanlış anahtarı almakla başladı bu hikâye, üstüne biraz aptallık ve epey bir korku ekleyince deda, her şey tereyağından kıl çeker gibi oldu.” Gürcistan’daki evin anahtarları Türkiye’deki evin kapısını açmaz, dışarıda kalır Tina. Göçmen, ‘farklı’ bir kilit olarak, yuvaya uymayandır; göçmenin yuvası uzaktadır. “Yine de bırakmadım anahtarları. Boruyu da bırakmadım yalnız, o neden bilmiyorum. Hiçbir duvarla bağlantısı olmayan bir boru ile çok uzaktaki bir yuvaya ait anahtarlarım dışında tutunabileceğim hiçbir şey yoktu oysa.” Pamuk ipliğine bağlıdır hayatı, pamuk ipliğiyle bağlıdır içinde yaşadığı bu topluma, dillerini bilmez, kendini açıklayamaz, karşısındaki anlamaz, yanlış anahtarla gezer, kapıları açamaz Tina. Hiçbir yuvaya uymaz elindeki anahtar, sahibiyle aynı yazgıyı paylaşır.  


Tina’nın bakışı Kaveh’in felaketi olurken, göçmen olarak ona yöneltilen bakışlar da Tina’yı yok eder. Ama Tina göçmen olarak görülmeyen değil miydi? Roman boyunca görülmemekten şikâyet etmez mi? Çalıştığı evin karşı dairesindeki komşu görmez onu, “Sormuyor ki bir şeye ihtiyacım var mı? Kapı yüzüme kapanıyor. Ben öyle dilenci gibi kalıyorum. Dilenciyi bile görür insan, o beni görmüyor. Bu ülkede bir hayaletim ben deda. Kimse beni görmüyor.” Belki sorsaydı, diye düşünür Tina, yardıma ihtiyacın var mı dese o da korkudan çatıya çıkmazdı. Tuhafiyeci Hasan da görmemiştir onu hakkınca; bedenine izinsiz dokunabileceği yabancı bir kadındır o. Hasan taciz ederken Tina’yı, mahalleden Gülşen girer içeri ama başını çevirir. Gülşen de görmez onu. Ekmek almak için fırına girdiğinde fark edilmez Tina, bu yüzden sıra en son ona gelir, hep aynı kafeye gitmesine rağmen garson her seferinde ilk defa görmüş gibi bakar. “Avto’yu görürsen ona de ki, Tina bir daha hiçbir yerin müdavimi olamayacak, hayır öldüğünden değil, ölmeden öncesinden beri, Gürcistan sınırlarından dışarı başını uzattığı gün hakkını kaybetti kızım, ne yazık ki bir yıldır her izin gününde sabahları kahvaltı için gittiği kafede onu müdavimden saymadı kimse, garson aynı garson, hep aynı kahvaltıyı sipariş veriyor Tina ama garson her seferinde ilk kez görmüş gibi karşılıyor onu.” Tina’yı öldüren, görülmemişliğidir ona göre. “Zaten bilir misin deda, burada insan göze batmadan kenardan kenardan yürümeyi bile öğreniyor.” Oysa kendi ülkesinde görülendir o, Avto’nun Yeri’nde olduğu gibi. “Tina Hanım gelmiş,” der Avto, “kahvesi sert olsun, hazırla oğlum Tina’nın sevdiği gibi, Tina Hanım cam kenarını sever, sokaktan geçip giden insanları seyretmek en büyük zevkidir onun, kendisi kalıcı, onlar gelip geçici olsun…” 


***

Ben bu romanda, Tina’nın görülmediğini değil, çok fazla görüldüğünü, Tina’yı öldürenin görülmemek değil, görülmek olduğunu iddia ediyorum. Tina görülür çünkü o yabancıdır, birbirine benzeyenlerden ayırt edilir. Birbirine benzeyenler tek vücut gibidir, uyum içinde hareket ederler, jestler, mimikler, davranışlar, kıyafetler, birbirine benzer, birbirini taklit eder, birbirini üretir. Oysa genele uymayanlar fark edilir, yabancı/farklı/öteki olmak izlenen olmak, görülmek, bakılmaktır, sevgiyle değilse de hoşnutsuzlukla, nefretle, korkuyla. Bazen öyle yüksektir ki bakanın içindeki hoşnutsuzluk, otomatikleşmiş hareketlerden uzaklaştırır kişiyi, baş çevrilir, gözler yere devrilir. Kimliği toplumsal olarak onaylanmayan kişiler kamusal alanda rahat edemez. Bu rahatsızlık, kişinin üzerine dikilmiş bakışlar kadar, Gülşen’in ya da fırıncının yaptığı gibi, normun temsilcilerinin bakışlarını kaçırmasıyla hissedilir. 


Nedir onu öldüren, bakan nasıl olur da bakışıyla karşısındakini öldürür, diye sormuştum bu yazının başında. Sorunun cevabına tekrar dönecek olursam, ister toplumsal olarak olumlu bir değer atfedilmiş olan aşk gibi bir duygu olsun, ister olumsuz olarak işaretlenmiş nefret; ötekinin otantikliğini onaylamayan, yararını gözetmeyen, ötekini yutan bir bakışın öldürücülüğüdür söz konusu olan. Irmak Zileli, Son Bakış romanında bakışın tam da bu iki yönüne işaret eder. Romanın başkahramanı Tina, sevgilisini aşkla bakarak öldürecek, kendisi de ona yöneltilen hoşnutsuz bakışlar yüzünden ölecektir. 


Tina’nın çatıdan düşmüş olmasını, bakışla düşüş arasındaki bağı göstermesi açısından ayrıca manidar buluyorum. Çatı, bir evin, yapının damını kuran parçaların bütünü, birbirine çatılmış çakılmış şeylerin bir bütünüdür. Aynı zamanda, barınılan, sığınılan yer, belli bir maksada yönelik kimselerin oluşturduğu birlik anlamında kullanılır. Tina’nın çatıdan düşmesi tesadüf değil. O, göçmen olarak bir araya getirilmesi imkânsız olandır, elinde yanlış anahtar vardır, o binaya ait olmayan bir anahtar, o binadaki kapıları açamayacak, kendisine uygun bir yuva bulamayacak bir anahtar. Bu yüzden çatıdan düşer, çatı tutmaz onu, yabancıdır o yapıya, nihayetinde bina atar onu, bir mikrobun vücuttan atılması gibi düşer Tina, “Dokunmaya korkuyorlar deda. Dokunurlursa üzerlerine bir şey bulaşabilir çünkü.” 

Tina için sınırda başlayan düşüş, sembolik olarak yaşadığı apartmanda son bulmuştur, elinde boru ile yatar asfaltta. İnsanlar, Tina’ya bakar, ilk defa hakkıyla bakarlar ona, hakkıyla diyorum çünkü ötekinin kim olduğunu ilk defa merak ettikleri andır bu. Tina’ya yöneltilen son bakış, ilk bakışa dönüşür o an. 


Tina’nın yaşadığı apartmanı bir beden/ülke olarak düşünürsek, (Seval Hanım, karşı komşu, bu bünyenin/toplumun temsilcileridir) borular damarlarıdır bu bedenin. Tina düşerken elinde bir parça da boru kalmıştır. Her ötekiyle, ötekinin her düşüşüyle bina da damarlarından birini kaybeder. Ötekine yöneltilen o ölümcül bakış, bakışın sahibini de eninde sonunda yok eder, tıpkı Orpeheus’un o bakıştan sonra iflah olmayıp öldürülmesi gibi.


SON BAKIŞ

Irmak Zileli

Everest Yayınları, 2019

댓글


bottom of page