top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

“Amacım yalnızca bir kitap yazmak değil, yıllar sonra elime aldığımda bile bana okuma hazzı verebilecek bir eser yaratmaktı.”

  • Yazarın fotoğrafı: Litera
    Litera
  • 4 gün önce
  • 7 dakikada okunur

Aynur Kulak, Hasan Türksel ile ilk romanı Zamanın Dalgaları odağında söyleşti: “Kendimi bu romanı yazmaya ikna etme aşamasındayken yapmak istediğim en önemli şey, kendimin okumak isteyeceği gibi bir kitap yazmaktı. Kitabın anlattığı zaman, baba, göçmenlik, yazar, yazarlık vb. diğer konular yalnızca bir bütünün parçalarıydı.”



“Girişteki epigrafı anımsayın: Bir kitabı bir fotoğrafa bakar gibi okumak mümkün müdür? Roman boyunca yazı ve imge arasındaki ilişkiyi sorgulamaya çalıştım. Zaman zaman imge o kadar baskın bir hale geliyordu ki yazının önüne geçebiliyordu. (…) Roman bittiğinde, bir hikâye mi, bir fotoğraf albümü mü, yoksa ikisinin iç içe geçtiği bir his mi kaldı sizde? Kitabı okuyanlara sormak istediğim sorulardan biri bu.”


Biyografinizden başlamak istiyorum söyleşimize fakat şöyle bir yorumla: 2025 yılı başlar başlamaz bir ilk romanla, Zamanın Dalgaları’nın yayımlanmasıyla tanıdık sizi. Bu kadar iyi bir ilk roman okumanın şaşırtıcılığı bir yana siz aslında çevirilerinizle ve çeşitli mecralarda yayınlanmış olan öykülerinizle yayın dünyasının içindesiniz. Niye daha erken tanımadık sizi, mesela bir öykü seçkisiyle? 

Öncelikle sözleriniz için teşekkürler. Bu süreç hem benimle hem de doğal olarak ortaya çıkan koşullarla alakalı elbette. Kendimle ilgili kısımdan  bahsedecek olursam, saklanmak ya da görünür olmamayı tercih etmek gibi bir isteğim hiçbir zaman olmadı. Benim tek derdim zaman meselesine takılmadan yapabileceğimin en iyisini yapmak, artık hazırım dedikten sonra ortaya çıkmaktı. Bu yüzden beklenildiğinden biraz daha geç bir tarihte ilk kitabımı yayımlamış olabilirim. Bilindiği üzere, 2012’den beri çoğu Kitap-lık Dergisi’nde olmak kaydıyla farklı mecralarda öykülerim yer aldı. Dolayısıyla bir öykü dosyası hazırlamak başta oldukça mantıklı duruyordu, ancak çocukluğumun geçtiği İzmir’deki evime yaptığım bir ziyarette eski çalışmalarımın arasında on altı yaşında yazmaya başladığım bir roman taslağını buldum. O yaşın getirdiği acemiliklere rağmen, ayrıntılı biçimde romanın kaç bölüm olacağını, bölümlerin içeriğinde neler anlatılması gerektiğini planlamış olduğumu gördüm ve içimde birdenbire tuhaf bir his oluştu. Yine aynı ziyarette ilk gençlik yıllarımda satın alıp okuduğum kitapların neredeyse tamamının roman olduğunu fark ettim. Bir başka deyişle, roman yazmak benim ilk tutkumdu. Hollanda’ya döndüğümde bu his peşimi bırakmadı ve zaman içinde beni tamamen ele geçirdi.      


Zamanın Dalgaları’nın bileşenleri farklı sanat disiplinlerinin (resim, fotoğraf, şiir, mekânlar ve mimari, nesneler)  bir araya gelmesiyle oluşmuş. 16 yaşınızda başlattığınız bir roman yazma süreci var ama   sonraki süreçlerde de çok okuma, gözlem yapma, düşünme, not alma süreleri var gibi geldi.

Bu yine roman yazma isteğinin içimde belirdiği zamanla kesişiyor aslında. Bahsettiğim ziyaretten önce, tıpkı roman kahramanım Otto’nun yaptığı gibi, W.G. Sebald’ın Benelüks Bölgesi’nde dolaştığı yerleri ziyaret ediyor, kitaplarında yer verdiği bölümlerin araştırmasını yapıp kaleme alıyordum. Aslında amacım bu deneme yazılarımı bir araya getirip bir W.G. Sebald dosyası hazırlamaktı. Ancak zaman içinde yazdıklarım beni çok yönlü bir çalışmaya yöneltti ve Zamanın Dalgaları’nı aşağı yukarı beş buçuk senede tamamladım. Bahsettiğiniz sanat disiplinlerini ele alırken sabırla, gerekiyorsa tekrardan başlayarak, yani yıkıp yeniden yaparak oluşturmaktan çekinmedim. Hollandacada buna yakın bir anlam içeren ‘Monnikenwerk’ diye bir kelime vardır ve manastırdaki keşişlerin karşılık beklemeden yaptıkları, çok uzun zaman ve sabır gerektiren işleri anlatır. Yola çıkarken ve yol boyunca motivasyonum buydu, ama artık kitap yayınlandığına göre umarım okurlarda hak ettiği karşılığı bulur. 


Resimler, fotoğraflar, mekanlar, Avrupa şehirleri, sanatı ve bu şehirlerin  dünya edebiyatına kazandırdığı muhteşem yazarlar, bu yazarların dahil olduğu bir hikaye okumamız, metinlerinin ince ayrıntılarına girmemiz, zamandaki sıçramalar, hafıza… Çok fazla konuşulacak şey var ve konuşacağız fakat tüm bu konu başlıkları düşünüldüğünde romanı yazmak adına  sizi masanızın başına oturtan temel meselenizi, derdinizi konuşarak başlayabilir miyiz?

Söyleyeceğim nasıl yorumlanacak bilmiyorum ama kendimi bu romanı yazmaya ikna etme aşamasındayken yapmak istediğim en önemli şey, kendimin okumak isteyeceği gibi bir kitap yazmaktı. Kitabın anlattığı zaman, baba, göçmenlik, yazar, yazarlık vb. diğer konular yalnızca bir bütünün parçalarıydı. Amacım yalnızca bir kitap yazmak değil, yıllar sonra elime aldığımda bile bana okuma hazzı verebilecek bir eser yaratmaktı. Daha sonra kollarımı sıvayıp, her şeyin farkında olan bir bilinçle, kurgu ile kurgu dışı, geçmişle gelecek arasında farklı türden bağlar geliştiren bir metin yazmaya başladım. 


Yeni yılın ilk Pazar günü Alberto Manguel ile bir söyleşi yapmak üzere Den Haag’a (Lahey – Hollanda’da bir şehir)  doğru yola çıkan Otto ile tanışıyoruz. Otto ilk olarak size nasıl geldi ve yazdıkça değişen dönüşen bir karakter mi oldu? Ve neden söyleşi için Manguel’i seçmiş olabilir Otto? Borges’le yakınlığı sebebiyle mi?

Otto aslında hep oradaydı ve harekete geçmek için doğru zamanı bekliyordu. Yeni yılın ilk Pazar günü gerçekten de Alberto Manguel söyleşisindeydi. Oraya gitme sebebi, bir zamanlar Borges’in görmeyen gözlerine bakmış olan adamı görme isteğiydi. Söyleşi sonrasında o günün bir dönüm noktası olduğunu çok iyi biliyordu. Hatta bundan oldukça emindi. J.L. Borges- Alberto Manguel- W.G. Sebald- Susan Sontag- James Joyce- Marcel Proust- Georges Perec… Tüm bu yazarlar arasında var olan ince bir hattın er ya da geç yazdıklarında vücut bulacağını derinden hissediyordu. 


Otobiyografik tarafları olabilir mi Otto’nun? Sanatın ve özellikle de edebiyatın içine o kadar güzel çekiliyoruz ki, yazarından bağımsız düşünemediğim bir karakter oldu Otto.

Otto’nun yaşamında seçmiş olduğu yol, aldığı eğitim ve kısmen hayatında olanlar için bunu söyleyebiliriz elbette. Ancak fiziksel özellikleriyle ve aile yapısıyla tamamen bir kurgudan ibaret. 


Roman Otto’nun üzerine kurulu aslında fakat öyle açılımlarla ilerliyor ki ne Otto’dan kopuyoruz, ne anlatılan şehirlerden,  ne gezilen mekanlardan, ne yazarların ve onların edebi metinlerin izinden gitmekten kendimizi alamıyoruz. Bu kadar parça varken merkezdeki hikayeyi konsantrasyonumuzu neden kaybetmiyoruz? Sanatın, edebiyatın hayata ilişkin yadsınamaz güçlü yansımaları mı, kurmaca ile kurmaca dışı olanın çok güzel yer değiştirmeleri mi ya da Otto’nun kendini hikayenin içine iyi konumlandırıp o şekilde anlatabilmesi mi?  

Kurmaca ile kurmaca dışı olanın yer değiştirmesi yerine, kurmaca ile kurmaca dışı olanın iç içe geçmesi olarak vurgulamayı daha doğru buluyorum ben. Bir süre sonra aradaki ayrım ortadan kalktığında hem ilgi dağılmamış oluyor hem de okurda gerçekçi bir his oluşmasına sebep olup metni sahiplenme duygusu ortaya çıkıyor çünkü. Evet, romanda Otto karakteri her şeyin merkezinde, öyle ki, Otto’nun ortadan kaybolduğu anlarda bile anlatılanlar onunla ilgili. Annesinin, babasının, eşinin gözünden onu anlamaya çalışıyoruz mesela. Dolayısıyla Otto’nun hikâyesi yalnızca bir olay örgüsüne bağlı olmak yerine daha çok farklı zamanları içine alabilen bir yolculuk adeta. Hikâyenin katmanlı anlatımı Otto’nun varlığını ve bu içsel yolculuğunu daha ilginç hale getirdiği için ilgi odağının dağılmadığını düşünüyorum. Kullandığım dilin de bunda etkili olması üzerine çalıştığımı eklemek istiyorum tabii.  


İnanılmaz güzel kitapları ve çok ilginç bir biyografisi var Sebald’ın. Siz de hem yazarın biyografisi adına hem de Satürn’ün Halkları ve Hava Savaşı ve Edebiyat kitapları özelinde hikayenin kurgusu içerisine harika detaylar yerleştirmişsiniz. “ …, onunla aynı çizgide buluşuyor olmanın yarattığı titreşimdi de aynı zamanda.” Sebald’la ilgili bahsettiğiniz şu “titreşimden” konuşabilir miyiz? Niye Sebald’ı seçtiniz?  

Burada titreşim olarak bahsettiğim şey, W.G. Sebald’ın bundan tam yirmi sene önce ilk kitabını okuduğum anda hissettiğim hayranlık ve şaşkınlık duygusunun somutlaştırılmasıydı aslında. Onun yazdıklarında bulduğum yakınlık hissi peşimi hiçbir zaman bırakmadı ve romanda da dile getirdiğim gibi zaman içinde adeta bir hastalığa dönüştü. Bu hastalığın diğerlerinden farkıysa asla iyileşmek istemeyeceğiniz bir tür olması. Bana neden Sebald’ı seçtiniz sorusu sorulduğunda -kulağa biraz garip gelse de- ben onu değil, o beni seçti demek geçiyor içimden nedense. Zamanın Dalgaları’nı yazarken Sebald’ın zaman ve mekân anlayışı bana hep ışık oldu, dolayısıyla sadece bunun izlerini göstermek yerine onu bir şekilde metnimin içine dahil etmeye karar verdim.    


Sebald ve Susan Sontag ikilisini de çok güzel yan yana getiriyorsunuz. Ki Susan Sontag’ın Sebald’ı yazdığı metinler vasıtasıyla tesadüfen tanıdığını, çok sevdiğini, sonra tanıştıklarını ve Sontag’ın birçok romanı yayınlanmış olmasına rağmen Sebald’ı edebiyat çevresiyle tanıştırıp  dünya edebiyatına kazandırılmasında büyük rol oynadığını biliyoruz. Otto da kişisel hikayesinde böyle bir arayış içerisinde sanki. Kendi ailesi başta olmak üzere, babasının hikayesini aktarırken özellikle öz benliğinin görülmesini arzu ediyor diyebilir miyiz? 

Çok doğru bir tespit. Otto babasının hikâyesini hiç okumadan yok etmek yerine onu açığa çıkarma ve bu sayede de geçmişin izleri ile kendi benliğini yeniden inşa etme çabasına girişiyor. Onun en büyük uğraşlarından biri de, yarı göçmen olarak dile getirdiği ve bir yanıyla hep eksik kalan varlığını daha belirgin bir şekilde konumlandırıp (kendi kimliğini bulma çabası) hayatına o noktadan devam edilmek aslında. Sebald ve Sontag arasındaki ilişkide olduğu gibi burada söz konusu olan şey için bir tür arayış ya da belki de başlı başına bir keşif diyebiliriz.


Metnin içindeki fotoğrafları konuşmak istiyorum. Hem fotoğrafların hikayesini hem de hafızaya etkileri adına kurgudaki birleştirici tarafları önemli. Nasıl bir karar süreciydi fotoğrafları metnin içine yerleştirmek? Hikayeleri hep fotoğrafik unsurlarıyla düşünürmüşsünüz gibi geldi bana, bütünleyici, hatırlatıcı yanlarıyla çok önemli olduklarını metnin tamamında görüyoruz. Üstelik kişi fotoğrafları da değil yalnızca, mekan fotoğrafları da mevzu bahis. 

Fotoğraflar en başından itibaren vardı, hatta onlar için kitabımın yapı taşları diyebilirim. Ayrıca W.G. Sebald’ın dahil olduğu bir metni fotoğrafsız düşünmeniz çok zordur kanımca. Bu, Alman yazarın kendime yakın gördüğüm en önemli özelliklerinden biri olmasının yanında aynı zamanda yazdığım metnin yapısıyla da oldukça örtüşüyordu. Girişteki epigrafı anımsayın: Bir kitabı bir fotoğrafa bakar gibi okumak mümkün müdür? Roman boyunca yazı ve imge arasındaki ilişkiyi sorgulamaya çalıştım. Zaman zaman imge o kadar baskın bir hale geliyordu ki yazının önüne geçebiliyordu. Fotoğraflar bazen bir belge yerine geçiyor bazen tüm bölümü kapsayan bir imgeye dönüşüyor bazen de tüm anıları yansıtmasının yanında karakterlerin kendi kimliklerini konumlandırmasını sağlıyordu.  Roman bittiğinde, bir hikâye mi, bir fotoğraf albümü mü, yoksa ikisinin iç içe geçtiği bir his mi kaldı sizde? Kitabı okuyanlara sormak istediğim sorulardan biri bu. 


Romana ismini de veren zamanda dalgalanmalara ve sıçramalara da değinmek istiyorum. Kitabın tamamına hakim bir zaman kurgusu var fakat özellikle son çeyrekte, Otto’nun geçmişine dönük olarak hafızasının devreye girdiği zaman sıçramalarını daha çok hissediyoruz. Bu dalgalanmalar sadece hafıza unsurunu mu tetikliyor yoksa Otto’nun son sahnede deniz kıyısında durup düşündüğü gibi geleceğe doğru yeni alanların açılmasını mı sağlıyor? 

Zaman oldukça kırılgan bir mesele. Yaşanan dalgalanmaların yapısını yorumlamak için hangi hislerin iç içe geçtiğini ve şiddetini bilmemiz gerekiyor. Ancak bu bölümdeki dalgalanmaları soruyorsanız yalnızca geçmişi anlamaktan ibaret olmayıp geleceğe doğru bir açılımı da işaret ediyor elbette – özellikle bahsettiğiniz gibi Otto’nun deniz kıyısında durup düşündüğü anlarda. Romanı dikkatle okuduğunuzda, Otto’nun Sebald ile kurduğu ilişkinin bir tür baba oğul ilişkisi olduğunu fark edersiniz. Sebald Otto’yu bir zamanlar kendisinin bulunduğu mekânlara davet ederken/çağırırken aslında amacı ona hem kendisinin nasıl yazdığını göstermek hem de zaman içinde nasıl ilerleyeceğini anlamasına yardımcı olmaktır. Son bölüme gelindiğindeyse Otto, Sebald ile tamamen olmasa da yollarının artık ayrıldığını, bundan sonra yola tek başına devam edeceğini dile getirmeye çalışır. Ayrıca kız kardeşi çok yakınındadır. Başka bir deyişle geçmiş gelecekle tamamen iç içe girmiştir. Eksik kalan hikâye er ya da geç tamamlanmıştır. Bunun için yapılması gereken tek şey fotoğrafı doğru okumaktır.


Roman yazarak mı devam edeceksiniz edebiyat içerisindeki yolculuğunuza? Sizin öykülerinizi de merak ediyorum, okuma gibi bir durum söz konusu olacak mı?

Roman yazmaya devam etmeyi düşünüyorum. Umarım okumaktan keyif alacağım yeni bir kitap daha yazabilirim. Ama öykü yazmak, yazdığım öyküleri yayımlamak ve bir öykü kitabı fikri her zaman planlarımın arasında olacaktır.

Comments


bottom of page