"Aşk üzerine yazmak istemiyorum"
Damla Kellecioğlu, ilk romanı Şüpheli Şeylerin Keşfi odağında Bihter Sabanoğlu ile söyleşti: "Okurun şehri bir karakter olarak görmesini, onun farklı işlevlerini sezmesini istedim."
İlk romanı Şüpheli Şeylerin Keşfi’nde, iki kahramanın kesişen yollarının izini sürerken İstanbul’un çok katmanlılığını ve kent sakinleriyle etkileşimini sorgulayan çok yönlü edebiyatçı ve sanat eleştirmeni Bihter Sabanoğlu ile konuştuk.
Edebiyatçı, sanat eleştirmeni, arkeoloji gönüllüsü, muay thai sporcusu, piyano öğrencisi… İnsan bütün bu işleri yaparken bir de roman yazmaya nasıl zaman buluyor?
Hiperaktiviteden mustarip olmakla alakalı olabilir. Durmak bana imkânsız geliyor. Uyanık olduğum her an zihnimi ve bedenimi meşgul etme dürtüsü hissediyorum. Bu da gün içinde her bir zaman kırıntısından yararlanmaya çalışmama yol açıyor. Ama yazı tüm bu faaliyetlerin merkezinde. Güzel cümleler kurmadığım bir dönem geçirdiğimde, ki bazen ben de fırsat bulamayabiliyorum, depresif bir ruh haline giriyorum. Hatta salt yazı da değil, kurgu. Sadece hikâye kurguları zihnimi kapladığında gerçek anlamda kendimi mutlu hissediyorum. Durum böyle olunca da zaman bir şekilde bulunuyor.
İstanbul’la ilişkin nasıl?
Karmaşık. Burada doğup büyüdüm. On beş sene Paris’te yaşadıktan sonra da 2017’de isteyerek İstanbul’a dönüş yaptım. Fransa’da olduğum süre zarfında da İstanbul’dan hiç kopmamıştım; çok sık gidip gelirdim, neredeyse iki şehir arasında yaşıyordum diyebilirim. Çocukluğa ait anılarım seksenlerin, sokakta, yeşillik ve beton karışımı bir mahallede büyüyen o son jenerasyonuna ait olduğu için pastoral, gençlik anıları sanatsal ve kişisel keşifler, bolca eğlence ama bir de tehlikede olma hissi içeriyor. Şu son yıllarda ise şehirle ilişkim dijital neredeyse; bir sanal gerçeklik içindeymişim gibi tarihe sığınarak kendi gerçekliğimi, kanımca olması gerekeni yaratıyorum. Samatya, Ayvansaray, Yedikule gibi mahallelerde dolaşırken kendimi İstanbul’a daha yakın hissediyorum.
İstanbul her adımında Bizans varlığının hissedildiği ama kent sakinlerinin var gücüyle Osmanlı tarihini benimsemeye çalıştığı bir kent. Bu ikilik sana neler düşündürüyor?
Bizans tarihi uzun yıllar boyunca neredeyse hor görülen bir tarih oldu. Bu sadece Türk tarih anlayışı için değil, Avrupa için de geçerli. Yozlaşmış, tarihe entrikadan başka bir şey katmamış bir imparatorluk olarak görüldü Bizans. Tabii İstanbul’un bir zamanlar bu imparatorluğun başkenti olması bugünün sakinleriyle bu miras arasına bir karmaşıklık katmanı daha ekliyor. Paris’in pek de hissedilmeyen Roma mirasına benzemiyor bizimkisi, Ayasofya gibi bir mabet, onlarca küçük kilise, hipodroma ait sütunlar şehrin orta yerinde duruyor. Bir yazar için tüm bunları son derece ateşleyici buluyorum.
Kitabı okuduğum sırada İstanbul’u ve soğan, baklava ya da su böreği misali katmanlılığını çok seven bir insanla kendi şehrimi keyifle gezdim. Peki ya İstanbul’u hiç bilmeyen bir okura nasıl bir his geçsin istedin?
Okurun şehri bir karakter olarak görmesini, onun farklı işlevlerini sezmesini istedim. Kimi zaman travmatik bir varlığı var karakterlerin yaşamında, kimi zaman iyileştirici, kimi zaman yıkıcı. Hikâyenin geçtiği çeşitli mekânlar aracılığıyla İstanbul’un tarihi katmanları seziliyor tabii, ama asıl amacım bu katmanlılığın kentin içinde yaşayan insanlar üzerindeki değişken etkilerinin fark edilebildiği bir kurgu sunmak.
Kendinden emin adımlarla kentin altını üstüne getiren Ayla’nın heybesinde neler var?
Ayla İstanbul’la derin bir bağı olan, ona yapılan haksızlıkları da kendisine yapılmış gibi algılayan bir karakter. Kentin hafızasının silinmesinin kendi hafızasında da boşluklar oluşturduğuna dair bir düşüncesi var. Yaşadığı travmanın tedavisini de kentte bulmaya çalışıyor bir yandan, bu yüzden sürekli caddelerinde, mabetlerinde, kalıntılarında dolaşıyor. Tarihi figürlerle kurduğu duygusal tanımlanabilecek ilişki de onu kente bağlıyor; hayatındaki insanlara, arkadaşlarına, ailesine, sevgililerine karşı empati duyguları son derece zayıf fakat Bizanslı bir askerin kaderine üzülebiliyor. Gezdiği sokaklarda, yapılarda tarihten figürlerin hikâyelerini arıyor.
Başrolleri Ayla’yla paylaşan Edhem de aslında yabancı. İstanbul’a daha analitik bir gözle bakıyor. Edhem’in uzaktan bakışı İstanbul anlatına nasıl bir katkı sundu?
Bu iki karakter aracılığıyla farklı kent ve tarih anlayışları kurgulamayı denedim. Edhem yabancı, ayrıcalıklı bir zümreye ait ve hislerinde, tavırlarında, İstanbul’a yaklaşımında ondaki o hafif Oryantalist hava hep sezinleniyor. İstanbul’a bakışını hem Oryantalizmi hem de tarihçiliği etkiliyor; duygusal değil analitik bir bağ kuruyor şehirle, buna inanmak istiyor daha doğrusu. Ama İstanbul’da zaman geçirdikçe işlerin onun şartlandığı doğrultuda ilerlemediğine tanık oluyoruz.
Ayla, günümüzün en popüler cinsel akımlarından poliamorinin sıkı bir takipçisi gibi. Edhem ise sabit bir kapalı kutu. Bu ilişkiyi nasıl kurguladın?
Aşk üzerine yazmak istemiyorum. Daha doğrusu; bir kadın yazar olarak benden sürekli beklenen şekilde aşkı kurgunun merkezine oturtmak istemiyorum. Hayatta bir yazarı heyecanlandıracak onlarca konu var. Karakterler arasında romantik bir bağ kuracaksam da bunu iki insan arasında var olabilecek farklı duygu ve ilişki şekilleri üzerinden yapmayı tercih ediyorum. Örneğin Ayla’nın Selim’le ilişkisi cinsellik üzerine kurulu. Ona fiziksel çekim duyuyor ama onu zihnen küçümsüyor, dikkate değer biri gibi görmüyor. Edhem’e zihinsel olarak kuvvetli bir çekim hissediyor, müthiş bir fiziksel uyum söz konusu değilse bile birlikte de oluyorlar fakat aşkın yine bu skalada yeri yok. Edhem kapalı kutu, evet. Karısıyla ideal bir birlikteliği olduğunu zannediyor fakat ilişkinin üzerine ışık tuttuğumuzda aslında Defne’yi hayatını kolaylaştırmaya yarayan bir tür asistan gibi algıladığını görüyoruz. Duygularıyla arasında büyük bir mesafe olduğu için de Ayla ile ilişkisini de analiz edemiyor. İkisinin arasında aksiyona geçen kişinin genelde Ayla olduğunu görüyoruz.
Biz hepimiz unutmak için içiyoruz, kitabın kahramanı Ayla ise hatırlamak için içiyor sanki. Kişisel amnezi ve içki arasında bir bağ kuruyor musun?
Ayla’nın alkol ve hatırlama arasında bağlantı kurması biraz da şundan kaynaklanıyor; altından kalkamayacağını hissettiği travmalardan sahneler zihninde canlanmaya başladığı zaman alkole koşuyor. İçkinin ona verdiği “destek” unutturmak değil ama. Alkol biraz da zaman algısını siler ya, öyle bir his; içtiği şarap, zamanı daha flu, daha esnek kılıyor Ayla için.
Şüpheli Şeylerin Keşfi’ni yazarken nelerden ve kimlerden esinlendin?
Paris’te Bizans tarihi ve sanatı dersleri alırken romanın nüvesi zihnimde oluştu; yani esasında akademik bir yaklaşım bir kurgu yaratımıyla sonuçlandı. Karakterler, ki herhalde yazarların çoğu için bu böyledir, bazen tamamen kurgusal bazen de hayatımda etkilendiğim, sevdiğim, takdir ettiğim veya hiç haz etmediğim kimi insanların yine ağır biçimde kurgulanmış suretleri. Üzerimde etki bırakan insanları bir hikâyenin parçası haline getirmek, onlardan bir edebi karakter yaratmak hoşuma gidiyor.
Kitapta Tatar göçmenliği, Beyoğlu’nda yaşam, dövüş sporları gibi pek çok otobiyografik öğe var. Yazarken Ayla’yı kendinden ayırmayı nasıl başardın?
İlk romanların otobiyografik olması bilinen bir mesele. Ne kadar kaçmak isteseniz de en iyi bildiğiniz şeyi anlatmak istediğiniz için o “tuzağa” düşüyorsunuz. Ayrımı şu şekilde başardığımı düşünüyorum; benden izler sadece Ayla’da değil Edhem’de, Selim’de belki Selin de dahi var. Dolayısıyla, Ayla yazar olarak beni, Edhem x, Selim ise y kişisini canlandırıyor gibi bir okuma yanlış olur. Edhem de benim, Selim de Ayla da.
Bundan sonraki projelerin neler?
Yeni romanıma çok taze başladım. Bana şimdiden duygusal gelgitler yaşatan, ego doküman formatında kurguladığım bir hikâye. Şüpheli Şeylerin Keşfi gibi bu romanın da uzun süre zihnimde demlenmesi gerekti. Kurgu dışında yazılarıma devam ediyorum; bir makalem hakemli bir dergi olan İstanbul Araştırmaları Yıllığı'nda yayımlanacak bu ay sonu. Sanatçı Çınar Eslek ve tarihçi Berke Çetinkaya ile üzerine çalıştığımız bir sergi projesi var; tarih, kurgu ve sanatı birleştiren. Bu proje hakkında da fazlasıyla heyecanlıyım.
Damla Kellecioğlu Kadıköy’de doğdu. Saint-Joseph Lisesi’nde, Galatasaray Üniversitesi’nde ve EHESS’te öğrenim gördü. Fransa ve Cezayir’de yaşadı. 1995’ten beri edebiyatla haşır neşir oluyor ve yaşamını Bodrum’da sürdürüyor.
ŞÜPHELİ ŞEYLERİN KEŞFİ
Bihter Sabanoğlu
Edisyon Kitap, 2022
Editör: Ferhat Uludere
260 s.
Comments