Kitaplardan daha hüzünlü hayatlar...
Şule Tüzül, Agota Kristof'un, savaşı bizzat yaşayıp savaşın içinden bir gözle savaşın ne olduğunu anlatan üçlemesi Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan üzerine yazdı: "Agota Kristof'un, Büyük Defter'de yeni okuma yazma öğrenen bir çocuğunki kadar basit cümleleri, üzerine binlerce eser yazılmış savaş meselesini, savaşın kendisi kadar şiddetli bir biçimde yüzümüze çarparak, bir kez daha okutmayı başarıyor."
Savaşı başlatanlar politikacılar olduğuna ve yaşamlarımızın şekillenmesinde en çok onlar rol aldığına göre, keşke bir yolunu bulabilsek de o koltuklara oturmadan önce bazı kitapları okumaları zorunlu olsa. Böylece belki o kitapların yazarları ve okurları tarafından görülenleri onlar da görebilir ve anlayabilirler, belki o zaman hepimizin ortak hayali olan daha iyi bir dünyada yaşanabilir.
Macaristan doğumlu Agota Kristof'un, savaşı bizzat yaşayıp savaşın içinden bir gözle savaşın ne olduğunu anlatan üçlemesi Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan işte o kitaplardan. 1935 doğumlu yazar 1956'da eşi ve dört aylık bebeğiyle Sovyet ordusunun diktasından kaçarak İsviçre'ye sığınıyor, İsviçre'nin Fransızca konuşulan Neuchâtel bölgesine yerleştiriliyorlar. Kristof bir yandan fabrika işçisi olarak çalışıp diğer yandan Fransızca öğreniyor. 1970'lerde tiyatro oyunları yazıyor. 1986 üçlemenin ilk romanı Büyük Defter yayınlanıyor. 1988'de Kanıt ve 1991'de Üçüncü Yalan yayınlanıyor. 90'lı yıllarda Büyük Defter Türkçe'de yayınlanmış ama nedense pek ses getirmemiş. 2010 yılında üçleme Yapı Kredi Yayınları tarafından tek kitapta toplanarak yayınlanmış. O günden beri hem üçleme hem de Kristof'un Türkçeye çevrilen diğer kitaplarının okur sayısı hızla artıyor. Ben üçlemenin onuncu baskısını okudum. Bu başarıda iyi çevirinin çok önemli bir etken olduğunu düşünüyorum. Bu muazzam eserin dilini ve duygusunu bize ulaştıran çevirmen Ayşe İnce Kurşunlu'ya teşekkürü borç bilirim.
Bu üçleme, savaşın tam merkezinde yaşama tutunmaya çalışan ikizler Lucas ve Claus'un büyüme hikâyesi. Diğer yandan göçmenlik, aidiyet, kimlik ve aile kavramlarını sorgulayan üçleme, dayanılmaz bir acıyı seslendirerek sağaltmaya çalışan bir ağıta dönüşüyor. Agota Kristof'un, Büyük Defter'de yeni okuma yazma öğrenen bir çocuğunki kadar basit cümleleri, üzerine binlerce eser yazılmış savaş meselesini, savaşın kendisi kadar şiddetli bir biçimde yüzümüze çarparak, bir kez daha okutmayı başarıyor.
Agota Kristof, sonradan öğrendiği ve "düşmanım" dediği Fransızca ile bir başyapıta imza atıyor. Kristof için dil yaşamın en önemli meselelerinden biri. Nasıl olmasın ki. Ana dilini kullanarak yaşamasına bir türlü izin verilmiyor. Önce Nazilerin işgalinde Almanca konuşmak ve yazmak zorunda. Daha sonra Stalin'in komutasında Rusça'ya zorlanıyor. İsviçre'ye yerleştiğinde ise Fransızca konuşmaktan başka seçeneği yok. Fransızcayı düşman dil olarak tanımlamasının nedeni Kristof'un Macarcasını günbegün öldürüyor olması. Romanlarını Macarca yazabilirdi elbet ancak bu durumda tüm dünyanın konuştuğu bu muhteşem eserler bize ulaşır mıydı, hiç sanmıyorum.
Dil meselesi, bu nedenle olsa gerek, tüm eserlerinde gündeme geliyor. Kristof'un kahramanları çoğunlukla ana dillerinden farklı bir dilde yaşamlarını sürdürmek zorunda kalıyorlar. Üçlemenin kahramanları Lucas ve Claus da yaşamlarının bazı dönemlerinde bu kaderi paylaşıyorlar.
Kristof feminist bir yazar; hem üçlemesinde hem de diğer eserlerinde, göçmen kadın kahramanlarına ait hikâyelerle, kadın meselesini kurgunun ana damarlarından biri olarak kullanıyor. Üçlemesinde ve Dün isimli romanında ana kahramanlar erkek; savaşın vahşetine aynı şiddette bir vahşilikle karşı durabilmek için bu tercihi yapıyor olabilir. Ancak bu romanlarında, savaşın da ana nedeni olan erkek egemen dünyanın kadınlara reva gördüğü yaşamları anlatıyor. Üçlemenin en önemli kadın karakterlerinden biri Lucas ve Claus'a bakmak zorunda bırakılan anneanne. İkizlerle arasına koyduğu mesafe, sevgisizliği, acımasız tavır ve davranışları her ne kadar ona cadı dememize neden olsa da savaşın ve dolayısıyla devasa bir yokluğun ortasında ancak bu şekilde kendini ve ikizleri hayatta tutabildiğini anlıyoruz.
Büyük Defter'de "Sen kapa çeneni. Kadınlar savaşta bir şey görmediler," diyen bir adama bir kadın şöyle haykırıyor:
"Görmediler mi? Salak! Bütün yük, keder bizde: Çocukların beslenmesi, yaralıların bakımı. Savaş bitince siz hepiniz kahraman oluyorsunuz. Ölünce kahraman, gazi olunca kahraman, malûl olunca kahraman. Bu yüzden savaşı siz erkekler yarattınız. Sizin savaşınız bu. Siz istediniz, dövüşün öyleyse, kıçımın kahramanları!"
Büyük Defter, 'biz' anlatıcı tarafından anlatılıyor ve bu romanda ne ikizlerin ne de diğer kahramanların isimleri var. Biz anlatıcı tüm karakterleri anne, baba, anneanne, kız kardeş, zengin, yoksul, papaz, hizmetçi, posta, yabancı subay vb. isimlerle ifade ediyor ve metinde bu isimler sanki özel isimmiş gibi ilk harfleri büyük yazılıyor. Kanıt ve Üçüncü Yalan romanlarında hem Lucas ve Claus hem de diğer kahramanlar isimlerine kavuşuyor. Üç romanda da mekanların isimleri yok. Mekanlar büyük şehir, küçük şehir, büyük meydan, komşu ülke gibi isimlerle ifade ediliyor. Karakter ve mekân isimlerinin olmayışı bir yandan anlatımı güçlendiren bir muğlaklık sağlarken, romanları evrensel bir düzeye taşıyor. Ayrıca yazar bu tercihiyle anlatımda kendine bir özgürlük alanı sağlıyor; savaşın ve yaşamın karanlığını mekân tasvirleri ile güçlendiriyor. Hem iç hem de dış mekânlar son derece kasvetli anlatılıyor; çamur ve balçıklı yollar, kuru otlarla kaplı alanlar, ışıktan yoksun ve kirli yollar sokaklar, virane kir pas içinde binalar. Yazarın kısa özgeçmişini okuduğumuzda üçlemede geçen mekânların Macaristan ya da Avusturya'da olduğunu, askerlerin Alman ya da Rus askeri olduğunu tahmin edebiliyoruz elbette. Ama yaşananların tam olarak nerede geçtiğini bilen okur yaşananları o mekânlar üzerinden okuyabilirdi. Okur sadece Kristof'un kurguladığı tasvirler üzerinden Kristof'un yüklediği duygularla mekânları gözünde canlandırabiliyor.
Üçlemenin iki ana karakteri Lucas ve Claus, çocukluklarında da yetişkin olduklarında da okuru sarsan özelliklere sahip çok zeki ve çok güçlü karakterler. Slavoj Žižek'in dediği gibi: "Genç ikizler tümüyle ahlaksız —yalan söylüyorlar, şantaj yapıyorlar, öldürüyorlar— yine de hakiki etik saflığın en yalın halini yansıtıyorlar."* Adaletin, merhametin ve sevginin olmadığı bir dünyada iki çocuktan nasıl bir ahlak bekleyebiliriz? Herhangi bir beklentiye hakkımız var mı? Lucas ve Claus onlardan esirgenen dünyayı kendileri yaratıyor: adaleti kendileri sağlıyorlar, merhamet ve sevgi beklemiyorlar. Hayatla, hayattaki her şeyle aralarına bir mesafe koyuyorlar. Yeri geldiğinde kendi aralarına da... Kanıt'da Parti sekreteri Peter genç Lucas'a soruyor: "Onu seviyor musunuz?" Lucas'ın cevabı: "Bu sözcüğün anlamını bilmiyorum. Kimse de bilmiyor."
Lucas ve Claus, Agota Kristof'un söyleşilerini okuduktan sonra, beni daha çok etkiledi ve acıttı. Bir söyleşide diyor ki; "Büyük Defter’de anlatmak istediğim benim çocukluğumdu, kardeşim Jeno ile birlikte gördüklerim. Tamamen biyografik." Kanıt'da yer alan Clara'nın da annesi olduğunu, tıpkı Clara gibi bir günde saçlarının beyazladığını söylüyor. Söyleşilerinden anlıyoruz ki romanlarında geçen karakterlerin büyük bölümü Kristof'un tanıdığı ya da yaşamlarına tanık olduğu insanlar.**
Kanıt Lucas'ın, Üçüncü Yalan Claus'un ağzından 'ben' anlatıcı ile anlatılıyor. Kanıt ve Üçüncü Yalan romanlarını okumaya başladığımızda iki şeyi fark ediyoruz. Birincisi, Kristof'un dili gelişmeye başlıyor. Büyük Defter'in kısa ve basit cümleleri sadeliklerini korurken daha derin anlamlar içeren, ayakları yere daha sağlam basan cümlelere dönüşüyorlar. Büyük Defter, ana dilinde değil de başka bir dilde derdini anlatmaya çalışan birinin sesi ile ulaşıyor okura. O anlatma çabasını, anlatırken yaşanan zorlanmayı, baskıyı, çaresizliği ve çıkışsızlığı anlatan bir ses. Üstelik biz tüm bunları Türkçe metinde anlayabiliyoruz. Bu noktada Ayşe İnce Kurşunlu'yu tekrar anayım ve tekrar çok teşekkür ederim bir okur olarak.
İkinci fark ettiğimiz şey ise Agota Kristof'un nasıl muhteşem bir kurguya imza atmış olması. Büyük Defter'de anlatılanlar Kanıt'ta Lucas'ın penceresinden başka türlü görünüyor ve farklı şekilde anlatıyor. Benzer şekilde Üçüncü Yalan'da Claus da geçmişe dair bambaşka hikâyeler anlatıyor. Hangi hikâye gerçek hangisi yalan, Lucas ve Claus gerçekten ikizler mi, iki kişiler mi, yoksa aslında ikisi tek bir kişi mi? Anlatılan her hikâye o kadar gerçek ve o kadar güçlü ki her biri bizi kendi tarafına çekiyor. Üçlemenin sonuna geldiğimizde bu soruların bir önemi kalmıyor. Kristof aynı yumurta ikizi Lucas ve Claus'u yaratarak romanın ana izleğini oluşturan savaş, göçmenlik, aile, aidiyet ve kimlik meselelerine üç farklı hikâye üzerinden, üç farklı pencereden bakma şansını hem kendine hem okuruna sağlıyor. Bu açıdan da kendine bir özgürlük alanı yarattığını söyleyebiliriz.
Agota Kristof hayatı boyunca yazmış. Yazı ile olan ilişkisini üçlemenin birçok yerinde kahramanları üzerinden okuruna aktarıyor. Lucas ve Claus ölene kadar yaşadıklarını defterlere, kağıtlara yazarlar. Kanıt'ta Lucas diyor ki; "Bir kitap ne kadar hüzünlü olursa olsun bir hayat kadar hüzünlü olamaz."
Agota Kristof'un ve çevresindeki onlarca insanın -bir kitapta asla tam olarak yansıtılamayacak- hüzünlü yaşamları Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan ile edebi bir başyapıta dönüşüyor.
BÜYÜK DEFTER - KANIT - ÜÇÜNCÜ YALAN
Agota Kristof
Yapikredi Yayınları, 2010
Çeviri: Ayşe İnce Kurşunlu
376 s.
Comments