top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıPeyman Ünalsın Gökhan

“Hepimiz çamur içindeyiz, ama bazılarımız yıldızlara bakar.”

Peyman Ünalsın Gökhan, Oktay Akbal’ın varoluşsal yaklaşımla insan olmayı sorguladığı Suçumuz İnsan Olmak adlı romanı üzerine yazdı: "Ankara’da yaşayan memurlar ve onların tek düze yaşantılarını yansıtan, monotonluklarından sıyrılmak isteyip de ufak maceralara kapılan ama “toplumsal baskıya” direnemeyen çok gerçekçi karakterlerle tanışıyoruz."


Daha çocukluk yıllarında, hayal gücünü, yazdığı öykülerle capcanlı tutan büyük bir hayat gözlemcisi Oktay Akbal.

1923 İstanbul doğumlu.

İlkokul yıllarında başlayan yazma tutkusu onu çocuk dergileriyle buluşturur. 1939 yılında henüz lise öğrencisiyken yazdığı bir öykünün İkdam Gazetesi’nde yayımlanmasıyla yazarlığa daha da yaklaşır. En çok Sait Faik’ten etkilenir.



İstanbul Hukuk ve Edebiyat Fakültelerine devam eder ancak yükseköğretimini yarıda kesip gazetecilik ve edebiyat dünyasına Servet-i Fünun Dergisi’nde sekreterlik yaparak adım atar. Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda çalışır. 1939-1940 yıllarında Yeni Sabah ve İkdam gazetelerinde çevirileri ve öyküleri yayımlanır. Vakit gazetesinde eleştiriler ve tanıtım yazıları yazar. Büyük Doğu dergisinde, her hafta yazdığı “Dünya Fikir Sanat Hareketleri” sütunu yayımlanır. 1951-1956 arasında Vatan Gazetesi’nde düzeltmen, sekreter ve yazı işleri müdürü olarak çalışır. 1956 yılında köşe yazarlığına başlar. 1969-1991 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesi’nde fıkra yazarlığı yapar. 1992-1999 yılları arasında Milliyet Gazetesi’nde köşe yazarlığının ardından yeniden Cumhuriyet Gazetesi’ne döner.

Öykücülüğü ön plânda olsa da okurlarına edebiyatın hemen her dalından örnekler miras bırakır. Berber Aynası ile 1959 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, bütün yapıtlarıyla 2000 yılı Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanır.

28 Ağustos 2015’te Muğla’da vefat eder.

Edebiyat ödüllerinin her zaman nokta atışı yapamadığını düşünsem de Suçumuz İnsan Olmak, Türk Dil Kurumu 1958 Roman Ödülü’nü inanıyorum ki yalın, akıcı, incelikli dili ile hakkıyla kazanmıştır.


Doğan Kitap tarafından 2018’de yeniden okurlarla buluşturulan romanın hikâyesi üçüncü tekil kişi tarafından lineer doğrultuda, ağdalı ifadelerden, yabancı kelimelerden arındırılarak anlatılıyor. 1940’lı yıllarda bir kış günü başlıyor ve takip eden yaz aylarında sona eriyor. Yer yer geriye dönüşlerle karakterlerin öznel zaman ve mekânlarını, aralanan bir perdeden izler gibi izliyoruz.


Bu noktada biraz karakterleri tanıtmakta fayda var. Nuri Ankara Yenişehir’de memur, evli ve iki çocuklu. Silik bir kişilik. Gençliğinden itibaren karşı cinsle arasında bir nâtamamlık, tutukluk var.

Nedret, kendinden on sekiz yaş büyük bir memur olan Hilmi ile evli. Gençlik enerjisini içinde hapsetmiş, hayaller kuran, kafasında umutlar yeşerten bir genç kadın. Her ikisi de monoton evliliklerinden sıkkın, kalplerindeki boşluğu dolduracak bir arayış içindeler.

Sevim Nedret’in eski bir arkadaşı. Hâli vakti yerinde bir adamla evli ama onun da gönlü heyecan peşinde koşuyor. Uzatmalı sevgilisi Nedim tesadüfen Nuri’nin arkadaşı çıkıyor. Bir dargın bir barışık ilişkileri Nedim’in Ankara’ya yerleşmesi ile yeniden çiçek gibi açıyor.

Nedret, Sevim’i Nedim ile yaşadığı ilişkisinden dolayı kınıyor ama kalbinin mutluluk arayışlarına hükmedemeyerek Nuri ile yakınlaşıyor.

Karakterlerin tümü tipik karakterler. Ankara’da yaşayan memurlar ve onların tek düze yaşantılarını yansıtan, monotonluklarından sıyrılmak isteyip de ufak maceralara kapılan ama “toplumsal baskıya” direnemeyen çok gerçekçi karakterlerle tanışıyoruz. Birey olduklarını sineye çekip, toplum için yaşıyorlar. Romanın sonunda ise Nedret’in diğerlerinden ayrıştığı güçlü karakteristik yapısıyla karşılaşıyoruz.


Oktay Akbal’ın kullandığı çeşitli anlatım teknikleri yapıtı, bir okurun Türk edebiyatında karşılaşabileceği en estetik eserlerden biri kılıyor. Zaman zaman karakterlerin iç düşüncelerine çekiyor okurun dikkatini.


“Nuri, bu Müsteşar da bizim gibi bir insan mıdır? diye düşünmüştü. Ömründe daireye beş dakika gecikmemiş mi, gecikmez mi? Aklı fikri sabahtan akşama kadar hep işinde midir? Hiç o, muhteşem masasına dirseklerini dayayıp pencereden dışarısını seyretmez, düşlere dalmaz m? Doğrusu ya onun çift kapılı odasında ne yaptığını kimse bilemez. Belki şimdi çekmecesinden bir defter çekmiştir, şiir yazıyor: “Çek’li bir kelime… Çekecek…” O yüzü gülümseme bilmeyen adam!” (Syf.12)

Paralel anlatı tekniği ile her iki ana karakteri, tek mekânda kendi dünyaları ve kendi düşünceleri ile ortadan bölünmüş bir sinema karesinden çıkarıp zihnimizde birleştiriyoruz.

Nuri’nin karısıyla, Nedret’in de kocasıyla gittikleri aynı sinema filminde her ikisi de filmde kendilerinden izler yakalarken eşlerinin filmi beğenmemiş olmaları hikâyenin başarıyla kurulmuş örgesine de dikkat çekiyor. Nuri ve Nedret filmdeki Oscar Wilde’dan alıntı şu sözde âdeta bütünleşiyor: “Hepimiz çamur içindeyiz, ama bazılarımız yıldızlara bakar.” (Syf.35)

Zira izledikleri film eşlerinin beğenmediği gibi gerçekten de çok matah sayılmaz. Ancak filmdeki ana karakter de hayatın boşluğundan dem vurur, sürekli mutluluk arayışındadır, hayalleriyle kendisini oyalamaktadır. Yani çamurun içinden başını kaldırıp yıldızlara bakar. Tıpkı Nuri ve Nedret gibi.


Romanın başarıyla kurgulanmış örgesine baktığımızda nesnelerin birliği de oldukça çarpıcı.

Yenişehir’de bir apartmanın bodrum katı. Nuri, oturduğu apartmanın karşısındaki bu bodrum katında pembe soluk perdeli mutfak penceresinden içeri bakıyor. Herhangi bir evin bilindik mutfağı; onu diğerlerinden ayıran ise duvar çivisinde asılı parlak yeşil naylon önlük. Bu önlük ancak sarışın bir kadının giyebileceği canlılıktadır. Nuri önlüğün sahibini böyle hayal ediyor. Nitekim Nedret genç, sarışın, yemek yaparken şarkılar mırıldanan bir kadındır. Önlük hem hikâyenin başlatan nesnesi hem de Nedret’i tanımlayan gösteren nesnedir.


Nedret’in kocası için söylediği “Kocası da Nuri gibi olmalı. Silik, önemsiz, başkentin binlerce memurundan bir tanesi” (syf.16) sözü ile feneri memurların üzerine yöneltiyor. Tozlu odalarda çalışan birbirinin kopyası memurlardan bir tanesi.


“Çatık yüzlü odacı, şef, sıska daktilo kız, şişko daire müdürü, bir yığın evrak, gelenler, gidenler, dairenin tozlu, uyuşuk, insanın içinde aydınlık umudu ne varsa, hepsini karartan havası…” (syf.11) derken Nuri’nin sönen umutlarının somut göstergesi, memuriyetin bir mutfakta asılı olan yeşil naylon önlükten çok daha sönük bir hayatı temsil ettiğini gösteriyor.


Romanda estetik bir eseri tanımlayan kavramlardan çatışma için de örneklere rastlıyoruz.

Hem Nuri’nin hem de Nedret’in mutsuzlukla çevrelenmiş yaşamlarından şikâyetleri kendi iç çatışmalarını yansıtıyor. Nuri’nin karısıyla, Nedret’in kocasıyla ikili çatışması, Nuri’nin dairede kaybolan bir dosyadan sorumlu tutulurken müdürüyle sınıfsal çatışmasını gözlemliyoruz.


Canlandırmalar okurun zihninde mekânları, atmosferi, duyguları yaşatacak kadar kuvvetli.


“Dairede ölü bir sıcak vardı bugün. Odadakilerden biri neredeyse uyudu uyuyacak. Yan odadan bitkin, cansız bir daktilo sesi geliyor. Ankara’da yazın dairelerin hâli hep böyledir işte. Dışarıda korkunç bir güneş. İçeride ter kokusu, bir iki sinek, uyku, can sıkıntısı dolu bir hava.” (Syf.77)

Roman daha önce de dediğim gibi 1940’lı yıllarda bir hikâyeyi anlatmakla birlikte, karakterlerin olayın geçtiği nesnel zamanları ile düşündükleri, hayalini kurdukları öznel zamanına uzanan zengin örnekler sunuyor. Aynı şekilde olayın geçtiği nesnel uzamlarından olmayı arzuladıkları, düşündükleri öznel uzamlarına okuru taşıyarak estetik yapının sağlamlığını somutlaştırıyor.


Estetik eserlerin bir diğer belirteci olan konum kavramı da bu yapıtta kendini gösteriyor.


“Sonuç: 300 lira aylıklı küçük bir memur. Nuri Kayalı, iki çocuk babası, gözü duvardaki saatte, kulağı paydos zilinde bir insanoğlu.” (Syf.17)

sözleri Nuri Kayalı’nın dar gelirli memur olarak nesnel konumunu betimlerken…


“Küçük yaşından beri yoksunluklar, fakirliğin üzüntüleri, umutsuz düzeni içinde onu yaşatan hep bu hayal gücü olmuştu. Öyle ki ne içinde yaşadığı tozlu, çamurlu mahalle ne o yılışık delikanlılar ne yeni bir dünyaya gitmek sayılan şehrin içinde dolaşmak zorluğu ne sarhoş üvey babanın, biçare bir ananın hayatı karartan çirkinlikleri, onun bu hayallerine engel olamıyordu. Bir dergi yaprağından, bir resimden, bir roman parçasından, bir gramofon plağından, bir bulut gölgesinden hayatın dışına çıkabiliyordu.” (Syf.19) sözleri ile de Nedret’in nesnel konumunu aktarıyor. Çünkü Nedret tıpkı mutfakta asılı canlı yeşil naylon önlüğü gibi çevresindeki her uyarandan bir umut yaratmaya çabalıyor.


Nedret ve kocası Hilmi’nin salonda otururken tasvir edildiği sahnede

“Şu iki insanın kırkını aşmış, yorgun, bezgin erkekle, şu akranlarının henüz fakülte sıralarında veya çaylarda, balolarda, yakışıklı erkeklerin kolları arasında dans ettiği genç kadının bir arada geçen hayatlarındaki çelişiklik ortaya çıkıverirdi.” (Syf.21)

sözleriyle Nedret’in yaşıtları gibi kendisini daha eğlenceli bir dünyada hayal etmesi, Nedret’in öznel konumunu yansıtıyor.


Güçlü tasvirleriyle karakterlerinin durağan, solgun ruhlarını biraz da kafkaesk bir tınıda anlatan Oktay Akbal, aynı duyguyu okuruna geçirerek romanın başarısını âdeta fosforlu kalemle çiziyor. Bir olay öyküsü değil, durum öyküsü okuduğumuzdan donuk fotoğraf kareleriyle karşı karşıya kaldığımız hissine de kapılmıyor değiliz.


Romanın meselesinin özü aslında bir toplumsal çözümlemenin etrafında toplanıyor. “İnsan olmak” sorgusu varoluşun mihenk taşı. İnsan olmak suç mu? Arzularının peşine kapılmak, hayallerini gerçekleştirmek, olağanı değil, olmasını istediği şekilde yaşamak, mutsuzlukları geride bırakıp, mutluluğun ardından gitmek, köşeleri belli bir kare içine kısılıp kalmaktansa, esnek bir ovalin içinde gönlünce koşmak suç işlemek mi?


Nuri, Nedret, Sevim, Nedim… Kader ağlarından kurtulup özgür olmak istiyor. Ama toplumun sorgulaması, dayatması ile karşı karşıya kalınca boyunlarını büküp kaderlerine razı oluyor. Birey yok, toplum var. Toplum ne derse o olur. Günümüzde hâlâ bu toplum baskısı egemen. Ancak birey olmayı başarabilenler toplum için yaşamaktan yakayı kurtarıyor. Sevim gibi kocasının maddi gücüne sırtını dayamış pek çok örnek bugün de mevcut. Nuri’nin karısı Selmin gibi, gençliğini, güzelliğini kocasına, çocuklarına, ev işlerine heba etmiş yorgun, mutsuz kadınlar da orada, toplumun içinde bir yerlerde duruyor. Sesini çıkartamıyor, çünkü ailesi, komşuları engel oluyor. Hatta zaman zaman şiddetle karşılaşıyor. Hâlbuki bir insanın yegâne arzusu; İNSANCA MUAMELE GÖRMEK, MUTLU OLMAK.


Bu açıdan baktığımızda romanın zamansızlığı da övgüyü hak ediyor.


Oktay Akbal’ın anlatısında disiplinler arasının gücünden de faydalandığını görüyoruz. Özellikle sinemadan, şiirden ki Cahit Sıtkı Tarancı’nın 35 Yaş şiirine bir göndermesi de var. Nitekim roman 1986 yılında Erdoğan Tokatlı yönetmenliğinde filme uyarlanmış. Başrollerinde Kadir İnanır, Pınar Avşar oynuyor. Maalesef filmi bulamadığım için uyarlamayı mukayese edemiyorum. Belki de romandan aldığım hazzı kitap sayfalarında bırakmak en doğrusu.


SUÇUMUZ İNSAN OLMAK

Oktay Akbal

Doğan Kitap, 2018

142 s.

Comments


bottom of page