"Kendini tanı, kendin ol"
Gönül Malat, Olga Tokarczuk'un, "Sınırların kesişimini ansiklopedik tutkuyla birlikte bir yaşam biçimi olarak temsil eden anlatısındaki hayal gücü” nedeniyle 2018 yılı Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığı Son Hikâyeler üzerine yazdı: "Son Hikâyeler, Jung’un teorilerini içeren bir ansiklopedi gibi."
Gönül Malat
Ölüm bu,
Geldim, geliyorum demez.
Ya bir kuşluk vakti, ya akşamüstü,
Ya da seher, mahmurlukta,
Bakarsın, olmuş olacak.*
Koşucular adlı romanı ile 2008 yılında Polonya'da verilen en önemli edebiyat ödülü olan Nike Ödülü'ne layık görülen Olga Tokarczuk, yine aynı kitapla Nobel Edebiyat Ödülünün ön habercisi diyebileceğimiz 2018 yılı Man Booker Uluslararası Ödülü'ne layık görülür. Komitedeki skandal nedeniyle bir sonraki yıl -2019- ancak verilebilen, 2018 yılı Nobel Edebiyat Ödülü de "Sınırların kesişimini ansiklopedik tutkuyla birlikte bir yaşam biçimi olarak temsil eden anlatısındaki hayal gücü” nedeniyle Tokarczuk'a verilir.
Tokarczuk'un, Son Hikâyeler’inin sayfalarına göz atınca Nobel Edebiyat Ödülü alma gerekçesi olan, “Sınırların kesişimini ansiklopedik tutkuyla birlikte bir yaşam biçimi olarak temsil eden anlatısındaki hayal gücü” tanımlamasının ne kadar da doğru bir gerekçe olduğunu hemen anlıyor okuyucu. Çünkü Son Hikâyeler, Jung’ un teorilerini içeren bir ansiklopedi gibi. Romanı okurken, zaten bildiğiniz ama bir uydu gibi kafanızda dolaşıp duran, çoğu zaman bir yere oturtamadığınız Jung arketiplerinin satırlarda nasıl yaşam bulduğunu görüyorsunuz. Karakterlerin sınırlarının kesişimini ustaca kurgulayan yazar, üç bölümden oluşan kitabının ilk iki bölümünü kollektif bilinçdışı anlatısı olarak, gölge ve anima-animusa ayırmış. Üçüncü ve son bölümü ise bilinç düzeyine çıkarak ben ile persona anlatısı olarak kurgulamış. Anneanne, anne ve torun üzerinden satırlara yerleşen Kollektif Bilinçdışı karakterlerinin her biri, bir bölümde konu ediliyor.
Yazar, Bal incecik bir ip halinde akıyor(süte) ve bembeyaz derinlikte yitip gidiyor. Yazının bir parçası olacağım. Noktaya dönüşeceğim, gibi neredeyse her cümlede bir “Son’a” hizmet eden kurgusuyla, karakterlerinin ölüme hazırlıklarını aktarıyor okuyucusuna. Sembolleri daha doğrusu metaforları olağanüstü. Mitlerden yola çıkan anlatı en başta tanrı Tanatus’tan adını alan “Ölüme yol açan çeşitli durumların araştırılması, ölenin sevenleri tarafından yaşanılan keder ve benzeri tecrübelerin incelenmesi ve daha geniş bir şekilde ölüme karşı toplumun tavırlarının inceleyen bilim dalı yani Tanatolojiyle bizleri hemhal ediyor. “Doğum, ölüm yolunda ilk adımdır,” diye sesleniyor bizlere.
Aslında bir termodinamik bir ölçüm birimi olan ve Jung’un da teorilerine eklediği Entropiyi büyük bir ustalıkla satırlarına yerleştirerek öznelerini epey çeşitlendiriyor. Leitmotiflerle bezeli kitap, sona gelmelerin ya da son bulmaların en çok yaşandığı savaşlardan bahsetmeyi ihmal etmiyor. Yazar, Jung’un izinde gölgelerimizi/zıtlıklarımızı aratırken oksimorona dönüşen metnini hem bir postmodern destan, hem de ustalıklı kurgusu sayesinde anti-destan olarak sunuyor bizlere.
Arka planda epey geniş bir felsefi tabana oturan roman, düşünebilmeyi temel alan, düşünen töz(insan), yer kaplayan töz eşya ve otomat(hayvan) diye ikiye ayıran ve hayvanlar için tabiatın ortaya çıkardığı birer makine yani otomat diyen filozof Descartes’tan, başlıyor anlatısına. “Vücutlar hidrolik cihazlardır,” cümlesi oradan geliyor. Ardından varlıklar söz konusu ise hazzın ve acının merkeze alınmasını söyleyen Bentham-Schopenhauer-Singer’in savlarını “yani düşünüyorlar mı sorusu yerine acı çekiyorlar mı?” sorusunu sormamız gerektiğini belirten filozoflara yer veriyor. Burada İna adlı beyaz köpek kurguya giriyor ve Olga’nın sürekli ağrı/acı kesici iğne yaparak acısını dindirmeye çalıştığı İna, filozofların “Acı çekiyorlar mı?” sorusuna çok güzel yanıt veriyor.
Yazar “Bir kişinin kendi gölgesi ile yüzleşebilmesi için kendisini kendi ışığında görmesi gerekir,” diyen Jung’un, söyleminden yola çıkarak Tales’e kadar uzanıp önce “Kendini tanı,” diyor. Buradan “Mitolojinin kapısında ‘Kendini Tanı’ yazar. Modern zaman edebiyatında ‘Kendin Ol’ yazmalı,” diyen Oscar Wilde’e uzanıyor. Ardından en başa dönüp Eflatun’un mağara alegorisinden gölge arketipine yol alan Jung’un, Kendini tanı, kendin ol,” söylemini kurgusuna ustalıkla yerleştiriyor. Ve tabii tüm sona gelmişlerin hikâyelerinin anlatıldığı kitabına, Jung odağında (reenkarnasyon) Empedokles’i de yine bir oksimoronla konuk ediyor.
"Temiz Diyar" adlı ilk bölüm, “Gölge” arketipinin satırlara taşındığı, İda karakterinin gölgesinin dilinden birinci tekil şahıs anlatısıdır. İda’nın gölgesinin anlatıcı olması bölümün dilini sertleştirmiş olmasına rağmen okuyucusuna muazzam bir metin sunduğunu söylemeliyim. İda, ana tanrıça Kybele ile kâinatın efendisi Kronos'un birleşmesinden doğan, İlyada destanında adı çokça geçen ve daima "hayvanların anası" olarak anlatılandır hepimizin bildiği üzere. Tepelerin dağların dolayısıyla karların insanı! Bu nedenle yazar, karlı bir dağ yolu ve Nuh’un Gemisi gibi çeşitli hayvanların bulunduğu bir evi anlatır bu bölümde. Olga ve Stefan’ın evi Son Hikâyeler’in yazıldığı bir Araf evidir. "Temiz Diyar"’a uygun olarak, her yer bembeyaz karla kaplıdır. Buzlanmayı önlemek için yola dökülen tuz bile beyazdır. Diğer yandan kar, hem izleri silen hem de iz bıraktıran haliyle kurguya ustaca yerleşir. İda’nın kızı Maja’nın doğumu, karakterin gölgesinin-belirtmeliyim ki muhteşem bir bölüm- dilinden yazıldığı için okuyucuyu rahatsız edebilir. Çünkü anlatı bilinçdışını kapsar. Bölümün sonunda bilinç düzeyine yükselen satırlarda İda kızı Maja’nın doğumunu Berenices’in Saçı Takımyıldızına benzetir. Bildiğiniz gibi Maja, Mayıs demektir ve Berenices’in Saçı Takımyıldızı mayıs ayında en parlak ışıklarını yeryüzüne gönderir.
İkinci bölümün adı "Paraskeva (Parka)" yani haftanın günlerinden Cuma adını taşır. Aynı zamanda İda’nın annesi olan Parka’nın dilinden birinci tekil anlatısıdır. Bildiğimiz üzere Cuma günü; Aziz Paraskeva'nın simgesi ve Ortodoks dünyasında bilinen en yaygın azizlerdendir. Dağ köylerinde yaşadığı –kitabın satırlarında olduğu gibi- rivayet edilir. Tarihte Paraskeva, aile refahı ve mutluluğunun koruyucusu, ticaretin, hane halkının, kadınların endişelerinin hamisidir. Romanda, bu tarihsel bağlantının yanında İda’nın annesidir. Ortodoks dünyasındaki tüm kadınların kollektif bilinçdışını anlatır aynı zamanda. Paraskeva, Yahudiler dışındaki topluluklara Hristiyanlığı yaymaya çalışan bir azizdir diğer yandan. Dolayısıyla Cuma, gün batmadan başlayan Şabat yemeğinin de başlangıç sembolüdür. Keçisi de günahı sembolize eden bir metafor olarak girer satırlara. İkinci paylaşım savaşının Parka üzerinden anlatımı, çok hoş ama bir o kadar acı dolu sembol yağmuru halinde satırlarda yerini bulur. İda’nın babası Petro, Jung’un kişilik tariflerinden yola çıkarak yazar tarafından içe dönük duygusal tip olarak kurgulanmıştır. Parka ise dışa dönük duygusal tipin yine satırlara aktarılan güzel örneğidir. Bu bölüm kollektif bilinçdışının anima-animusunu muazzam bir kurguyla okuyucuyla buluşturur.
Yazar, Parka’nın gölgesinin dilinden anlattığı bölümde Petro’yu –yani kocasını- eşine sadık, evcimen, evin yemek ihtiyaçları için sebze yetiştiren biri olarak kurgular. Bu Petro’nun animasının anlatılışıdır. Parka ise sadakatsiz, gezmeyi seven, evcimen olmayan bir karakter şeklinde Animus olarak ustaca yerleşir kurguya.
Üçüncü bölüm, "Gözbağcı" adını taşır. İda’nın kızı Maja’yı konu eden tanrı bakışı anlatısıdır. Bu bölümde anlatıcının tanrı bakışına geçmesinin nedeni, bölümün konusunun bilinç düzeyine yükselerek Ben-Personayı konu etmesidir. Ben’i birinci tekil anlatmanın okuyucuda inanılmaz bir kafa karışıklığı yaratacağını düşünmüş olmalı yazar haklı olarak. Ustaca bir hamleyle anlatıcı değiştirmiş. Bölüm bilinç düzeyini anlattığı için satırlara, karakterlerin korkuları hâkimdir. "Gözbağcı" adlı üçüncü bölümde şu cümlelere dikkat çekmek istiyorum. Cümleler ders kitabından değil bir romandan, yani Son Hikâyeler'den satırlar. Muazzam bir Ben-Persona anlatısı. Bakın: “Ben” den “sen” e geçiş -en acı bölümdür. Rahatsızdır. “Ben”, “sen”e bağımlı hale gelir, her an belirlemek, tetikte ve bilinçli olmak zorundadır. Sınırlar belirsizdir, her dokunuşa duyarlıdırlar, keşfederler ve geri çekilirler, bir nevi duyu salyangozlarıdırlar sanki. Ne zaman ki belirsizlik dayanılmaz hale gelir, “ben” maskelere kaçar, birçoğu sertleşir ve bir hapse evrilir. “Ben” neredeyse her zaman “sen”e çok yaklaşır ve araya mesafe koymak için savaşmak ve onun üzerinde hüküm sürmek gerekir.
Bu yüzden “sen” i “o” olarak değiştirmek daha iyidir, ilişkilerin en güvenli olanıdır, o zaman “sen” asla çok yakın gelmez. “Ben” pragmatik olmalı, başkalarına gösterdiği şekle –evet- ama her şeyden önce iç dünyasını yansıttığı ve hiçbir şeyi içine almadığı pürüzsüz, küresel yüzeyli biçimine odaklanmalı. Kendini başka yönlerden izleyebilir, değerlendirebilir-kabul edebilir veya reddedebilir. Bazı şeyleri küçültür, -Ruslar ölüm sözcüğünü küçültürler ‘ölümcük’- başkalarını büyütür, algının hükümdarı olur. Dünyanın “o” olmasını kontrol eder, çünkü o zaman bir nesne olarak kullanılabilir bir top gibi elden ele geçerken büyüler, yaratır ve yok olur.
Olağanüstü bir roman okudum. Olga Tokarczuk, çok yetenekli yeni kuşak yazarlardan. Kendinden çokça söz ettirecek. Eminim.
Kaynaklar:
1.Carl Gustav Jung, Dört Arketip- metis ötekini dinlemek
2. Wikipedia
*Ahmet Arif
SON HİKÂYELER
Olga Tokarczuk
Timaş Yayınları, 2021
Çeviri: Neşe Taluy Yüce
272 s.
Comments